Cumhurbaşkanlığı Adaylarının Dış Politika Karnesi: Recep Tayyip Erdoğan

A -
A +

Cumhurbaşkanlığı seçim kampanya dönemi başladı. Bugünden itibaren üç yazı boyunca adayların dış politika perspektiflerini değerlendireceğim. Bu yazılar adayların bugüne kadar olan dış politika perspektifleri ve performansları üzerine olacak. Seçimlerden bir hafta önce ise, kampanya döneminde savundukları dış politikayı analiz edeceğim. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile başlıyoruz...
2002 yılında kurucusu ve başkanı olduğu AK Parti seçimleri kazanmıştı. Siyasi yasağından ötürü henüz ne milletvekili, ne de başbakandı. İç kamuoyunda AK Parti kurucularının 1990'larda Avrupa Birliği ve genel olarak Batı konusunda yaptıkları sert konuşmalar, "Türkiye İran olacak ve Batı bloğundan kopacak" altyazısı ile televizyonlarda dönüyordu. Dış dünyada yürütülen kampanya da öyleydi. "Ortadoğu'nun incisi, İsrail ile biricik medeni ülkesi", "laikliğin kalesi" Türkiye'de İslamcı bir hükümet iktidara gelmiş, kaşlar çatılmıştı.
AK Parti parti programında AB üyeliği hedefini net bir şekilde belirtmiş olmasına rağmen söylenen her şey takiye idi. Karar verilmişti. İslamcı bir iktidar ile Türkiye, Avrupa'dan kopacak ve Ortaçağ karanlığına gömülecekti. Türkiye'nin AB'den kopacağı ve NATO müdahalesi geleceği dönemin en gözde analizleriydi.
Bundan sonra başlayan 12 yıllık serüvende, Erdoğan iki uç ithamla karşılaşacaktı. Ya Amerikan maşası ve Büyük Ortadoğu Projesinin Türkiye komiseri olmakla itham edilecekti, ya da Türkiye'yi Batı aksından koparan bir Doğu  Despotu olarak lanse edilecekti. Gerçek ikisi de değildi. Son derece aktif, dinamik, değişen koşullarda farklı strateji ve doktrinlerin adapte edildiği bir dış politika ile Erdoğan'ın "sessiz devrimi" Türkiye'nin hantal dış politika anlayışını da dönüştürecekti. Erdoğan döneminde Türkiye Batı'dan kopmadı, Batıyla daha organik ilişkiler kurarken, "dünyalı" oldu. Yeni Türkiye'nin etki alanında Afrika'dan Balkanlar'a, Ortadoğu'dan Güney Doğu Asya'ya, Avrupa'dan Orta Asya'ya geniş bir coğrafya hedef alındı. Time dergisinin tabiri ile "Erdoğan'ın yolu" bundan önceki yollardan farklıydı. Davos'ta "one minute" diyen Erdoğan, Kahire'de Müslüman Kardeşler'in öfkesini çekme pahasına, seküler bir sistemin nimetlerini övecekti. Beşar Esad'a demokratikleşme yönünde reform paketleri hazırlayan, ekibini yollayan Erdoğan, Mısır darbesi sonrası Avrupa'ya Avrupa değerlerinin ve demokrasinin önemini hatırlatacaktı. Türkiye'nin dış politikada kırmızı çizgilerini, tabularını kıran, komşusu Kürtler ve Ermeniler ile ilişkilerinde önceki paradigmayı ezip geçen Erdoğan, aynı paradigma değişikliğini Batıdan da bekleyecekti. Ders kitapları dışında sadece Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde yaşayan İkinci Dünya Savaşı mantığı bu yüzden hedefindeydi. Beş ülkenin veto hakkı ile dünya siyasetine yön verme gücünün abesliğine dikkat çekecek, "dünya beşten büyüktür" sloganını çok sevecekti. Kendi ülkesinde oluşturduğu dönüşümün uluslararası güç dinamiklerinde de gerçekleşmesini istiyor ve bekliyordu. Türkiye'de yıkılmaz denilen vesayetin, olmaz denilen normalleşmenin tüm engellemelere karşı nasıl gerçekleşebileceğini tecrübe etti. Aynısını dünya sisteminden beklemesinin fazla iddialı bir girişim olduğunun farkındaydı. Ancak Türkiye'yi eşit bir aktör olarak uluslararası politika sahnesinde konumlandırmanın imkansız olmadığını düşünüyordu. Sistem içinde kalarak sistemi eleştirdi. Türkiye'nin Batı ve Doğu ile gerçek entegrasyonunun ekonomik veya yasal ortaklıktan fazlası ile ancak bir değerler senkronizasyonu ile sağlanacağını düşünüyordu. Türkiye bu dönemde kendini, kendi değerlerini, kendi "milli iradesini" uluslararası topluma dayattı. Bazen istediğini aldı, bazen alamadı. Ama vazgeçmedi ve evine dönmedi. Cin şişeden çıkmıştı artık...
Başbakan Erdoğan, 2003 ile 2014 tarihleri arasında, 5 kıtada 93 farklı ülkeye toplam 305 resmi ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaretlerin yıllık ortalaması 28 ülke oldu. Selefi Başbakan Bülent Ecevit'in görev süresi boyunca yaptığı toplam dış ziyaret sayısı 9 idi. 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde Ahmet Necdet Sezer'in toplam yurtdışı gezisi sayısı ise 48 olmuştu.
Erdoğan'ın 35 ülke ve 125 seyahat ile en çok Avrupa'ya gittiği belirtiliyor. Almanya'ya 15 seyahat düzenleyen Erdoğan, ABD'ye 14, Azerbaycan ve Belçika'ya da 12 kez gitti. Ziyaret ettiği ülkelerle Türkiye arasındaki ticaret hacmi de yüzde 354 oranında artarak 358,4 milyar dolara çıktı.
Erdoğan'ın yurtdışı seferleri siyasi yasağı devam ederken ve henüz başbakan değilken başladı. Hem iç kamuoyuna, hem de dünyaya AK Parti'nin vizyonunun AB üyeliğinı dışlamadığını göstermesi açısından sembolikti bu geziler.  Dönemin Almanya Başbakanı Gerhardt Schroeder, İngiltere Başbakanı Tony Blair, Avrupa Parlamentosu Başkanı Pat Cox ve  AB Komisyon Başkanı Romano Prodi ile görüştü. İktidarınin hedefinin AB yolu olduğunu beyan etti.
AB'nin yolu o dönem Türkiye iç kamuoyunda mayınlı bir yoldu. AB üyeliği doğrultusunda uygulanması tasarlanan reformlar, iç kamuoyunda büyük tepki ile karşılaştı. Asker rahatsızdı. Ulusalcılar ayaktaydı. Erdoğan'ın AB sürecindeki çabaları Avrupa'da teveccüh görürken, hatta "2004 yılının Avrupalısı" seçilirken, iç kamuoyunda bu çabalar özellikle seküler kesimin keskin tepkisi ile karşılaşacaktı. Kıbrıs meselesinde çözümden yana alınan tavır o dönem planlanan darbenin gerekçesi olarak sayılıyordu.
2004 yılı AB açısından zirveyken, Amerikan ile ilişkilerde dip noktası idi. Türkiye'nin Irak savaşına müdahil olmaması ile Türkiye-Amerika ilişkileri tarihinde gördüğü en büyük krizlerinden birini yaşamış, Amerikan medyası "Türkiye hâlâ müttefikimiz mi?" sorularını manşet yapar olmuştu. Kafasına çuval geçirilen Türk askerleri ise Türk aksiyon filmleri için nadide bir tema hâline gelmişti.

Buna rağmen bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde milyonların sokağa döküldüğü Cumhuriyet mitinglerinin favori sloganları şunlar olacaktı: "Ne ABD ne AB Tam Bağımsız Türkiye." "Toprak vatandır, satılamaz", "Kahrolsun ABD emperyalizmi", "Kasımpaşa İmamı kaça sattın vatanı", ?"Birleşin-Ya özgürlük ya vatan-Vatan yoksa namus da yok", "Ne şeriat ne darbe tam bağımsız Türkiye..."
İç kamuoyunda büyük riskler alarak sürdürdüğü AB ilişkileri, AB'nin dinamosu iki ülkede iktidara gelen sağ liderlerin tavrı ile sekteye uğradı. Merkel'in Almanya'sı ve Sarkozy'nin Fransa'sı, Türkiye'nin olduğu bir Avrupa geleceğini paylaşmıyordu. Bu dönem Türkiye'nin Avrupa kapısında reddedilip, yeni çabalara giriştiği bir zaman dilimi oldu.
Rusya, Brezilya, Çin ve Hindistan'la ilişkileri geliştirmek bu çok yönlü dış politikanın önemli ayaklarından oldu. Türkiye, Somali ve Myanmar gibi haritada yerini göstermekte zorlanacağı ülkelerde en faal aktörlerden oldu.
2008 yılında İsrail ve Suriye arasında, 2010 yılında ise İran'ın nükleer zenginleştirmesi konusunda müzakereleri yürüten aktör oldu Türkiye. Bu iki girişimde Türkiye'den kaynaklanmaya sebeplerden dolayı başarısız oldu. Türkiye "eksen mi değiştiriyor," "İran'la ittifak'a mı kayıyor" kaygıları dönemin favori analiziydi. Brezilya Devlet Başkanı Lula Da Silva bu girişim için "Batının istediği ve bizim yapabileceğimiz her şeyi yaptık, şimdi barışı mı çatışmayı mı inşa ettiklerini açıkça söylemeliler. Türkiye ve Brezilya barıştan yana" diyecekti. 2013 yılında İran'la Cenevre mutabakatını imzalayan ABD, 2009 yılında Türkiye'nin sunduğu koşullardan daha azına razı olacaktı.
Türkiye'nin eksen değiştirdiğinin mutlak doğru kabul edildiği günlerde, Amerika'dan gelen bir haber bu ezbberde bir şeyin yanlış olduğunu ima ediyordu. Obama, Erdoğan'ın ismini Almanya, İngiltere, Hindistan ve Güney Kore liderleri ile, dünyada en güvendiği beş dostu arasında saydı.
Mavi Marmara sonrası "lüzumsuz şovalyelik" yaptığına ve dünya kamuoyunda Türkiye'yi izole ettiğine dair yapılan yorumlar, İsrail'den gelen özürle direksiyonu başka yere çevirdi.
Ve Arap devrimleri Ortadoğu'yu vurdu. Birçok Arap kanalı tarafından canlı yayınlanan konuşmasıyla Mübarek'in görevi bırakması gerektiğini söyleyen ilk lider oldu. Libya'da nazlanarak NATO müdahalesine katıldı. Suriye'de reform için bastırdı, Esad'dan karşılık görememesi ve Amerika'nın Esad meşru bir lider değildir açıklaması ile bu politikadan vazgeçti.
Ve yine Türkiye, dünya kamuoyundan izole ediliyor tantanası başladı....
Görevde olduğu 12 sene boyunca tüm hamleleri atarken bir çok ithamla karşılaşacaktı. "Aman eyvah, şimdi bittik" değişmeyen arkafon melodisi oldu. Türkiye'nin bir başka vizyoner Başbakan ve Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal döneminde terminolojiye katılan 'neo-Osmanlıcı' ve 'köktendinci İslamcı' ithamları yakasını bırakmayacaktı.
Ahmet Davutoğlu'nun "stratejik derinlik" kavramıyla Türkiye'nin hem tarihi, hem de jeostratejik derinliğinin getirdiği merkezi bir güç olduğu vurgusu üzerine kurulu bir dış politikalar silsilesi uyguladı. Merkezde olan başka ülkelerin değil, Türkiye'nin çıkarı idi.
Realpolitik'i unutmadan, değerleri hatırlattı. Mutlak olarak karşı veya destek olduğu bir nosyon olmadı. Tüm aksi iddialara rağmen, esneklik, Türkiye'nin dış politikasını belirleyen unsurlardandı.
Entelijansiyanın desteği çok zayıf oldu. Devletin bir çok kurumu böylesi aktif bir dış politika için amatör ve yetersizdi. Kapasite sorunu vardı. Söylem bir çok zaman aksiyondan ağır oldu.
Ama yalnız yürümedi. Her seçim sonrası kazandığı başarı, bu dış politikanın teveccüh gördüğünün emarelerindendi.
Lakin asıl teveccühü, tarih kitapları yazacak. Mirası ve vizyonu, gelecek kuşaklar tarafından daha net anlaşılacak...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.