Organize işler bunlar

A -
A +
Bugün size tarih kitaplarından ufak ufak parçalar sunacağım. Hatırlatma diyelim, çoğunuzun bildiği şeyler zira. Osmanlının zor yılları... İngilizler, Türkleri Ortadoğu'dan çıkarmakta kararlıdırlar. Önce Arapların kavmiyetçilik damarlarına dokunur ama pek netice alamazlar. Görünen o ki aynı safta namaza duran insanlar birbirine silah çekmeyecektir asla. Öyleyse? Öyleyse bu halk farklı bir şeye inandırılmalıdır. Araştırır soruşturur ve "Selefiliği" parlatmakta karar kılarlar. 
Lügate bakarsanız "selef" önce gelen demektir, Asr-ı saadet, tabiin, tebe-i tabiin devrini işaret eder aslında. Zaten Selefiler de öze dönüş, hurafelerden arınma, tecdit, ıslah gibi albenili tabirlerle çıkarlar karşımıza...
Dilerseniz şimdi Eyyûb Sabri Paşa'ya kulak verelim (Tarih-i Vehhabiyan). Bakalım hadiselere bizzat şahit olan bir Türk subayı olarak neler yazıyor: Abbasilerin çöküş yıllarında Karamita adı verilen bir taife peydahlanır, Katif beldesini ele geçirir, halifeye meydan okurlar. Doğrusu onlarla uğraşmak zordur, çöllerde yaşar, az şeyle yetinir ve kendilerine eziyetten hoşlanırlar. Yağmacıdırlar, Kufe, Bahreyn, Şam, Basra, Rakka ahalisini bizar eder canlarından usandırırlar. Necid ve Yemen'e de yayılır hacıları vururlar. Düşünün sadece bir hac kafilesinde 20 bin Müslümanı kırarlar. 
Evet, zamanla ortadan kalkarlar ama sanki külleri durmaktadır o coğrafyada.
KARDEŞİNE BİLE ANLATAMAZ
Vehhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab başlangıçta pek muhatap bulamaz, İslam âlimleri hakkında iğneleyici konuşunca kendi köyünde dahi  (Ayniyye) barınamaz. En büyük muhalifi öz kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab'dır, ilim ehlidir, onu konuşturmaz. Bakar dinleyen yok, gider Necid Çöllerinde, Der'iyye havalisinde taraftar toplamaya bakar.
Özetle anlatırsak Abdülvehhab oğlu herkesin kendi aklıyla hüküm çıkarmasını ister, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler dışında kaynak tanımaz, ümmetin icmasını (birliğini), fukahanın kıyasını yok sayar. Adamlarına "muvahhidûn" der, görünüşte tevhidi savunurlarsa da Allahü tealaya mekân isnat eder, müteşabih ayetleri farklı yorumlarlar.
Bilhassa sufilerle uğraşır, tasavvuf ehlini alaya alırlar. İslamiyet'i bizlere aktaran âlimleri, velileri küçümser, kitaplarını yakmaya, kabirlerini yıkmaya kalkarlar. Mekke Emiri bu aykırı sesi dikkatle takip eder ve Babıaliye yazar. İstanbul'dan "Öncelikle ikaz edilmesi, ayak direrse cezalandırılması" şeklinde bir karar çıkar.

Yağmayla kurulan ordu
Selefilerin en belirgin özelliği tahammülsüzlükleridir. Kendileri gibi düşünmeyenleri "kâfir" diye damgalar, "amel imandan cüzdür" der, günahkâr müminleri "iman-sızlıkla" suçlarlar. 
O yıllarda Arabistan'da petrol yoktur, tarım, sanayii ona keza... Suud oğullarının başını çektiği Necidliler kervanları, hac kafilelerini soyar, bu parayla asker beslemeye başlarlar.
Abdülvehhab oğlu görüşlerinin yayılmasını arzular, Suud oğulları ise kavmiyetçilik iddiasındadır, devlet olmaya çabalar. Bu iki güç birleşir, silahlanırlar. Ne zaman ki Abdülvehhab oğlu kendilerinden olmayanların öldürülmesine mallarının ve kadınlarının alınmasına "fetva" verir, çapulculara gün doğar. Nerede bir şaki varsa ihvan hareketine katılır. Necid çölleri piyade, süvari kaynar.  
Suudlar mukaddes beldelere hücumdan çekinmez, kanlı katliamlara imza atarlar.
Düşünün Kerbela ve Necef'e dahi saldırır, Hazret-i Hüseyin'in (radıyallahü anh) türbesini yağmalarlar. Ardından (1802) Taif'i kuşatırlar. Görüşme yapması için temsilcilerini kaleye yollar ve o gaflet anını değerlendirip kapıları kırarlar. Bir anda şehre doluşur, beşikteki bebeklere bile acımazlar. Kur'an-ı kerim okuyanları, namaz kılanları dahi öldürür, evleri çarşıları yağmalarlar. Şehir eşrafını urganlarla bağlar, çırılçıplak soyup bir tepeye çıkarırlar.
Evet Selefiler Taif'e girmişlerdir ama şehirde kale gibi binalar vardır ve aylarca dayanabilecek yapıdadırlar. Meskûnlarını "size eman verdik, dilediğiniz yere gidebilirsiniz" diyerek kandırır, teslim olmalarını sağlarlar. Onları da mezkûr tepeye çıkarır, elbiselerini soyar, hakaret ve eziyetle canlarına kıyarlar. Şehidler üst üste atılır, ceset tepecikleri yükselir meydanlar da.
MUSHAF CİLDİNDEN ÇARIKLAR
Ardından kütüphaneleri dağıtır, dinî kitapları yırtarlar. Evet Mushaf-ı şeriflere hürmet edilmesi hususunda emir vardır ama çapulcular okur yazar değildir, Kur'an-ı kerimleri ayıramazlar. O müzeyyen ciltleri eğer büker ayaklarına çarık yaparlar. Bütün şehrin zemini kâğıt içindedir, yürüyen mutlaka bir âyet-i kerimeye ya da hadis-i şerife basar. Allahın hikmeti işte, rüzgâr olmamasına rağmen kâğıtlar havalanır, helezon olup bir meçhule uçar, yerlerde tek bir yaprak kalmaz.
Vehhabiler bunu görmelerine rağmen hız kesmez döner, dolaşır, türbelere saldırırlar. Müfessirlerin piri Abdullah ibn-i Abbas'ın (radıyallahü anh) kabrini de dağıtmak isterler, ancak sandukadan neşr olan güzel koku karşısında tereddüt yaşarlar. Barutla berhava etmeye kalkarlar, fitil tutuşmaz. Buna rağmen dediklerini yapar zikrolunan kubbeyi yıkarlar. Camileri de hedef alırlarsa da Yasin Efendi adlı bir kahraman karşı çıkar, bu zatın ilmi karşısında tutulup kalırlar.
Şühedanın naaşı tam 16 gün ortada kalır. Köpekler ve kuşlar insan parçalarını alıp araziye yayar, ortalık felaket kokar.
KORKU DAĞLARI BEKLER
Taif katliamının ardından Sûud bin Abdülaziz, Mekke âlimlerine bir mektup yazar, güya tevhide davet etmektedir, üslubu tehdit kokar. Tam da o sıra Taif katliamından kurtulan birkaç zavallı Mescid-i Harama girmesin mi? Başlarına gelenleri anlatırlar, dinleyenler dehşete kapılırlar. Gerek Mekkeli âlimler, gerekse de diğer İslâm beldelerinden gelen ulema Vehhabilerle mücadelede mutabakata varsalar da Mekkeliler savaşmaya yanaşmaz.
Abdulaziz'in oğlu Suud, "hacı adayları için üç gün mühlet, ya şehri terk edersiniz,  ya da..." diye haber yollayınca aman istemeye koşarlar. Selefi militanlar zahmetsizce gelir, Mukaddes beldeye kurulurlar. İslam tarihine dair ne varsa yakar, yıkar, kütüphaneleri dağıtır, ulemayı aşağılarlar.
Başta Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) evi olmak üzere, Hazret-i Ebubekir'in, Hazret-i Ömer'in, Hazret-i Ali'nin ve Hazret-i Hatice'nin (aleyhimürrıdvan) doğduğu evleri yerle bir ederler. Ki bunlar vahye şahit olan mekânlardır. Kâbe çevresinde ve Zemzem Kuyusu üzerinde bulunan tarihî eserleri kırar, bu esnada davul çalar oynarlar.  
El-Mekteb-ul Arabiye kütüphanesinde 40 bini el yazması olmak üzere 60 bin nadide kitap vardır. Dahası Yahudilere ve Kureyş'e ait antikalar, Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) silahları ve ünlü sahabelerden miras Kur'an-ı kerimler de bulunmaktadır.  Alayını yakar ortadan kaldırırlar.
Peki Osmanlılar?
O günlerde, Osmanlılar Ruslarla savaş halindedir. Azak, Kabartay ve Gürcistan elden çıkmış,  Mora, Arnavutluk baş kaldırmıştır. Akka, Berrüş-Şam, Kırım ve Tataristan felaket karışıktır. Sadece Özi kalesinde 25 bin Müslüman katledilmiş, bunu duyan 1. Abdülhamid Hana nüzül inmiş, kederden ruhunu teslim etmiştir oracıkta.   
KAVALALILAR DA OLMASA
Yine de ihmal etmez, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'ya emir buyururlar. Kavalalı'nın oğulları, Tosun Paşa ve bilahare İbrahim Paşa büyük bir hizmetler yapar. Önce Taif'i, ardından Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvereyi kurtarırlar. Hatta Der'iyye yi zapt eder, Suud oğullarını derdest edip İstanbul'a yollarlar.
Buraya kadar anlatılanlar IŞİD'i hatırlattı mutlaka. Peki ya bundan sonra?
Batıya güven olmaz, bugün vuruyor görünür, yarın el üstünde tutar. 
Neyse hikayemize dönelim. Aradan uzuuun yıllar geçer. Osmanlı bölgeden çekilmek zorunda kalır. Suud oğulları tekrar toplanır, Şeriflere (Hazret-i Hasan evladına) ve Arabistan'ın güçlü kabilelerinden Raşidilere saldırırlar. Yine kanlı kasvetli manzaralar...  
Ve İngiltere öyle buyurur, devlet oluverirler bir anda. Dünkü tedhişçiler devlet başkanı protokolüne girer, İngiliz prensleri ile samimi pozlar verirler fotoğrafçılara. Petrol bulununca Amerikalılarla el sıkışacak, neft karşılığı "saltanat sigortası" yaptıracaktırlar Washington'a. Suudi Arabistan bir aile devletidir, seçimin adını bile anmaz. Tuhaftır ama Batılı demokrasi simsarları öper başlarına koyarlar.
Onları ilk tanıyan ve kutlayan ülkelerden biri de Türkiye Cumhuriyetidir. Suudi Kralı Faysal 1932 yılında Ankara'da mükemmel ağırlanır mesela.
M. Kemal, Faysal'ı cübbesi maşlağı ve keyfiyesiyle yanına oturtur, şerefine verdiği ziyafette, Hicaz-Necd Devletine muvaffakiyetler diler "Haşmetlû Melik Hazretleri ile yüksek Hânedânının saadeti ve Devletinizin ikbal ve tealisi hakkındaki kalbî temennilerimi bu vesile ile de ifade etmek isterim" şeklinde nutuk irad eder haziruna.
Hayret! Şeriatle yönetildiğini iddia edilen bir devlete başarılar! Halbuki İstiklal Mahkemeleri şapka giymeyen mazlumları ipe yollamaktadır o sıra.
İyi de, şimdi ben bu yazıyı nasıl toparlayacağım?
Konu dağıldı mı bırakacaksın. 
Haydi kalın sağlıcakla!
İrfan Özfatura
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.