Bolluk başka şey, bereket başka…

Sesli Dinle
A -
A +

Geçtiğimiz hafta bir üretim tesisindeydim. Türkiye’nin yoğurt ihtiyacının büyük kısmını karşılayan bir fabrikada ilginç bilgiler aldım.

 

Beş kilogramlık plastik yoğurt kutularının ambalajlarının, ürünün maliyetinin %25’ini geçtiğini söylediler. Şaşırdım ama bir yandan da çabuk kanıksadım. Çünkü ben bu ambalaj maliyetleri konusuna, kullan-at mevzuuna fena hâlde kafayı takık hâldeyim uzun yıllardır.

 

Anneannemizin, babaannemizin bakır bakraçlarını en vefalı olanımız bile süs eşyası yaptı, şark köşesine koydu. Kimileri de üç-beş naylon leğene, yirmi mandala eskiciye verdi. Çünkü biz artık modern (!) olmuştuk, her şey plastik ambalajlarla gelecekti. Kullanıp çöpe atacaktık. Çünkü biz zengindik. Ne öyle köylü gibi (!) bakır bakraçlarda yoğurt saklamak?

 

Şimdi ne oldu biliyor musunuz? Bakır bakraçlara dönüşün yolu gözüktü. Bazı marketlerde “Kabını getir, burada doldur” uygulamaları başladı. Ya da depozitolu ürünlere dönülecek, ambalajı, şişeyi geri götürüp indirim alacaksınız. Zor oyunu bozdu. Kötü mü oldu? Bence çok iyi. Aslımıza döndük.

 

Bir okurumuz yazmış: “Pazardan yumurta aldıktan sonra ambalajı saklayıp tekrar aldığımızda aynı ambalajı kullanıyoruz.”

 

Hani bolluk ve bereket deriz ya hep, israfın olduğu yerde bolluk olur ama bereket olmuyor, gördük. Bolluk bol bol harcamak, ne varsa savurmak demek değil. Bolluk, aza kanaat edip, şükredip, iktisatlı olmanın sonucunda azın çok olmasıdır. Yani bereketsiz bolluk olmaz. O bolluk gibi gözüken fakirleşmeye, asalaklaşmaya, payanda olmaya giden yolun adıdır.

 

Hani şu büyük iş adamlarının gömlek manşetlerinde görürsünüz, isim ve soy isim baş harfleri işlenir. “Ö.E.” yazarlar mesela. Konuşurken de gözümüze gözümüze sokarlar o manşetleri.

 

O isim-soy isim baş harflerinin gömleklere işlenmesi hikâyesi hep ilgimi çekmiştir. 1945 sonrası. Almanya savaştan çekilmiştir, yorgun ve bitkindir. Yokluk içindedir. Devlet vatandaşlarına çalışma çağrısı yapar, ayağa kalkana kadar çalışma.

 

“Ey Alman halkı, ülkemiz ayağa kalkana kadar sürecek bir seferberlik ilan edilmiştir. Bu süreç içinde evlerinizde oyalanmayın, bütün gücünüzle fabrikalarda, iş yerlerinde çalışın ve evinize döndüğünüzde sadece uyuyup ertesi gün daha çok çalışmak için dinlenmeye odaklanın. Evlerde çamaşır, bulaşık yıkamak yok. Çamaşırlarınızı her mahallede kurulacak çamaşırhanelerde yıkayın.”

 

Almanlar çamaşırhanelere kılık kıyafetlerini verdiklerinde karışmasın diye isim-soy isim baş harflerini işlerler. Tam da söylendiği gibi yaparlar ve Almanya o yılları üretim odaklı geçirir. Bugün bildiğimiz birçok ünlü Alman markası savaş yıllarının ve savaş sonrası o çalışmanın eseridir. Biz o uygulamayı aldık zenginliğimizi gösterip, egomuzu şişirmek için kullandık. “Bak ben o kadar önemli bir adamım ki gömleğim bile ismime özel” diyoruz.

 

Dünya Savaşı dedik, peki Türkiye o yılları nasıl geçirmiştir? Siyasi çalkantılar, askerî darbeler, başbakan asmalar, sağ-sol kavgalarını kızıştırmalar, üretim yerine Marshall yardımlarıyla Amerika’nın boyunduruğunu kabul etmeler.

 

Almanya’da üretim yapan fabrikaların girişimcileri, mühendisleri, kurucuları gece gündüz çalışırken, önleri açılırken, dünyaca ünlü markalar oluşturulurken Türkiye’nin müteşebbislerine Türkiye’de kan kusturuluyordu. Şakir Zümre’nin bomba fabrikası soba fabrikasına dönüştürülüp, gizlice Türkiye için savaş mühimmatı ürettiği öğrenilince rahmetli Şakir Zümre’yi fabrikasıyla birlikte havaya uçurdular.

 

1920’lerde Vecihi Hürkuş’un uçağının test uçuşu için lisans gerekiyor deyip, lisans almak istediğinde Türkiye’de lisans verecek kurum yok cevabını vereceklerdi. Vecihi Hürkuş uçağını parça parça ayırıp yurt dışına götürüp tekrar birleştirip lisansı orada alacaktı. Başına gelmeyen kalmadı Vecihi Hürkuş’un ama en acısı bir Türk filminde avare bir âşığın, pırpırlı uçağıyla apartmanlara giren peltek bir karakterin adının Vecihi konması olacaktı. İtibarsızlaştırmayı yapan bizzat kendi ülkesiydi.

 

Hikâyeler bitmez, Nuri Demirağ’ı, Nuri Killigil’i (Nuri Paşa) de anlatmak icap eder ama yerimiz dar. Velhasıl üretmek isteyenlerin durdurulup, ısrar edenlerin öldürüldüğü bir dönemde Amerikan yardımlarıyla okullarda süt tozu dağıtanlar kahramanlaştırıldı.

 

Almanya’nın gece-gündüz çalışıp ürettiği televizyonlar ise Türkiye’nin 70’lerinde “Sizin evde var mı? Bizde var” diyerek caka satmaya yarayacaktı. Televizyon olan komşulara gidip ekrana mahallece bakakalacaktık.

 

Köşe bitti ama hikâye yarım kaldı. Ne diyelim, iş ki Türkiye’nin hikâyesi yarım kalmasın. Paramıza, emeğimize, ekmeğimize sahip çıkalım, savurganlığı bırakalım, bir de bugünün Nuri Demirağlarına, Şakir Zümrelerine, Vecihi Hürkuşlarına sıkı sıkıya sahip çıkalım, çıkalım ki hikâyemiz yine yarım kalmasın.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.