Osmanlıda askerlik ve azınlıkların durumu

Sesli Dinle
A -
A +
Osmanlı Devleti bir ulus devleti değil, imparatorluktu. Yâni çeşitli ırkların ve dinlerin Osmanlı adı altında birleştiği bir devletti. Yavuz Sultan Selîm’e kadar Müslümanların nüfûsu azınlıktaydı. Kaldı ki 1071 Malazgirt Savaşı’nda bile Anadolu’ya giren nüfusta Türkler çoğunlukta değildi; fakat milletin kurucu unsuru Türk’tü.
 
Oğuz’un muhtelif boyları Anadolu’ya girmekle berâber değişik boylar farklı Türk devletleri kurdular. Meselâ Selçuklu Devleti’ni kuranlar Oğuz’un Kınık Boyu’ndandı. Sonra Kayı Boyu Bizans’ın en zayıf olduğu noktalarda bir oba olarak kuruldu ve fetihlerle büyüdü.
Osmanlı Devleti’nde ümmet olmak, yâni hangi ırktan olursa olsun Müslümân olmak millet-i hâkime (hâkim unsur, esas millet) olmak mânâsındaydı. Meselâ Sırplarla Boşnaklar aynı dili konuşmalarına rağmen Sırplar gayr-i müslim tebaadan, Bosnalılar ise Müslümân oldukları için millet-i hâkimeden sayılıyordu.
 
Fetihler artıp sınırlar genişledikçe Doğu’da genelde Müslüman tebaa çoğalırken Avrupa’da ise gayr-i Müslim tebaa artıyordu. Bu gayr-i Müslim tebaanın dînî ve örfî işlerine karışılmıyor, yönetimde devlete tâbi’ oluyorlardı.
 
1800’lere kadar Osmanlıda Şer-‘i şerîfe tam bir itâat vardı. Gerçi Osmanlı yıkılıncaya kadar devlet hukûku hep Şerîat’in gölgesindeydi.
 
Osmanlının uzun yaşama sırlarından biri liyâkate çok önem verilmesiydi. Ayrıca hiçbir Müslüman devlet Osmanlı kadar değişik ırklardaki ümmeti bir arada toplayamamıştı. Bu, ümmet kavramının ne kadar yapıştırıcı bir unsur olduğunun belgesiydi. Tabîî ki devlet de çok güçlü olunca gayr-i müslim tebaa bile kendilerini ümmet kavramı dışında bu devletin bir parçası saymanın emniyet ve garantisi altında yaşamaktan memnundular.
 
Osmanlı başlangıçta devşirme ve yeniçeriler hâriç gayr-i müslimleri devlet işlerine pek karıştırmıyorlardı. Yeniçeri o kadar Türk ve Müslüman kisvesine büründürülmüştü ki, adı bile Göktürklerde gelen “çerig” (asker) mânâsındaydı.
 
Gayr-i müslimlerden genelde borç alınmamaya dikkat edilir veyâ akabinde hemen ödenirdi. Koçi Bey Risâlesi’nde çok ibret-âmiz (ibret veren) bir kıssa vardır:
“Memlûk seferi sırasında âcil ihtiyâç sebebiyle bir bezirgândan (aslı Farsça bâzergân, genelde Hristiyanlar için fakat hâsseten Yahûdî tüccar için kullanılan tâcir anlamındaki kelime) 60 bin altın borç alınmıştı. Sonra mâlî durum düzelip borcun sâhibine iâdesi mevzû olunca bezirgân ‘Ben bu devlet sâyesinde zengin oldum; paraya ihtiyâcım yoktur, borcumu devletime bağışlıyorum, yalnız devletimden bir isteğim vardır: Sâdece bir oğlum var. Ona gündelik iki akça ile cebecilik (ordu donatım sınıfı) verilsin bana yeter’ der. Deftedâr bezirgânın bu isteğini Yavuz Sultân Selîm’e bildirince koca Sultan ‘Bana böyle kânunsuz bir teklif getirdiğin için şanlı ecdâdımın ruhlarına yemîn ederim ki seni ve teklif sâhibini katlederdim, fakat bütün dünyâ Mekke ve Medîne fâtihi Sultan Selîm, bir bezirgânın malınâ tama’ ettiği için bezirgânı ve defterdârını öldürttü der. Tez bezirgânın parasını iâde edin. Bundan sonra bana kânuna uymaz isteklerle gelmeyin.  Her kim benim pâk kullarımın arasına ecnebî sokmaya çalışırsa dünyâdan âhırete îmansız gidip cehennem azâbından kurtulmasın’ der.” (Târih ve Medeniyet Dergisi, 1984, s. 4)
 
Bir diğer kıssa da şudur:
“Birinci Meşrûtiyet’te 49 gün sadr-ı a’zamlık yapan Midhat Paşa’nın azline tekaddüm eden (önceki) olayları naklederken şunları söyler: “II. AbdülhamîdMidhat Paşa aleyhine kabaran yüksek tabaka muhâlefetine güvenerek ve ona istinâd ederek Saray’ın Bâb-ı âlî’ye üstünlüğünü hissettirmek yoluna girdi ve kendisine sunulan teklifleri kabûl etmemeye başladı. Midhat Paşa kânun hükümlerine aykırı bulunan bu hareket tarzından müteessir oldu. Müslümân olmayan talebelerin Harb Okulu’na kabûl edilmesi üzerine olan teklifinin reddedilmesi ve mürtekib olduğundan başka Saray’da dalkavukluğu ile meşhûr olan Gâlib Paşa’nın kendisine danışılmadan hey’et-i vükelâya me’mûr edilmesi üzerine pâdişâha bir mektup yazarak devlet idâresinde onun ve kendisinin yetki ve sorumluluklarını açıkladı. Bahis konusu bu mektupta 5 Şubat 1877’den sonra Saray’a dönen Midhat Paşa, huzûra kabûl edilmeden İzzeddîn Vapuru’na bindirilerek Avrupa’ya sürgüne gönderildi.” (Osmanlı Târîhi, 8. Cild, Ord. Prof. Enver Ziyâ Karal)
 
Aslında II. Abdülhamîd, orduya Harbiye’den gayr-i müslim zâbit adayı alınmasına karşı çıkıyordu. Bunun şiddetli savunucusu Midhat Paşa idi. Bu yüzden Sultan, Paşa’ya karşı soğuktu.
 
(Enver Ziyâ Karal’ın dalkavuk dediği Gâlib Paşa, nâm-ı diğer “Türk Gâlib” Osmanlı’da ilk cinsî hastalıklar terminolojisini yazan bir devlet adamıdır. Şiir de yazan ve bütün eserlerinde olduğu gibi bu tıbbî eserini de açık bir Türkçe yazdığı için biraz da hafife alınarak kendisine “Türk Gâlib” denildi. Esrinin adı “Bâh-nâme”dir. Bâh Farsça “şehvet” demektir. Bu kitâbın yasaklanmaması da belki de bu konularda halkın bir biçimde eğitilmemesi, korunma işleri ve zührevî hastalık sebepleri gibi konuları içermekteydi. Aslında Gâlib Paşa iyi de bir devlet adamıydı Ankara defterdârlığı, mühürdarlık, dîvân kâtibliği, Vîrânşehir kaymakamlığı ve gibi görevlerde de bulunmuştur.)
 

BEDEL-İ ASKERÎ

 
Osmanlıda gayr-i müslimler askere alınmazdı. Sonradan bedel ödeyerek askerlikten muaf olmaya başladılar. Buna “bedel-i askerî” denildi. Rumlardan alınana “bedel-i askerî-i Rûmiyye”; Ermenilerden alınana “bedel-i askerî-i Ermeniyye” denildi.
 
Bedel-i askerî, Tanzîmât’tan sonra cizye yerine Hristiyanlardan alınan verginin adıdır. 1272 (1856) târihli İslâhât Femânı’nın “verginin müsâvâtı tekâlif-i sâirenin müsâvâtını mûcib olduğu” (Vergi eşitliğinde diğer vergilerinde eşit olması gerektiği) diye başlayan beyânın bugünkü Türkçe ile anlatılan konusu şöyledir: Hristiyan tebaanın İslâm askerleri benzeri bir görev yerine nakdî akça vererek fiilî hizmetten muaf tutulmaları usûlünün icrâsıyla askerî sınıf içinde nasıl istihdâm edilecekleri en kısa zamanda belirlenip yayını ve i’lânı ile cizyenin tamâmen kaldırılıp onun yerine Hristiyânlara askerî bedel konulmak sûretiyle Müslümanlar ve gayr-i müslimler arasında eşitlik te’sîs edilmesi mes’elesi Meclis’te uzun uzadıya görüşüldü (Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü-1 s. 185, Mehmet Zeki Pakalın, MEB- İstanbul, 1993)
1847’de donanmanın askerî ihtiyâcının bir kısmının Hristiyanlardan sağlanması kararlaştırıldı. Bunun üzerine toplam 1156 gayr-i müslimin eski usulle tertîbine başlandı. Aynı yıl savaş gemilerindeki Hristiyan neferâta papaz ta’yîni konusu ile gayr-i müslimlerin donanma yerine karada kullanılmaları mes’elesi tartışıldı. Devlet adamlarının çoğu Hristiyan tebaanın donanmada görevlendirilmesinden beklenen faydaların görülmediği kanâ’atindeydi. Gemilerde bulunan Hristiyan askerleri ile Müslüman neferât arasında belirgin bir uyumsuzluk ve gerginlik vardı… 1847’deki askerî tartışmaların artık Hristiyanların da belki en önemli yönü Hristiyanların da Müslümanlar gibi muvazzaf askerlik yapmaları konusuydu…
Buna sebep olarak savaşlar sebebiyle Müslüman nüfûsu hızla azalırken gayr-i müslim nüfûsu artıyordu. Varılan ortak neticeye göre gayr-i müslimlerden başarılı olanların zâbitliğe yükseltilmesi de tartışma konusu olmuştu. (Ufuk Gülsoy, Osmanlı Gayr-i müslimlerinin Askerlik Serüveni, Simurg Yayınları, s. 175, İstanbul, 2000)
 

UÇ BEYLİKLERİ VE AKINCILAR

 
Uç beylikleri genelde Hristiyan bölgelerin aslî Osmanlı sınırları ile kesiştiği bölgelerde kurulurdu. Buna Rumca “akron” denilirdi. Aslında uç beylikleri başlangıçta Bizans ile olan münâsebetler dolayısıyla bir zarûret olarak doğmuştu. Bu aynı zamanda hudutlardaki sancak beylerine verilen unvânın da adıydı. İdârî sistem gereği ve devletin bu kuruluşlara karşı duyduğu güvenle, zamanla müstakil bir devlet statüsü de kazandılar. Osmanlı da Selçuklunun uç beyliği olarak kuruldu ve sonra cihan devleti oldu. Fakat unutulmaması gereken bir husus da şudur: Uç beylikleri zamanla kontrolden çıkarak devletin başına sıkıntı olmuştur. Meselâ Akkoyunlular ve Karakoyunlular Osmanlıyı bir hayli uğraştırmışlardır.
 
Uç beylikleri Batı seferlerinde lojistik görev de ikmâl ederlerdi. Batı’ya açılan Türk akıncıları veyâ tekmîli seferler Avrupa’yı titretirken, uç beyleri de seferlere katılırlardı. Ayrı birim veyâ ordu içinde organize birlikler hâlindeki uç beyliği askerleri, Batı’nın her zaman ensesinde olmuşlardır. Batı, uç beyliklerinde tedârik gören akıncıların ne zaman ne yapacaklarını bilmedikleri için husûsî du’âlar okurdu.
 
Akıncıların Orta Avrupa vicdan ve muhayyilesinde bıraktığı te’sîr müthiş ve efsânevîdir. 1930 yılında bile Avusturya’da ağlayan çocukları “Sus, Türk geliyor!” cümlesiyle korkutmak âdeti devâm ediyordu. (Yeni İstanbul,  no 717, 21. 2. 1951 s. 5 ve sonları)
Viyana’daki St. Stephan Katedrali’nin çan kulesinde 1534’te ihdâs edilmiş Türk akıncılarının yaklaştığını görüp çan çalarak Viyanalılara haber vermekle görevli bir me’mûriyet, ancak 1956’da Viyana Belediye Meclisi’nce ilgâ olunduğunu  “artık  bir Türk akını tehlikesi kalmadığından ve bu görevin lüzumu olmadığı için”….. (Yeni Sabah 6050,  9.1.1956, s. 3b ortaları)
 
Osmanlıda Yeniçeriliğin ihdâsı aslâ bir lejyoner (paralı asker) statüsünde değildi. Zâten öyle olsaydı Osmanlı onca fetih yapamaz, birliği de sağlayamazdı. Rumeli devşirmelerinden seçilen çocuk ve gençler Yeniçeri ocağına alınırken sayı mahdûd tutulmuş, sonradan Anadolu tarafından da Müslüman çocukları bu ocağa alınınca sayı bir hayli kabartılmıştır. Hem amacın dışına çıkılmış hem de bağımsız bir ocak olan bu teşkîlât yapısı îtibâriyle tahrîf olunmuştur.
Fetih dönemlerinde Osmanlı, özellikle Orta Çağ ve Yeni Çağ başlarında tam bir cihâd ve serdengeçti ordusu gibiydi. Uç beylikleri ve bilhassa akıncılar şehâdete susamış ve geri dönmeyi düşünmeyen yâni dönüşü olmayan zaferlere dörtnala koşan fedâîlerdi. Akıncılar yalnız atlı birlikler oldukları için sarp arâzî savaşları uç beyliklerine ve aslî orduya bırakılırdı.
1800’lerde askere gayr-i müslimlerin alınması Osmanlının bittiğinin ilk işâretiydi. Hele Tanzîmâtla başarılı gayr-i müslimlerin zâbitân sınıfına alınmaları Harb Okulu’na kabûlü Osmanlı bozulduğunun alâmetiydi. Cihâd rûhuyla şehâdete atılırken “Allâh Allâh” nidâlarıyla düşman yâni Hristiyan askerlerini katlederken Rum ve Ermenîler “Hurrâ Hurrâ” diye bağırıp dindaşlarını öldürmelerinde bunların samimiyetlerine inanmak fazla iyimserlik olmaz mıydı? Gerçi gayr-i müslimlere askerî bedel ve muhârip olmayan birliklere alınmaları gerçekleştirilerek bu sıkıntı nispeten giderilmişti.
 
Yeniçeriler çoğunluk îtibâriyle Hristiyan kökenli olduklarını dahi bilmiyorlardı. Bugünün komando birliklerine tekâbül eden akıncılarda mühtedî (sonradan Müslümân olmuş)  Mihaloğlu gibi namlı akıncı beyleri de vardı. Genellikle hafif süvâri birliği olan bu kuvvetlerin komutanları da sancak beyi mesâbesinde idi. Ünlü beylere izâfeten devâm eden aynı adlı akıncıların künyeleri oğullarında ve sülâlarinde yıllarca yaşamıştır.
 
Bunların bölgeleri de tahsisliydi. Meselâ Mihaloğlu Sofya’da, Evrennosoğulları Arnavutluk’ta, Turhanoğulları Mora’da, Pehlivanoğulları Kafkasya’da, Malkoçoğulları Silistre dolaylarında bulunurdu. Akıncılar merkeze bağlı olmamakla birlikte pâdişâha en mutî’ ocaklardı.
           

AKINCILARDA SERHÂD ÂDETLERİ

 
Akıncılar başlarına Orta Asya Türkleri gibi kızıl börk giyiyorlardı. (Kemâl-Paşazâde, Tevârîh-i Âl-i Osmân, Ali Emîrî, No 31, v. 95 b)
 
Peçevî’nin, dayısı Ferhâd Paşa’yı anlatırken söylediği gibi börklerinin üzerinde kurt başı vardı ki tamamen Orta Asya İslâm öncesi devirden kalmadır. Akıncılar kartal kanadı da takınır subaylar leopar ve kaplan postu giyerlerdi.
 
O devirde yetişmiş ve döğüşmüş olan Peçevî İbrâhîm Efendi, akıncılar hakkında çok şey anlatır. I. Cildinin sonunda II. Selîm devrinin (1566-1574) meşhûr ümerâsını anlatırken Sarı Batur Ali Bey’den bahseder. “Batur” Türklerin “alp” gibi Ota Asya’dan getirdikleri unvanlardan biridir. Bahâdır kelimesini menşei de budur.  (Aslında bu kelime Moğolca “bagatur”dan gelmektedir.)
 
Akıncı beyleri pâdişâhtan “Geri dönmeyin!” emri de alabilirdi. Bu alenen ölüm fermânı idi ki buna hemen bî’at ederler ve gülerek şehâdete koşarlardı.
 
Evliyâ Çelebî, Seyahatnâme’nin 7. cildinde 1665’te Beç (Viyana ) şehrini ziyâretini anlatır. Viyana yakınlarında “Kasım Voyvoda Şehitleri Ziyâretgâhı”na gider. Burada 40 yerde yığın hâlinde 12.000 Türk akıncısının yattığını Almanlar, Çelebî’ye anlatmışlardır. Bunun gerçek olduğu akıncı Türkü ve koşmalarında sabittir. Kânûnî dönemindeki bir saz şâirinin söz ve nâmelerinden dökülen hüzün ve zaferin taçlandırdığı Alman sınırlarındaki yiğitlik âbideleri olan mısralar şöyledir.
 
“Üstünde yoruttuk eşdik (At koşturup asker sevk ettik) ///  Sarptır Alaman dağlar///Bihamdillâh hele geçdik/// Sarptır Alaman dağları///--- Sultan Süleymân Hân’ımız ///Gâzîler çevre yanımız/// Bu sözde yok yalanımız///Sarptır Alaman dağları ///---Yürek doymaz havasına///Şükür indik ovasına/// Vardık hem de yaylasına/// Sarptır Alaman dağları… Hisarları (Akıncılar hisarlara uğramazlardı ) koyup gitdik///Etrâfını vîrân etdik /// Oğlun kızın esîr etdik/// Sarptır Alaman dağları.” (Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, Ötüken Yayınları, 7.Cilt, s.236-294)
 
Osmanlı târîhi hiçbir milletin sâhip olamadığı şan ve şeref levhalarıyla doludur. Bunu anlayabilmek içim bu rûhu taşımak gerekir. Bu rûha yabancı olanlar Osmanlıyı anlamadıkları için ona düşmanlık duyarlar.
Bugün de sınır ötesinde Kızılelmalarla şehâdete koşan şanlı Türk ordusu, atalarından kalan akıncı rûhunu yaşatmaya devâm ediyor.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.