Hilafeti tartışmak -II-

A -
A +

Hukuk fakültesine yeni başlayan talebeye ilk öğretilen esaslardan biri, kanunların bir lafzı ve bir de ruhunun olduğudur. Kanunun lafzı, zahiri, kelime tarafıdır. Bir de kasdı, yani hedefi, niyeti vardır. Bu itibarla kanunlar şerh edilir, ictihatlar yapılır. 431 Sayılı Kanunun 1. Maddesini okuyan bir hukuk talebesi de anlar ki evet, bir tasarruf yapılmış ve fakat müessese muhafaza edilmiştir: "Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan" mülgadır. Kanun, Hilafeti ilga ederken bu müessesenin hem hükümette ve hem de Cumhuriyette yaşadığını beyan etmektedir. Hükümet, devleti millet adına çekip çeviren icrai güçtür. Bu bakımdan onda olamaz, daha üst kurumda olması işin tabiatı gereğidir. Cumhuriyetten kasıt, devlettir. Devleti de Cumhurbaşkanı temsil ettiğine ve Osmanlı Devletinde de Hilafetle riyaset aynı makamda birleşmiş bulunduğuna göre Hilafet, Cumhurbaşkanlığı, devlet reisliği makamındadır. Eğer, Kanunun gaye, niyet ve kasdıyla devrin siyasi ve sosyolojik gerçekleri göz ardı edilerek yalnızca lafza bağlı kalınıp kuru kelimelerle tefsir edilirse bu yol, hatalı neticeye götürür. Buradan İngilizlerin başını çektiği düveli muazzamanın, ne gibi zorbalıklar yaptığını tahmin etmek mümkündür. Şayet kanunun niyet ve kasdı ihmal edilip sadece lafzı esas alınırsa 431 sayılı kanuna göre Türkiye Cumhuriyeti, yekpare/üniter bir devlet değildir. Kanun, Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti memaliki/memleketleri haricine çıkartılmasından söz etmektedir. Belli ki Osmanlıda kullanılan "Memaliki Osmani" tabirinin tesiriyle böyle yazılmıştır. O halde şöyle demek mümkündür: TBMM, her ne kadar Hilafet faaliyetini durdurmuşsa da devlet güçlendiğinde yeniden hayata geçirmek üzere muhafaza etmiştir. Bu bir görüştür... Başka bir görüş, diğer gerçek ise şudur: Son Halife, VI. Sultan Mehmed Vahideddin'dir. Bu Padişah, İslam Halifelerinin yüz yirmi birincisi ve sonuncusu, Osmanlı Padişahlarının otuzaltıncısı ve sonuncusudur. Bu görüşe göre Hilafet, meşru Halife'den usulünce devralınmadan Abdülmecid Efendinin tayinle halife yapılması mümkün değildir, yok hükmündedir. Şu bir hakikattir. Bugün Ortodoksların patrikliği, bilhassa Katoliklerin papalığı olanca gücüyle işlemektedir. Buna mukabil: Dünya Müslümanlarını temsil eden, müeyyide tatbik etme yetki ve gücüne sahip bir makam mevcut değildir. Bu makam devrede olsaydı Müslümanlar arası ve Müslümanlarla Yahudiler ve Müslümanlarla Hıristiyanlar arası bu kan dökülmeler yaşanmayabilirdi. En azından bu çapta olmazdı. PKK, 11 Eylül, Irak işgali, Filistin dramı, Suriye faciası vs. çıkmayabilirdi. Ama hadisenin bir de düşündüren tarafı var: Yukarıdaki görüşlerden biri kabul edilerek Cumhurbaşkanı aynı zamanda Halife-yi ruyi zemin unvanını alsa veya Osmanlı Hanedanı'ndan bir Şehzade Efendi, Halife sıfatıyla Topkapı Sarayı'nda otursa ne kadar Kürt, ne kadar Arap ve ötekiler biat eder? Köprüler tahrip edildi, tahrip edilen köprülerin altından çok sular aktı. Müslümanların ortak kurumları kalmadı. Asıl sebep budur...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.