Bid’at... At gitsin

Bid’at... At gitsin

Ramazan Haberleri

Ehl-i Sünnet âlimleri hep nakli esas aldılar... Muhammed aleyhisselâmın neyi ne için söylediğini veya yaptığını bütün ayrıntısıyla Eshâb-ı kirâmdan ‘aleyhimürrıdvan’ hayatta olanlarına bizzat sorarak veya gelen haberlerle öğrendiler

Muhammed aleyhisselâmın talebelerinin yani Eshab-ı kiramın 'aleyhimürrıdvan' hepsi müctehid idi. Yani Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden mana çıkaracak ilme ve tasavvuf derecesine sahip idiler... Âyetlerin hangi hâdise üzerine indiğine bizzat şahit oldular. Bu âyet-i kerîmeleri açıklayan hadîs-i şerîfleri bizzat işittiler... Yani hem murâd-ı ilâhiyi hem de murâd-ı Peygamberîyi yerinde, birinci nurlu ağızdan öğrendiler... Bununla birlikte Âlemlerin Efendisi ‘aleyhisselâm’  talebelerine, derecelerine göre âyetleri açıkladı... Bir hadîs-i şerîfte, ‘Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Gelseydi Ömer peygamber olurdu’ buyuruldu...
Şimdi dikkat ediniz...
Bir gün Peygamberler Sultanı, Ebu Bekr-i Sıddık’a ‘radıyallahü anh’ baş başa çok şeyler anlattı... Eshâb-ı kirâm edeplerinden yanlarına yanaşamadı... Ama Ömer-ül Faruk ‘radıyallahü anh’ teklifsiz yanlarına gidebiliyordu. Peygamberin çok çok sevgilisiydi...
Ertesi gün ilim aşığı Eshab, hazret-i Ömer'e,  - Ya Ömer... Resûlullah aleyhisselâm, Ebu Bekr'e ne anlatıyorlardı, diye sordu...
Cevap anlayan için bu gün olan bitenleri de netleştirecek şekilde oldu...
- Bir âyet-i kerîmenin tefsîrini yapıyorlardı... Bir saat dinledim... Hiçbir şey anlayamadım...

SAYISINI KİMSE BİLMEZ…
Evet... Peygamberlik devam etseydi Peygamber olacağı, Allahın Sevgilisi (aleyhisselâm) tarafından bildirilen o yüce sahabi bile, Sıddık-ı Ekber hazretlerine ‘radıyallahü anh’ bildirilen tefsîri anlayamadı... Âlimler, ‘Çünki Resûlullah aleyhisselâm, Ebû Bekr-i Sıddık’ın derecesine göre anlattılar. Ömer'in derecesi oraya yetişemedi’ buyurdular...
Bir gece Resûlullah aleyhisselam, zevcesi Aişe 'radıyallahü anha' annemizle evlerinin kapısı önünde oturuyorlardır... Efendimizin o güzel başları hanımın omzuna yaslanmış, o tatlı gözleri dikkatli bir şekilde yıldızlara bakmaktadır... Annemiz bir aya, bir eşine bakar... Ve bakar ki, zevcinin yüzü aydan nurlu ve güzeldir... Dayanamaz, hislenir, ağlar... Gözyaşı Peygamberler Sultanı'nın yüzüne düşer...
- Ya Aişe... Ne oldu sana...
Annemizin sözlerindeki ilim, aşk ve estetiğe bakınız...
- Yüzüne ve aya bakdım... Yüzün aydan daha nurlu... O kimseye acırım ki, kıyamet günü Senin yüzünü göremesin ve şefaatinden mahrum kalsın...
- Ya Aişe... Bilmez misin ki, Hüdâ-i azze ve celle güneşin ve ayın nurunu benim nurumdan yaratdı. Niçin hayret edersin... Yıldızları ve levhi ve kalemi ve onsekizbin alemi benim nurumdan yaratdı...
- Ya Resûlallah...Sen yıldızlara niçin bakardın...
- Ya Aişe! Benim Eshâbım arasında, bir recül [mevki sahibi] vardır ki, hergün yıldızlar adedince, onun tâ'atini göğe götürürler. Ben yıldızlara bakdım ki, adedini Allahü teâlâ hazretlerinden başka bir ferd bilmek ihtimâli yokdur...
Annemiz babası Ebu Bekri kastettiğini düşünür... Mübarek ağızlarından duymak isterler...
- Ya Resûlallah o recül kimdir?..
-Ömer bin Hattâbdır “radıyallahü teâlâ anh”... Ömer bin Hattâbın "radıyallahü teâlâ anh" tâ’ati ise babanın tâ’ati yanında, deryâdan bir damla gibidir.
İşte bu farktan dolayı Hazret-i Ömer, o âyet-i kerîmenin Ebu Bekr-i Sıddık’a yapılan tefsîrini anlayamadı...
Ama günümüzde görürüz ki, içinde Hazret-i Ömer'in anlayamadığı o âyet-i kerîmenin de bulunduğu bütün Kur’ân-ı kerîmi anlayanlar (!) var... Sonra da bid’atlerden geçilmiyor ortalık...

CEHENNEMİN KÖPEKLERİ…
İslamiyetin gelişinden bu yana neredeyse 1.500 yıl geçti. Geçen her yılı bu zamandan bin metre uzaklaşmak olarak düşünelim...
Şimdikiler bu dini, bu kadar uzaktan tarif etmeye uğraşıyor... O zamanda bulunanlardan nakille gelen yola uymak dururken, bu hataya düşüyorlar... 'Biz âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri en ince ayrıntısına kadar anlıyoruz' deme cür’eti gösteriyorlar... İ’tikadda ve amelde bu yüzden bir sürü yanlışa düşüyorlar... Bid’atleri körüklüyorlar... (Bid’at sahipleri cehennemin köpekleridir) hadîs-i şerîftir...
Ehl-i Sünnet büyükleri öyle yapmadı... Bu yolun büyük âlimleri hep nakli esas aldılar... Muhammed aleyhisselamın neyi ne için söylediğini veya yaptığını bütün ayrıntısıyla Eshab-ı kiramdan ‘aleyhimürrıdvan’ hayatta olanlarına bizzat sorarak veya gelen haberlerle öğrendiler... Talebeler yetiştirip, kitaplara geçtiler... İşte 4 hak mezhep, hep bu yol için çalıştı... Ve sonunda din bize sağlam kaynaklardan, sapsağlam geldi... Ehl-i Sünnet olana müjdeler olsun... Allah ve Resûlünün beğendiği gibi inanma ve ibadet etme seadetine bunlar kavuştu...

ÖLÇÜ…
İmam-ı Rabbani 'kuddise sirrehül aziz' hazretleri 2. bin yılın yenileyicisidir... Kelam ilminde müctehid idiler... Gelecekleri bin yıl önce Resûlullah aleyhisselam tarafından müjdelenmiştir... Yazdıkları Mektûbat kitabı için Esseyyid Abdülhakim-i Arvasi ‘kuddise sirrehül aziz’ hazretleri, “Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden sonra İslam aleminde Mektûbat ayarında bir kitap daha yazılmamıştır' buyuruyorlar... Bu bin yıllık evliyaya bedel; büyükler büyüğü 1. cilt 157. mektûbunda her şeyi özetliyor aslında... İşte o mektûbdan...
“...Doğru yolun âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak i’tikâd etmek lâzımdır. Çünki, Kitâbdan ve sünnetden bizim ve sizin anladıklarımızın hiç kıymeti yokdur. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymak lâzımdır. Bizim anladıklarımız, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymuyor ise, hiç kıymeti olmaz. Çünki her bid'at sâhibi, [türedi reformcular] ve doğru yoldan kayarak dalâlete düşenler, sapık bilgilerini ve bozuk işlerini, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıklarını ve bu iki kaynakdan çıkardıklarını söylemekdedirler. Bu sözleri çok yanlış ve haksızdır..."
Bu büyük zat, 312. mektûbda namazda otururken parmak kaldırmanın Hanefi mezhebinde caiz olmadığını ispat ederken (bizzat saydık) otuza yakın Ehl-i Sünnet âliminin kitabını kaynak olarak gösteriyorlar... Dileyen bakabilir... Yani hep nakilde bulunuyorlar... Ve orada öyle bir cümle kullanıyorlar ki...
“Sözün kısası, bizim gibi câhillerin, birkaç hadîs-i şerîf işitmemiz, delîl ve sened olamaz. Din büyüklerinin sözlerini red etmemize sebeb olamaz...
...bizim gibi mukallidlerin bilgisi, bir şeyin halâl veyâ harâm olmasına vesîka olamaz. Bir şeyin halâl veyâ harâm olması için, müctehidin zan etmesi lâzımdır. Müctehidlerin sözlerini, senedlerini örümcek yuvasından dahâ çürük sanmak, büyük atılganlık olur.”
Anlayana bir söz yetişir...

DİN NAKİLDİR…
Süfyân-ı Sevrî ‘rahmetullahi aleyh’ hazretleri mutlak müctehid idi... Yani dört mezhep imamları gibi kendi mezhebi vardı... Mezhebi kitaplara geçmediği için unutuldu... Böyle büyük bir zatın bir gün birinden koşarak kaçtığı görüldü...
- O kimseden niye kaçıyorsunuz, diye sordular kendisine...
- Bu kişi bid’at sahibi... Onun için kaçıyorum, buyurdu...
Dinleyenler şaşırdılar... - Efendim siz mutlak müctehidsiniz... Ona doğruları ispat etseniz ya... Belki hidayete kavuşur, dediler...
Mübareğin verdiği cevap tüyleri diken diken etti...
- Ne hidayeti... Korkuyorum ki, bana bir âyet-i kerîme okur, yanlış mana verir ve o mana benim kalbime yer eder de helak olurum...
Bir mutlak müctehid böyle korkarsa bizler ne yapalım...
Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayanlar hâlini buna mukayese eylesin artık...
Bid’at sahipleri inanışta veya ibadette Peygamber Efendimizden ‘aleyhisselâm’, O’nun vârisleri yoluyla gelen bilgilere karşı çıkıyorlar... Yani Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) âlimler vasıtasiyle bildirdiklerine,  ‘Doğrusu öyle değil, böyledir’ deme cür’etini gösteriyorlar... Hâlbuki Ehl-i Sünnet âlimleri inanış ve ameldeki hükümleri hep nakil ettiler... Kaynak gösterdiler... Bize bu mukaddes emaneti ilk gündeki berraklığıyla ulaştırdılar... Amma ne yapalım ki ni’mete kavuşmak nasip işi...

KÖRE EDİLEN NASİHAT…
Zamanın birinde bir kişi, kör biriyle yolculuğa çıkmış... Körün güzel, çok sevdiği bir kamçısı varmış... Yolculuk esnasında kamçıyı elinden düşürmüş... Yol arkadaşına söylemeye kalkmış ama ‘Ya bulur da bulamadım der, kamçımı çalarsa’ diye kendisi devesinden inip almaya karar vermiş... Geceymiş... Binbir zahmetle, kör hâline bakmadan, kamçı uğruna devesinden aşağıya inmiş... Arkadaşı önceleri fark etmemiş bu durumu... Kör eliyle toprağı yoklarken yumuşak, uzun bir şeye dokunmuş... Yüzünde bir tebessüm belirmiş... - Kamçıyı bulamadım ama daha güzelini buldum... Bu daha yumuşak... Belli ki iyi bir ustanın elinden çıkmış, diye düşünmüş... Sağlam arkadaşı körün elindekini fark edince, - Çabuk bırak onu elinden, sen ne yapıyorsun, diye feryat etmiş...
Çok bilmiş kör, - Niye bırakacakmışım böyle güzel kamçıyı... Bırakayım da sen al değil mi, demiş...
- O kamçı değil, bir yılan çabuk at gitsin...
- Yılan mı... Yalan söylüyorsun... Yılan olsa hareket ederdi... Sen bu bulduğum kamçıya göz koydun ama çok beklersin, demiş kendini akıllı sanan kör... Arkadaşı, - Hayvan gecenin ayazından büzüşmüş, hareket etmiyor... Birazdan güneş doğacak, hava ısınır ısınmaz kendine gelecek... Çabuk at gitsin, demiş ama dünya hırsı körün görmeyen gözlerini bürümüş bir kere...
Birazdan güneş doğmuş ve kendine gelen yılanın ilk yaptığı iş körü sokarak öldürmek olmuş...
Ehl-i Sünnet âlimleri bu sağlam kişiye benzer... Bid’at sahipleri de bu köre... Âlimler kitaplarıyla, sözleriyle, - Bu inanışın, bu amelin bid’at, at gitsin, derler ama onlar yaptıklarını kıymetli zanneder.. Tâ ki güneş doğana (kabre girene) kadar...

BATI’NIN ÜZÜNTÜSÜ (!)
Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek bir kitabında der ki, “1960’lı yıllarda Fransızca bir ansiklopedide aynen şu satırları okudum: Ne yazık ki Anadolu’da tekrar Ehl-i Sünnet hareketi başladı...”
Maalesef Ehl-i Sünnet'in nasıl bir güç olduğunu batılılar bizden daha iyi biliyor...
Avrupa’yı 8 asır ilim ve medeniyetle donatan Endülüs Emevi Devleti sünnî yani Ehl-i Sünnet idi. Hindistan’da yüz yıllarca hüküm süren Gürganiyye Devleti de öyle... Dedelerimiz Selçuklu ve Osmanlılar da öyle... Dünyayı etkileyen, kâfir memleketlerini tir tir titreten devletler hep sünnî idi. Onların çalışmalarına Allahü teâlâ başarı veriyordu...
Batılı ülkeler dünyayı sömüremez hâlde idiler... Bunun için sünnî devletleri parçaladılar... Sünnî i’tikadı anlatan İslam kitaplarını ve bunları yayan, öğreten Ehl-i Sünnet âlimlerini yok ettiler... Yerlerine, satın aldıkları sahte din adamları vasıtasıyla sapık i’tikadları yerleştirdiler... Ehl-i Sünnet'i savunan, biricik kurtuluş yolunun bu olduğunu yayan din büyüklerini her vasıta ile bu satılmış din adamlarına kötülettiler... Hakiki ilimler kalmayınca cahil topluluklar zaten kendiliğinden ortaya çıktı... Nesiller dedelerinden kalma doğru yolu unuttu... Artık ilmi olmayan nesillere zehirli bid’atleri şırınga etmek çok kolaydı...
Şu satırlar Mektûbât-ı Rabbânî'deki 255. mektûbdan:
İşitdiğimize göre, hazret-i Mehdî, hükûmet sürdüğü zemân, dîni yayarken ve sünneti diriltirken, bid’at işlemeğe alışmış olan Medînedeki âlim, bid'ati güzel sandığı ve ibâdet olarak yapdığı için, hazret-i Mehdînin emrlerine şaşarak, (Bu adam, bizim dînimizi yok etdi ve milletimizi öldürdü) diyecekdir.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Sonraki Haber Yükleniyor...