Yasemin Güneş: O akşam sadece ben ve Başbakan ayaktaydık

Yasemin Güneş: O akşam sadece ben ve Başbakan ayaktaydık

YAŞAM Haberleri

Bu elim kazanın yıldönümünde henüz helikopterin nasıl düştüğü ve düştükten sonraki yaşananlar tam olarak netlik kazanamadı.

Bundan tam beş sene önce, Türkiye yaşadığı kayıplarla hüzne boğuldu. Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve ekibini taşıyan helikopter henüz açıklanamayan bir sebepten düştü ve pilot dahil 6 kişi hayatını kaybetti.

Bu elim kazanın yıldönümünde henüz helikopterin nasıl düştüğü ve düştükten sonraki yaşananlar tam olarak netlik kazanamadı. Helikopterin ilk başlarda bir türlü bulunamaması, başka yerlerde aramaların yapılması hep tartışıldı. O gün başka bir hüzün daha yaşanmıştı. İHA Muhabiri İsmail Güneş'ten duymuştu tüm Türkiye kazayı. Telefondan düştüklerini haykıran İsmail Güneş, saatlerce kurtarılması için elinden geleni yaptı. Ama maalesef helikopter bulunduğunda, İsmail Güneş, Muhsin Yazıcıoğlu ve diğerleri hayatını kaybetmişti. İsmail Güneş'in eşi Yasemin Güneş o gün yaşadıklarını ilk kez Divanyolu Dergisi'ne anlattı. Yasemin Güneş, yaptığı açıklamada, 'Sadece bir cevap istiyorum. Oğullarımın babası aslında nasıl öldü' diyor. İşte o duygu dolu röportajın bir kısmını sizlerle paylaşıyoruz.

İsmail Güneş'in eşi Yasemin Güneş o günleri anlatıyor

O günü, o geceyi…

O günleri nasıl anlatacağımı bilemiyorum…

Çünkü tarifi mümkün olmayan bir acı, hala dolaşıyor içimde.

Bu, tek başıma, gerçekten de altından kalkılamayacak bir yük, üstesinden gelemeyeceğim bir ağırlıktı benim için.

Söyleseydiler, inanabilir miydim? Veya, hadi şu an kendinize sorun, kendinizi benim yerime koyun; inanabilir miydiniz böyle bir şeyin olabileceğine, yaşanabileceğine?..

Fakat işte, insanız… Demek ki, buna bile katlanabiliyormuş bir insan!

Şimdi tek tesellim; oğullarım var ve hem İsmail'i hem de bizleri unutmayan dostlar ve meslektaşlar var.

Bu da, o derin yalnızlık duygusunun, biraz da olsun hafiflemesine yardımcı oluyor.

*

Salı gününün akşamıydı… Gece saat 10 (22.00) sularında İsmail'in telefonu çaldı. Arayan BBP (Büyük Birlik Partisi) İl Başkanı Erhan Üstündağ'dı. Yarın (Çarşamba günü) miting için Maraş'a gideceklerini ve Genel Başkan Muhsin Bey'in (Yazıcıoğlu) İsmail'in de gelmesini istediğini, söyledi.

Konuşmalarını duyuyordum. Çarşamba günü programının olup olmadığını sordu. İsmail ise; ertesi günü belli bir programının olmadığını, nbsp; müdürünü arayıp izin isteyeceğini söyledi… Az sonra (geçici olarak Kayseri bölgesine bakan Adana bölge müdürü) Adnan Bey'e "Muhsin Başkanın kendisini Maraş'a götürmek istediğini" anlattı. O da "Yokluğunda yerine bakabilecek birini bulursa gidebileceğini" söyledi.

*

Bu görüşmelerden sonra İsmail, koltuğa oturdu bir sigara yaktı.

Bir elinde sigara, diğer eliyle saçını kıvırıyordu. Genelde bir şey düşünürken bu hareketi yapardı. Anladığım kadarıyla; gidip gitmemek konusunda düşünceli idi.

- Neden düşünüyorsun? Dedim.

- Ya bilmiyorum, gitsem mi gitmesem mi? Dedi.

- Hayret, sen düşünmezsin genelde, dedim.

- Sence?

- Bence mi? Git desem gitmeyeceksin, gitme desem gideceksin, bilmiyorum ben!.. Dedim. O zaman, biraz daha sessiz kalarak;

- Muhsin Başkan beni istemiş, gideyim… Beni sever, dedi.

*

O gece bir rüya görüyorum…

Rüyamda İsmail eve erken geliyor, odamızda uyumaya hazırlanırken… Fakat bir anda, yatağın ortasına gelecek şekilde duvara asılmış olan, rahmetli babamdan kalan tespih gözüme takıldı. Dikkat ettim; tespih hem altı tane olmuş hem de yeni cilalanmıştı. İsmail'e; "sen mi cilalatın" dediğimde "hayır" dedi… Tam o sırada İsmail'in olduğu taraftan Aksakallı bir dede geldi. Elinde altı tane asa vardı, yepyeni… Tam o sıra, yatak bir anda ikiye ayrıldı, İsmail gitgide uzaklaştı ve kayboldu.

Sabah kahvaltı yaparken rüyamı anlattım İsmail'e.

Sadece güldü bana ve espri olarak "Üstün açık kalmış" diye cevap verdi.

*

Kaza olmasaydı ertesi günü yani Perşembe, yeğenim Yiğit Efe'nin doğum günü vardı. İsmail daha önce Tuluğhan'a spor ayakkabı almıştı. Efe ile Tuluğhan aynı yaştalar. Efe de her zamanki hitabıyla: "İsmaili Güneşim bana da alır mısın?" Dedi.

İsmail bunu duyunca, bana:

- Maraş'a gidip geleyim de Efe'ye, Tulu'nun (Tuluğhan'a öyle hitap ederdi) ayakkabısından alacağım. İnşallah doğum günü saatinde bir şey çıkmaz da gelirim, dedi.

Çünkü Efe'nin doğum gününe muhakkak katılırdı.

Ama kaza oldu; ne ayakkabıyı alabildi, ne katılabildi, zaten doğum günü de iptal oldu.

*

Sabah… nbsp; Sohbetten sonra kalktı çocukları öptü "Maraş'a habere gideceğini" söyledi. Yola çıkarken ve dönerken aramasını istedim. Tamam dedi.

Tam apartmandan çıkarken tekrar arkasına döndü baktı, sanki son bakış gibiydi. Neden baktığını sordum; "Bakamaz mıyım" dedi ve gülümsedi.

Güle güle yaparak gitti.

Helikoptere binerken aradı. Maraş'a indiklerinde de aramasını istedim.

Maraş'a indikten sonra da aradı; miting alanına gittiklerini, söyledi.

Tekrar, dönüşte de aramasını istedim; "ararım" dedi ama, aramadı.

En son konuşmamız, işte o Maraş'a indiklerindeki konuşmamız oldu.

Bir daha aramadı.

*

İsmail çok iyi bir gazeteciydi. Haberi yorumsuz yazardı. Bu yüzden İsmail'i herkes severdi... Gazetecilik İsmail için meslek değildi, aşktı. Bu yüzden, hayatındaki sıralama; önce haber, sonra oğulları, ardından yemek ve en son ben gelirdim!..

Telsizi gece uyurken bile dinlerdi. Telsizden bir anons geçse, uykusunda bile olsa duyar, uyanır ve giderdi. Haber çıktığında gözleri parlardı, her habere aynı heyecanla giderdi.

Bel fıtığı vardı aslında, yürüyemezdi ama o anda telsizden önemli bir olayla ilgili anons geçtiğinde hemen iyileşiverir; canı yansa da veya canının yandığını duymaz, giderdi. Haber varsa onu hiçbir şey engelleyemezdi.

*

İsmail'in yanında işe başlayan Turan adında elemanı vardı. Cinayet haberi için adliyeye gönderiyor fotoğraf çeksin diye. Turan zanlının fotolarını çekip geliyor. İsmail bilgisayara takıyor makineyi. Fotoğraflara bakıyor ama her fotodan sonra delete tuşuna basıp siliyor tek tek kareleri. Turan merak içinde tabii ki;

- Abi neden sildin diye soruyor.

- Haber için deklanşöre bastığında öyle bir kadraj almalısın ki; ben o fotoğrafa baktığımda her şeyi anlamalıyım. O görüntü bana her şeyi söylemeli ki ben ona bakıp haberi yazabileyim… Makine, mekanik bir şekilde öğrenilir. Sen asıl "fotoğrafın, bakana her şeyi anlatması gerektiğini" öğrenmelisin… Bak burada sadece zanlının görüntüleri var, yanında polisler yok, adliye binası yok, filan diyor.

Tabii ki başka bir gazeteci arkadaşından, kendine lazım olan görüntüleri de istemiş önceden. Ama bu arada, yanında staj yapan arkadaşa da şahane bir meslek dersi vermiş.

*

Eğer bir gazeteci ile evlenecekseniz, her türlü sürprize de hazır olmak lazım.

Bunun nedenini şu örnekle anlatayım: Nişanımızın olduğu gün Kayseri bölge müdürü ve müdürlüğe bağlı arkadaşları nişanımız için Sivas'a geliyorlardı. İsmail'e şaka yapmayı kararlaştırıyorlar. İsmail'i arayıp:

- Zara'da helikopter düştüğünü, oraya gitmesini, söylediler.

Bir bana baktı ve birden:

- Habere gitmem gerekiyor, dedi!

Sonra arkadaşları bulunduğumuz odaya gelerek şaka yaptıklarını söylediler.

Eğer o gün söyledikleri şaka olmasaydı, doğru olsaydı kesinlikle giderdi. Çünkü salonda diğer rakip ajansta çalışan arkadaşları vardı. Onlar gidince haberi atlamış olacaktı.

İsmail haber atlattığı zaman ya da tam tersi atlatıldığı zaman, bu durum yüzünden net olarak okunurdu. Haber atlattığı zaman büyük bir keyifle gelir anlatırdı, gülerdi. Ama tersi olduğunda kapıyı açar açmaz yüzünden anlardım. Gözlerinden ateş çıkardı. Saatlerce konuşmazdı. Yemeğini yer, haberlere bakardı. Saat ilerleyip sakinleşince olanları anlatırdı. Ben de: "Her zaman haber atlatan sen olamazsın, elbette ara sıra onlar da atlatacak, bu normaldir" diye onu sakinleştirmeye çalışırdım ama İsmail bunu asla kabul etmez ve "Olamaz" deyip, kestirip atardı!

Haber konusunda akraba, arkadaş, eş, dost diye asla ayırım yapmazdı.

Ben onun haber yapma konusunda "vicdansız" olduğunu düşünürdüm ve kendine de söylerdim…

*

Kazayı öğrendiğimde arkadaşımın evindeydim.

Normal zamanda, İsmail böyle canlı yayınlara çıkacağı zaman seyredip yorum yapar, şaka yapıp kızdırırdım.

O gün nedense hiç açtırmamıştım televizyonu.

Telefonum çaldı…

Önce İsmail'in amcaoğlu aradı, nerede olduğunu sordu. Cevap verdim.

Sonra bir arkadaşı aradı, ona da benzer bir cevap verdim.

Ve en sonunda İsmail'in ablası aradı beni ve "kaza geçirdiklerini, durumunun iyi olduğunu" söyledi.

- Şu an Kayseri'ye götürmekte olduklarını… Haber gelince hep birlikte Kayseri'ye gideceğimizi, söyledi.

O anda helikopter filan aklımdan silinmişti, "trafik kazası" diye düşündüm.

*

Miting alanından dönüşte, beni almaya geldiler. Çocuklar yanımdaydı, onları kardeşime bıraktık. Anlamasınlar diye yanlarında ağlamadım.

Sonra arabada, birdenbire aklıma helikopter geldi. O sıralar çok hava kazası oluyordu. "İnşallah helikopter düşmemiştir" dedim.

Eve geldiğimde televizyondan gördüm ki; eyvah, helikopter düşmüş!..

Kayseri'ye götürülme bilgisi de yanlışmış fakat şu anki tek teselli, arama çalışmaları hemen başlatılmış…

*

Aslında ilk başta insanın tüm algıları duruyor, anlamıyorsunuz "neler oluyor" diye.

Derken televizyonlardan İsmail'in sesi yayınlandı.

Çok umutlanmıştık.

Gidip, alıp gelecekler, biz de yanına gidecektik. Kurtulmuştu çünkü.

Hiç aklıma, bulmayacakları gelmemişti…

Fenalık yapacaklarını hiç düşünmemiştim.

Benim ülkem güçlüydü, bulup getireceklerdi.

Saatler, dakikalar, saniyeler, bir türlü geçmemeye başladı. Kâbus dolu günlerdi. Öldü mü yaşıyor mu, gelecek mi gelmeyecek mi?..

İnsanlar geliyordu… Birileri gelip "yaşadığı haberini almışlar, geçmiş olsun" diyorlar, bir saat sonra başkası geliyor; "başınız sağ olsun" diyorlardı.

Ne düşüneceğimi, böyle bir durumda kimi düşüneceğini bilemiyor insan. Bir yanda İsmail, bir yanda çocuklar…

*

İsmail gazeteci kimliğinin yanında çok iyi bir babaydı. Oğullarına aşırı düşkünlüğü, sevgisi vardı. Onları ağzından düşürmezdi. Tuluğhan ve Çağan, çocukları herkes tanırdı. İsmail'in küstükleri bile, hassasiyetini bildikleri için, barışmak istedikleri zaman Tuluğhan ve Çağan'ı sorarlar, o da konuşmaya, anlatmaya başlardı. Çocuklar birinci sıradaki barışma sebebiydi. Elbette çocuklar da aynı şekilde kendisine çok düşkündüler.

*

Şu an şaka gibi geliyor.

Benim için bile söylemesi çok kolay geliyor şimdi… Dile kolay!.. Koskocaman… Upuzun iki gün ve kara, kapkaranlık iki gece sonunda…

48 saat sonra helikopter bulundu.

Fakat…

İsmail helikopterde yoktu!

Söz bitiyor ama umut devam ediyor.

Çünkü sesini duymuştum; buradayım, gelin bizi kurtarın, diye haykırmıştı. Sesi kulaklarımda çınlıyordu ve hatta şu an bile, hala sesini duyuyorum İsmail'in...

O yaşıyordu, bunu biliyordum!

Böyle bilmek istiyordum!

Aksi bir düşünce gelirse, onu hemen sanki bir sinek gibi kovalıyordum aklımdan.

*

Fakat geçmeyen saatlerin birer birer, sanki rendelercesine zamanı tükettiği saatler, birbirinin ardına ekleniyor dağları savuran fırtınalı gün, her yeri karla dolduran gece ve sonraki hani insanların çılgın gibi arama yaptıkları gün ve sonraki ölüm sessizliğindeki gece geçiyor…

Bir insan… Bu benim delidolu kocam bile olsa; yaralı bir insan, bu kadar uzun süre ilaçsızlığa, açlığa, susuzluğa, uykusuzluğa ve hele de soğuğa nasıl dayanabilir? Dağ bu, şehrin arka sokağı değil ki; kış, kar, kurt, çakal…

Aklıma ne gelse, arkaya atmaya çabalıyorum ama beynim de artık uyuşmuş halde, ne diyeceğimi ne düşüneceğimi de bilemiyorum.

*

Diğer ailelerin cenazeleri geldi. Büyük acı tabii ki, hepsi birer birer defnedildi.

Herkes artık cenazesinin mezarı biliyor, ardından duasını okuyor ve acısını kendi içinde bir yerine sığdırmaya çalışıyor.

Peki biz? Biz ise ne yapacağımızı bilemiyoruz.

Biz hala bekliyorduk…

Bir taraftan çocuklar teyzemde idi. Tuluğhan da Çağan da, onları şimdiye kadar hiçbir yerde böyle uzun süre bırakmadığımız için, onlar da huzursuzdu. Tuluğhan yani büyük oğlum beni arattırıyor ve yanına gitmemi istiyordu.

*

En zor an o andı. Onlara bir şey hissettirmemekti...

Ağlamamam gerekiyordu. Gülümsemem lazımdı.

Ama yavrularım bana babalarını soracaklar diye de çok korkuyordum.

Kazanın ikinci günü, yanlarına gittiğimde, Tuluğhan;

- Anne, babam nerde? Beni neden aramıyor, gelmedi mi hala haberden? Diye sordu.

Çünkü İsmail gündüzleri muhakkak onları arar, konuşurlardı. Bu defa ise iki gündür aramamıştı.

-Telefon çekmiyor, dedim… Kar varmış yol kapanmış, dedim!..

Çünkü sorduğu sorunun cevabını ben de bilmiyordum; neredeydi, ne zaman gelecekti bilmiyordum. "Yaşıyor" da diyemiyordum, "öldü" de diyemiyordum çünkü biz de bilmiyorduk ki bu sorunun cevabını.

*

Herkes cenazesine kavuştu. Defnettiler… İsmail ise hala aranıyordu.

Aslında Muhsin Başkan ile birlikte vefat edenler bulunduktan sonra olay biraz soğumaya başlamıştı. Heyecan azalmış yerini derin bir matem kaplamıştı. Ekranlarda, ilk günlerde İsmail'in "bizi kurtarın" sesi vardı ama artık, onun yerine Başkanın "Üşüyorum" şiiri dönmeye başlamıştı…

İşin edebiyatı başlamıştı ama benim çocuklarımın babası hala dağlarda bir yerlerdeydi.

Herkesten ayrı bir ses çıkıyordu.

Sivas Valisi Veysel Dalmaz'ı aradım.

"- Beni başbakanla görüştürür müsünüz" dedim.

Yalan yanlış, saçma sapan haberler yüzünden sinirlerim iyice bozulmuştu. Çünkü kimse sağlıklı bir haber, doğru bir cevap vermiyordu.

*

Görüşme talebim üzerine, Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan beni aradı. Durumu anlatmaya çalıştım, rica ettim… Çünkü arama çalışmaları durmuştu. Ben öyle biliyordum… "İsmail bulunana kadar aramaların sürmesini" istedim.

"Arama çalışmalarının devam ettiğini, bulunana kadar da devam edeceğini" söyledi bana… Ayrıca bir de tavsiyede bulundu; "haber kirliliği oluştuğu için haber izlemememi, dinlemememi" söyledi.

Ben de tekrar, ölü ya da diri bulmalarını, istedim.

Daha sonra, sağ olsun hem gündüzleri hem gece iki buçuklarında bile arayıp; arama çalışmalarıyla ilgili bilgiler verdiler…

Çok hoşuma gitmişti. Annem yanımdaydı ve İsmail'in ablası. Onlara;

- Bir ben, bir de başbakan, uyumuyoruz, dedim!

Çünkü böyle, gecenin bir saati arayacağı hiç aklıma gelmemişti.

Bir güven gelmişti tekrar bana ve en azından Başbakanımızın o telefondaki sesine sığınmıştım…

Ve derken…

Uykusuz geçen 117 saat sonra, saat 13.00 civarında, başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan tekrar aradı. Unutmam mümkün değil; o babacan sesi bu defa durgun ve titrekti.

"İsmail'in bulunduğunu… Fakat… Sağ olarak bulamadıkları için, çok üzgün olduğunu" söyledi.

*

Unutulmaz bir manzara daha.

Şu anda, o da gözümün önünde yine:

İsmail Sivas'a getiriliyordu. Çok kalabalık, uzun bir konvoy vardı.

En önde ambulans... Arkasında biz, Sivas caddelerinden geçerken, insanlar kaldırımlarda bekliyorlardı. Erkekler ceketlerini ilikleyip saygı duruşunda duruyorlardı, başları önlerinde eğikti… Sanki bu halleri "Seni gelip kurtaramadık, bizi affet" der gibiydi. Kadınlar ise ellerini açıp dua ediyorlardı yol boyunca…

Defnedileceği gün, Basın Lisesi öğrencileri, yol boyu "İsmail abi, hakkını helal et" diye bağırıyorlardı. O beş gün boyunca, Sivas'taki hava bile… Sanki hava bile ağlıyordu.

Ve sanki bir "şaka" gibi…

Nisan'ın 1'inde defnedildi İsmail.

*

Tuluğhan'a söylememiz gerekiyordu ardık.

Çağan ise 3 yaşındaydı daha.

Tuluğhan'ı karşımıza aldık ve bir psikiyatrist desteğiyle anlattık.

Yutkundu yavrum… Ve sadece şöyle söyledi:

- Demek ki babamı, Allah çok sevmiş" dedi…

En acı sözdü. Kendi çaresizliğinin ve hepimizin çaresizliğinin içinde; bir çare, bir çıkış, bir ümit, bir ışık bulma çabasıydı, belli.

Sonra, babasının tabutundaki bayrağı yere serdi ve üzerine yattı.

*

Artık olan olmuş, biten bitmişti.

Bizler bunca zaman sonra, birer pelte gibi, birer köşeye yığılıp az da olsa uyumuşuz.

Sabah kalktığımızda çocuklar kreşe gitmek için hazırlanıyorlardı. Çağan:

-Anne, babam ne zaman gelecek? Diye sordu.

Tuluğhan o gün… Henüz 5 yaşında, anlaması gerekenleri anlamış ve ağabeylik görevini üstlenmişti. Banyodan kardeşine bağırdı:

- Çağan, babam öldü. Bir daha gelmeyecek, anneme sorma" dedi.

Çağan da abisinin sözünü dinledi ve bir daha babasını hiç sormadı.

*

Ama başka bir şey oldu…

Tuluğhan'ın psikolojisi bozuldu. Hiç yaramazlık yapmamaya başladı.

Ve saçları döküldü üzüntüden. İki yıl tedavi gördü.

Defalarca, çeşitli sorular sormaya başladı. Düşünülmüş ve incelikleri anlamaya yönelik sorular… Büyüdükçe daha da mantıklı sorular soruyor. Olayın içindeki mantıksızlıkları kavramaya yönelik, mantıklı sorular:

"Babam yaşıyordu, nasıl öldü" diye soruyor örnek olarak.

"Yaşıyordu ama ancak beş gün sonra bulabildiler, donarak öldü" diyemiyorum.

Ne cevap vereceğimi bilemiyorum…

*

Bu cevabı umarım alacağız bir gün…

Bu cevabı, hep güvendiğim ve güvenmeye devam edeceğim devlet büyüklerimizin ve adaletin bize elbet vereceğine inanıyorum…

Bu cevabın bize açıkça söylenmesi, Tuluğhan'a ve Çağan'a en büyük hediye olur.

Onlara güven duygusu işte bu olur.

O günü hatırlamayan var mı bu ülkede? Karlı bir dağa saplanmış o helikopterin içinde, yanında yatan ölüler arasında, hayatının son haberini yapan o kahraman gazetecinin sesini hatırlamayan var mı?

İşte bunun için, gerçek bir açıklamanın yapılması güç kuvvet olur oğullarım Tuluğhan'a, Çağan'a.

Çünkü onların sıcacık güneşleri, bir karlı dağın yamacına saplanıp söndü…

Çünkü onların babaları İsmail Güneş; bu devletten ve bu ülkenin her bir ferdinden yardım isteyerek… "Ölüyoruz, yardım edin, bulun bizi" diye sesini ve nefesini tüketerek, çığlıklar atarak hayata gözlerini yumdu.

*

İsmail evet benim kocamdı…

Tuluğhan ve Çağan'ın babasıydı.

Fakat İsmail Güneş bu milletin bir evladıydı.

İşte bunun için; bu devletin ve adaletin İsmail'e borcu var.

Ölmüş birini elbette geri getiremeyeceğiz.

Fakat inanıyorum ki; bir gün mutlaka, İsmail'in aslında nasıl öldüğünü öğreneceğiz

Kaynak: Divanyolu Dergisi
Derleme: Netgazete

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Sonraki Haber Yükleniyor...