Belediye çavuşu

A -
A +
"Sabahtan öğleye kadar okula gidiyorum, öğleden sonra babamın seyyar satıcı arabasını itmekte yardımcı oluyorum. İlkokul üçüncü sınıftayım, araba çok ağır, ben itmekten çok asılıyorum galiba, babam beni de itmek zorunda kalıyor. 
Daha çok, mahalle aralarında satış yaparken, sattığımız şeyleri bağırmakta yardımcı oluyorum desem daha doğru olur. 
Sene 1959, henüz sekiz yaşımdayım, Diyarbakır'ın Bakırcılar Sokağının Samanpazarı'na açılan köşe başındayız. Belediye zabıtası, -biz o zamanlar belediye çavuşu diyoruz- çoğu zaman birkaç kuruşluk işgaliye fişi kesmek dışında müdahalede bulunmuyor, fakat arada bir terazinin kefelerini alıp gidiyor veya el terazisi ise, tamamına el koyuyor. Zabıta müdürlüğüne gidip kefeleri geri almak için ceza ödemek, orada saatlerce beklemek, bu sırada satış yapamamak... Sözün özü zor iş seyyar satıcılık. 
Bazı zabıta memurları da, kenefte ibrikçi başı hesabı, ortada bir sebep yok iken, sadece kötülük olsun diye rahatsız ediyor, hakaretler, manevi işkenceler yapıyor. Şükür o güne kadar kimseyi tokatladıklarını veya dövdüklerini görmemişim. Fakat o gün göreceğim. Hem de kendi babamın haksız yere tokatlandığını. Benim de ettiğim lafa bakın... Haklı yere tokatlama olabilirmiş gibi 'haksız yere' tokatlamaktan söz ediyorum. Tokatlanmanın kendisi başlı başına, katlanılması güç bir aşağılanma.
Bir babanın çocuğunun yanında tokatlanmasının, baba için ne kadar güç bir durum olduğunu hayal edin. Peki çocuğun gözü önünde babasının tokatlanması?..
Kabahat ne? Biraz ötedeki seyyar satıcının kefelerinin zabıta tarafından alındığını gören abim, zabıta gelmeden bizim terazinin kefelerini alıp gözden kayboldu. Zabıta 'nerde kefeler?' deyince, babam doğruyu söyledi 'Oğlan alıp kaçtı' dedi. İki üç zabıta memuru tekme tokat babama giriştiler. Çevreden yetişen esnaf babamı zabıtanın elinden kurtardı. 
Donup kaldığımı hatırlıyorum... Bu olay çok uzun süre aklımdan çıkmadı. Babama ilk saldıran zabıta başı da üstelik bizim mahalleden. Yani Arapşeyh'ten. Onu her gördüğümde, içimden "Allah belanı versin" diyorum.
 ... 
Aradan yıllar geçti, yara artık küllenmiş. Diyarbakır SSK hastanesinde doktorum. Genel poliklinikte hasta bakıyorum. İki yandan koluna girmiş yakınlarının yardımı ile zorlukla ayakta duran bir hasta getirdiler. Muayene masasına güçlükle yatırıldı. Genel durumu çok kötü, karındaki su birikmesinden karnı oldukça şiş durumda, bacakları, gövdesi, sıvı birikmesinden ileri derecede şişmiş. Muayenede, kronik karaciğer hastalığının, koma öncesi bulgu ve belirtileri var, göz aklarında sararma var. Aslında daha önce teşhis konup diyet ve tedavi verilmiş fakat hasta hem diyetini hem de ilaçlarını ihmal etmiş. 'Ne iş yaparsınız' dedim. 'Emekli belediye zabıtası' dedi... Aman Allah'ım... Benim adam!.. ... Benim de kapanmış yaram sanki bir daha başladı.. İrkildiğimi kimse fark etti mi bilmiyorum. Kendi kendime; 'Allahım ben bu kadarını istememiştim' dedim. Sanki ben beddua ettiğim için adam bu hâle gelmiş duygusuna kapılmıştım. Daha önce düzenlenmiş ilaçlarında gerekli doz ayarlaması yaptım. Bir hafta sonraki kontrolde yardımsız yürüyebilecek hâle gelmişti. 
Seneler sonra keşke böyle demeseydim, keşke beddua etmeseydim diyeceğim hiç aklımdan geçmezdi. Artık emekli olduğundan ve üstelik hasta olduğundan, beni çok üzen olaydan ona bahsetmenin ne bana ne ona bir yararı olamazdı. Bu yüzden bahsetmedim. Fakat bunu yazmanın geride kalanlara faydası olabilir." 
Dr. Abdullah S. Baran
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.