Nejat...

A -
A +
Nejat benim sınıf arkadaşımdı. 2007 yılında Boğaziçi Üniversitesinde sosyoloji masterı yaparken tanışmıştık. İlk nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum. Ölüm haberini aldığımda hafızamı zorlayıp, içim burkularak arkadaşlığımızın seceresini çıkarmaya kalktığımda, ilk tanışma anını hiç hatırlamadığımı fark ettim. Fakat o kötü haber geldiğinde, geriye dönüp onu düşündüğümde, o haberi neredeyse unutturan gülümsemesi ile hatırladım hep onu. Bir an şaşırarak farketmiştim ki, Nejat ilk tanıdığım an sevdiğim ve hakkında hep olumlu düşüncelerimi koruduğum nadir insanlardandı. O kadar farklılığımıza rağmen, net ve kalın sınırlarla ayrılan hayat biçimimize ve dünya görüşümüze rağmen biz Nejat'la sanırım birbirimizi severdik.

Hep olumlu hatırlıyorum onu. Her an aklıma geldiğinde gülümsüyorum.

Bu yazıyı okuyabilseydi Nejat, muhtemelen hiç beğenmeyecekti. Her zaman olduğu gibi lafını sakınmadan, liberal hümanizmin içini boşalttığı kavramları anlatacaktı bana. Siyaset dışı tahlillerin mücadele ve direniş pratiğini yansıtamayacağını söyleyecekti hararetle. Yaşam savunusu mutlaklaştırdığımı, hayatı kutsallaştırmanın sığ bir liberal retorik olduğundan dem vuracaktı. Ben "ama" dediğim an, söylediklerine katılmadığımı yüzümü düşürerek belli ettiğim an, gülecekti kocaman, gel çay içelim diyecek, bir espri ile konuyu değiştirecekti.

Nejat Suphi Ağırnaslı. Kobani'de IŞİD'e karşı savaşırken ölen Nejat Suphi Ağırnaslı. Sadece ismiyle Türkiye sol tarihini özetleyen Nejat Suphi Ağırnaslı.

Nejat ile Nejat Suphi Ağırnaslı bana göre farklı kişilerdi (işte muhtemelen bu cümleyi okusa yüzünün ekşimesi başlayacaktı.) Farklı şeyleri temsil ediyordu. Ders çıkışı, elimizde okumalarımız ile gittiğimiz, bazen hocaları çekiştirdiğimiz, bazen birbirimize takıldığımız Boğaziçi Güney meydanda "Paramaz anması"  yapılırken sanırım daha fazla hissettim bu ayrımı.  Nejat bir insan, sadece bir insan. Günlük, insani dertleri de olan, gerçek hayata dair biri, Nejat... Nejat Suphi Ağırnaslı ise bir devrimci, şimdi ise bir "kahraman!" Hayatın üstünde, gündelik meselelerden azade, bir mücadeleyi, ideolojiyi şahsında temsil eden bir devrimci.

Ben Nejat Suphi Ağırnaslı ile değil, Nejat ile arkadaştım.

Çok yakın arkadaş değildik Nejat ile, belki de hiç arkadaş değildik. Tanışık daha doğru bir kelime belki de. Birbirimize selam verir, arada ufak konuşmalar yapardık. Ders öncesi bazen kantinde görürdüm, sağolsun bana çay ısmarlardı. Muhabbet ederdik arada, ama birbirimizi aramazdık. Sanırım telefon numaralarımız hiç birbirimizde olmadı, hiç okul dışında görüştüğümüzü hatırlamıyorum.

Ama tuhaf bir şekilde ben hep gıyabında iyi konuşurdum, muhtemelen (ve umarım!) o da benim gıyabımda iyi konuşuyordu. Oysa ki çok farklı insanlardık biz, birimiz ak dediğine, dediğine diğerimiz muhtemelen hep kara derdi. Bunun da ötesinde belki de birbirimizin temsil ettiği şeylerden nefret ederdik. Hakikaten farklı dünyaların insanlarıydık, 180 derece farklıydık. Hayat tarzımız farklıydı, yazı üslubumuz başkaydı. Düşünce biçimimiz çok ayrı idi, kavramlara yüklediğim anlamlar bile zıttı. Herkesin vardır sanırım hayatında böyle insanlar. Az konuştuğu ama yakınlık ve sıcaklık hissettiği, farklı olduğunu bildiği ama derinde bir benzerlik veya ortaklık olduğunu bildiği. Saygı duyduğu, sempati ile andığı. Nejat benim için böyle insanlardan biriydi. Ne düşündüğünü ve katılmayacağını bile bile merak ettiğim, tartışma ve akıl yürütme biçimine saygı duyduğum sınıf arkadaşımdı.

Biz Nejat'la konuşurduk. Birbirimizi yargılamazdık. Galiba sınırlı ilişkimizdeki anahtar kelime de buydu, yargılamamak.

Nejat'la yaşıttık, hem farklı, hem benzer yollardan geçmiştik. Kaygılarımız, dertlerimiz, sevinçlerimiz bazen ortak, çoğu zaman başkaydı.

Nejat kelimenin tam anlamıyla iyi bir insandı. Mütevazı idi. Mert idi. Yardımseverdi. İyi bir kalbi vardı. Şevkatliydi, anlayışlıydı. Neyse o olan, yapaylıktan, pozdan nasibini almamış harbi bir gençti. İnandığı gibi yaşayan, ideolojik prensiplerinden gündelik hayatındaki ilişkilerinde feragat etmeyen, dürüst ve namuslu bir insandı. Güçlü doğruları, mutlak yanlışları olan, inanan, inanabilen bir insandı.

Bu yüzden de öldü.

Kendine yediremedi Hisarüstü'de çay içerken izlemeyi Kobani'de olan biteni. Bir şey yapmak zorunda hissetti kendini, duramadı burada, içi el vermedi pasif olmaya. Gitti. Bedelinin ne olduğunu bile bile, gitti. Kendi sözleri ile o "bir tercih yaptı."

Gitmeden keşke onu görseydim, omuzlarından tutup, sakın yapma böyle bir şey deseydim keşke, diyemiyorum. Zaten bir etkisi olmazdı ne diyeceğimin, ne düşündüğümün. Zaten ben kimdim ki onun hayatına müdahil olabileceğim sanısına kapılmıştım. Bu ve benzeri tesellilerin ötesinde, keşke diyemiyorum çünkü biz aslında Nejat ile bu konuşmayı çok önceden yapmıştık.

2008 yılında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile PKK arasındaki çatışma sürerken, ben iki tarafın da korkunç ve vahim bir hata yaptığı görüşündeydim.

Derhal öyle ya da böyle, en azından bir ateşkes umarken ben, elbette mücadeleden ve davadan tutkuyla bahsedenler vardı. Nejat onlardan biriydi. Ben dava kavramı pek anlamlı bulmazken, yabancı hissederken bu kelimeye kendimi, hayatın her davadan önce geldığine inanırken, o farklı düşünüyordu.

"Plazalarda çalışan, bu sistemin çarkı olan, güya iyi bir hayat yaşayan insanlar mı daha özgür, yoksa gerilla olmayı seçen gençler mi" diye soruyordu bana. "Ama"larımla pek ilgilenmiyordu. Hayata ve ölüme farklı bir anlam yüklüyordu. "Tabi ki uğruna ölünecek dava vardır" diyordu. Benim kendi değerlerimi, hayat anlayışımı, liberal dogmatizmimi başkalarına empoze ettiğimi savunuyordu. Bir "iyi hayat" anlayışım olduğunu, bu anlayışın sığ ve orta sınıf hassasiyetlerini temsil ettiğini düşünüyor ve çoğu zaman beni kınıyordu.

Kendi içinde belki de tutarlı ve haklıydı. Bilmiyorum.

Zaman içinde Nejat'ı ve konuşmalarımızı andığım anlar oldu. Onun o güçlü görüşleri ile hesaplaşmam gerektiğine inandığım anlar.

Barış süreci başladıktan sonra, Ankara'da otogarda, bir asker uğurlamasına şahit olduğum an bunlardan biriydi. Epey klasik ve sıradan bir törendi. Türkiye bayrakları ellerinde gençler, otobüsün önünde mevzilenmiş, asker adayını omuzlarında taşıyordu. Kalabalığın ortasında asker adayının annesi ve babası birlikte duruyordu. Anne gözyaşlarına hakim olamıyor, elinde daima tuttuğu mendil ile yüzünü siliyordu. Bir an artık buna dayanamayan asker babası, eşinin omzuna elini koydu, "hanım artık yeter" dedi. "Duymadın mı bak ne dedi başbakan, artık analar ağlamayacak, silahlar susacak."

Bu diyaloğa şahit olurken, biraz muzip bir şekilde Nejat'ı anmıştım, içimden "buna ne diyeceksin" diye geçirmiştim. Tarihi Newroz'u izlerken, o rengarek alana bakarken, umutla parlayan mutlu yüzleri görürken, yine içimden benzer ifadeler geçmişti. Bu anlar Nejat'ı mutlu edecek anlardı elbette, ancak düşeceği şerhlerin de olacağının bilincindeydim. Kendimce, en haklı hissettiğim bu anlarda, Nejat'a takılmak isterdim. "Bak müzakere ile de olur bazen kazanımlar" demek isterdim. Bana cevaben vereceği uzun bir dersin olacağını bile bile konuşmak isterdim. Bana müzakere ile direnişin birbirinden ayrılmasının liberal demokrasinin oluşturduğu kasıtlı bir illüzyon olduğuna dair bol Gramsci alıntılı, Mouffe referanslı bir cevabı olduğunu bile bile konuşmak isterdim.

Yanlış anlaşılmasın, Nejat barışa karşı değildi. Ama savaş ve barıştan anladığımız muhakkak ki çok farklı idi.

Nejat'ın, Kobani'ye gitmeden bıraktığı o sade ama derin mektupta, beni en çok çarpan, "Şimdi tıpkı Peter Pan gibi Neverland'e gidiyorum, asla büyümemek üzere. Bundan daha çok beni mutlu eden bir şey olamazdı" cümlesi oldu.

Her zaman ki gibi samimi, net ve duruydu.

Ne derdim ona bu mektubu yazarken yanında olsaydım bilmiyorum. Muhtemelen gülümserdim ve Peter Pan kuşağı olmaktan ne anladığımızı konuşmak isterdim. Büyümenin ne kadar sancılı ve yorucu olduğundan yakınırdım. Belki de büyümek denilen şey, bize kapitalizmin ve onun kurumlarının dayattığı sıkıcı bir orta sınıf yaşam şekli derdi bana. Ben ne cevap verirdim bilmiyorum, zaten bunu düşünürken kocaman bir yumru boğazımda düğümleniyor. 

Muhtemelen büyümek lazım Nejat derdim. Hayat işte ne yapalım gibi bir kaç beylik ve sıradan cümle dökülürdü ağzımdan.

Zira şu an diyebileceğim tek şey şu: keşke hayatta olsaydın Nejat. Biliyorum bunu istedin, biliyorum bununla mutlu oldun, ama keşke hayatta olsaydın. Tüm bunlara verilecek ikna edici bir cevabın olduğunu biliyorum. Seni duyuyorum. Ama bunu söylemeden de edemiyorum. Keşke hayatta olsaydın Nejat...

O son mektubunda diyorsun ya, "Sizi sıkça yarı yolda bırakmış olduğumu, bazen hoyratça davranmış olduğumu ve üzdüğümü, üzmüş olduğumu biliyorum. Beni son kez affedin." Sen de beni affet eğer hoyratça davrandıysam bu yazıyla sana.

Seni gerçekten çok özleyecek insanlar bıraktın arkanda.

Toprağın bol olsun...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.