Selçuklu ve Osmanlının sahih İslâm esasları -2-

A -
A +
İslâm’da Sahih İslâm Esasları şu başlıklar altında verilebilir:
 
Sahabe-i Kiram
 
Salih Müslüman, Eshab-ı Kiram’ın hepsine saygı gösterir. Dört halife (Hazret-i Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali radıyallahü anhüm) ve diğer sahâbe-i kiram arasında ayırım yapmaz; hiçbirine dil uzatmaz ve asla sövmez. Hepsini hayırla anar ve hepsini sika/güvenilir bilir. Hadis, Siyer ve Akâid kitaplarında sayılan üstünlüklerini yâd eder.
Salih Müslüman,  Eshab-ı Kiram arasında meydana gelen Cemel ve Sıffîn vak’alarını ictihad ayrılığına hamlederek taraf olmaz ve sükût etmeyi, hatta bu konuları gündeme getirmemeyi tercih eder. Çünkü Kur’ân-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber, onları övmüştür.
Şi'a, Eshab-ı Kiram arasında ayırım yapar, hatta bazılarına ta'n eder, iftira eder ve kötü söyler.
Mezhepsizler de sahabe-i kiram arasında ayırım yaparak vahiy katiplerinden olan Hazret-i Muaviye’yi sevmezler.
Sahâbe arasındaki fitneyi öne çıkaranların başında Oryantalist Misyonerler gelmektedir.
 
Mezhepler
 
İslâm'da müctehidler; Hazret-i Peygamber ve eshab-ı kiramın bildirdiği İslâmiyet’i; genel çerçevede, akâid ve fıkıh yönünden esaslarını belirleyerek sistemleştirmişlerdir.
Böylece, Cumhurca tasvip edilen Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî gibi Fıkhî, Maturîdî ve Eş’arî gibi Akâd ile ilgili mezhepler doğmuştur. Bu mezhepler sayesinde, Müslümanların bütünlüğü korunmuş; dağılıp parçalanmalarının önüne geçilmiştir. Her ne kadar bu mezheplerin yolunda olmayan çeşitli fırkalar ve gruplar çıkmışsa da, Müslümanların çoğu, ana cadde olan bu mezhepler etrafında toplanmıştır. Bu ana caddeye, ehl-i sünnet denir. Bu yoldaki Müslümandan beklenen salih olma sıfatına kavuşmalarıdır.
Salih Müslümandiğer bir adıyla sünnet yolundaki Müslüman, ehl-i beyti çok sever. Onlara yapılan hakareti kendine yapılmış bilir. Ehl-i beyti istismar eden, Yahudi dönmesi münafık Abdullah bin Sebe’ ve taraftarlarının hilelerini, ehl-i sünnet ortaya çıkarmıştır. Tarih boyunca; temiz, salih Müslümanlardan olan Hazret-i Ali taraftarlarının gerçek dostları, ehl-i sünnet Müslümanlar olmuştur.
Ehl-i sünnetsahabenin hepsine engin saygı gösterir, hiçbirini kötülemez. Onun için birleştirici, bütünleştiricidir. Camilerde, dört halife ile birlikte, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’in levhalarının asılması da, bunu açıkça göstermektedir.
Durum bu olduğu hâlde, bazı bozuk inançlı kişiler, sinsi din düşmanlarının da tesiriyle yetmişiki bid’at fırkasını ortaya atarak Hazret-i Peygamberin işaret ettiği ana caddedeki Müslümanları, bölmeğe, parçalamaya teşebbüs etmiş; İslâmiyet’i, yanlış yorumlarıyla ana esaslarından uzaklaştırmaya kalkmışlardır:
Kimisi, Hazret-i Ali’ye, Peygamber, hatta ilâh derken; kimisi de, kâfir demiş.
Kimisi Eshab-ı Kiram’a sövmüş; kimisi de, Allah’ın sıfatlarını inkâr etmiş.
Bazısı, “kader denilen bir şey yoktur, kul fiilinin yaratıcısıdır” derken; bazısı da, “hayır! kulun iradesi yoktur, o, rüzgârın önünde uçan bir yaprak gibidir” diyerek, irade-i cüziyyeyi yok saymış.
Başka biri, “günah, haram işlemek, insana zarar vermez” inanışıyla, her şeyin mübah olduğunu söylerken; başka birisi de, “haram işleyen o anda kâfir olur” demiş.
Kimisi, Allah’ı madde gibi düşünmüş; kimisi de, insanın sandalyede oturduğu gibi, Allah’ın Arş üzerinde oturduğunu iddia etmiş.
Bazısı, vahyi inkâr etmiş; bazısı da, akıl tek rehberdir demiş.
Başka biri, Allah’ın insana hulûl ettiğini, dolayısıyla insanın, bir nevi ilâhlaştığını söylemiş; başka birisi de, “ölümden sonra başka bir hayat yoktur” diyerek ahireti inkâr etmiş.
Kimisi, Hazret-i Peygamberin çocukluğunda puta kurban kestiğini, dolayısıyla puta saygı gösterdiğini iddia etmiş; kimisi de, peygamberin, ancak birkaç sahih hadisi vardır, demiş.
Bazısı, her Müslümanın, Kur’an’dan mana çıkarıp kendi anlayışına göre İslâm’ı yaşaması gerektiğini, dolayısıyla müctehid imamlara uymanın caiz olmadığını söylemiş; bazısı da, dinde reform gereklidir, namaz ve diğer ibadetler, dinin gösterdiği şekilde değil, yürürlükten kalkmış dinlerde olduğu gibi, dua şeklinde yapılmalıdır, demiş.
Kimisi, İslâmiyetin beş esasının Hazret-i Peygamber’in açıkladığı gibi olmadığını, dolayısıyla, haccın, şeyhin evini ziyaret; zekâtın, şeyhe verilen para; oruçun, tarikatın sırlarını saklamak; namazın, şeyhi övmek olduğunu söylemiş.
Kimisi de, Müslüman din âlimlerinin kabirlerini ziyaret edip, Kur’ân-ı Kerim okumanın, dua etmenin caiz olmadığını, dolayısıyla böyle hareket edenlerin müşrik olacaklarını iddia etmiş.
Bazısı, İslâmiyetteki tevekkülü, bir hırka, bir lokma şeklinde yanlış anlayarak, çalışmayı, özellikle fen ve teknik alanda araştırma yapmayı ihmal etmiş; bazısı da, İslâm’da Reform yapabilmek için tahrif ettikleri “İslam Dini Esasları”nı “Yeşil Kitap”ta toplayarak Müslümanlara İslâm’da sosyalizm, dolayısıyla komünizm ideolojisini kabul ettirmek istemiş.
Kimisi, “Kur’ân Müslümanlığı” ve “Kur’ân bize yeter” tarzında yanıltıcı, şaşırtıcı batıl fikirler ileri sürerek, Hazret-i Peygamberi ve bütün Hadislerini inkâr etmiş; kimisi de Deizm gibi dinde anarşizme yol açan sapık teziyle küfrünü açıklamış.
Bazısı, Kur’ân’da Tarihsellik maskesi altında küresel Oryantalizm ve Misyonerlikle fikir ve inanç birliği içinde 1400 senelik Müctehid âlimlerin temsil ettikleri İslâm mirasına “Geleneksel İslam” diyerek, yüce Kur’ân hükümlerinin inzal olduğu devirle sınırlı olduğunu, bu devrin şartlarına ve anlayışına uymadığını, kıssaların gerçek değil, temsilî olduğunu söylemiş, böylece açıkça irtidadını ilan etmiş (mürted olmuş).
Yukarıda sıralanan fikir ve inanışlar gibi, daha yüzlerce-binlercesi vardır. Bunların hiçbirinin, Hazret-i Peygamber ve eshab-ı kiram’ın bildirdiği İslâmiyet’e uymadığı çok açıktır.
İşte, müctehid din âlimleri; bütün Müslümanların, Hazret-i Peygamber’in ve eshab-ı kiram’ın yolunda birleşmeleri, birlik hâlinde olmaları; gruplara, hiziplere ayrılmamaları (Âl-i İmrân,103); yıkıcı ve bölücü olmamaları için, geceli gündüzlü durmadan çalışarak, verdikleri fetvalar ile Müslümanların birliğini korumuşlar; Müslümanların, bozuk-yanlış fikir ve inançlara saplanmalarını önlemişlerdir. 
Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî gibi Fıkıh alanında, Maturidî ve Eş’arî gibi Akâid alanınıda mezheplerinin doğuşu, böyle bir zaruretin neticesinde olmuştur. Bu mezhepler, hiçbir grubu, hizbi desteklemediği, bölücülüğün karşısında olduğu için ehl-i sünnet ismini almıştır. Diğer bir ifadeyle sünnet ehli, “Hazret-i Peygamber’in yolunda olanlar diye isimlenmişlerdir. Bunun böyle olması da çok tabiîdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, bütün Müslümanların aynı yolda, aynı itikatta olmalarını emretmiş ve tefrikayı, gruplara, hiziplere ayrılmayı haram kılmıştır (Âl-i İmrân,103). Ehl-i sünnet olan imamlar, yüce Allah’ın bu emrini yerine getirerek, Müslümanların birliğini ve beraberliğini sağlamışlardır.
Hazret-i Peygamber, Müslümanların 73 fırkaya ayrılacağını, ancak bunlardan birinin doğru yolda olacağını ve diğerlerinin doğru, hak yoldan ayrılacaklarını haber vermiştir (Tirmizî, İman,18; İbn Mâce, Fiten, 17).
İslam’ın ilk dönemlerinde Şia, Havâric, Mutezile ve Kaderiyye gibi kadim fırkalar ile son asırlarda ortaya çıkan Bâbîlik ve Bahâîlik, Kadiyanîlik/Ahmedîlik, (Cumhur’ca kabul edilen hak mezhep ve âlimleri kabul etmeyen) Mezhepsizlik, Vahhabîlik, Selefîlik, Mealcilik, (Müctehid âlimleri devre dışı bırakan) İslâmcılık, (Kadının sınırsız hak sahibi olduğunu iddia eden ve hiçbir otorite tanımayan) Feministçilik, (Fazlurrahman bağlantılı) Kur’an’da Tarihselcilik, Dinlerarası Diyalogçuluk ve (Oryantalist güdümlü) İlâhiyatcılık gibi itikatta ve amelde/fıkıhta bid’at ehli fırka ve cemaatler ortaya çıkmıştır.
Bütün bunlar, ehl-i sünnet mezhebine ve âlimlerine karşıdırlar. Bütün masailerini, Batı anlayışına göre kaleme alınan eserler üzerinde yoğunlaştırır ve referans olarak onları kullanırlar. Müctehid âlimlerin branşlar hâlinde sistemleştirerek kitaplarına geçirdikleri İslam’dan “Geleneksel İslam” diyerek küçümseyerek ve tahkir ederek bahsederler. Çoğu zaman karşılaştıkları dinî konu ve problemlerin çözümünde 1400 yıllık Sahih İslam birikimi olan Hadis, Akaid ve Fıkh’ı bir tarafa bırakarak doğrudan Kur’ân’a başvurarak fasid tevillerle akıllarına göre hükümler çıkarırlar. Bu durumda hepsi itikad ve amel/fıkıh yönünden sapıktır, Sahih İslâm’dan ayrılmışlardır.
 
Ahiret’te Diriliş
 
İnsan ölünce, Münker ve Nekir isimli iki meleğin, kabirde, insana Rabbin kim, dinin hangi din ve peygamberin kim şeklinde sorular sorması haktır, gerçektir.
Kâfirler ve âsi olan bazı mü’minler için kabir azabı olacaktır (Bkz. Mümin, 46; Tevbe,101 ve bkz. Tirmizî, Cenâiz 70).
Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur. (Tirmizî, Kıyamet, 26)
İdrardan sakınınız. Zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azap, o yüzdendir (Camiu's-sagîr, I, 133).
Tâat ve ibâdet sahipleri kabirde, Allahü teâlâ'nın bildiği ve dilediği şekilde nimetler içinde bulunacaklardır.
Ahirette diriliş, ruh ve beden birlikte olacaktır. Ba's (öldükten sonra dirilmek), amellerin tartılması, amel defterleri, sual, havz-ı kevser, sırat, Cennet ve Cehennem, hepsi haktır, gerçektir. Cennet ve Cehennem şu anda mevcuttur. Cennet ve Cehennem bâkî ve dâimîdir, oradakiler de fâni değildirler.
Bütün bunlar, âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflerle sabittir.
Mutezileden bazıları, Rafizîler, diyalogçular, (İmam-ı Gazali karşıtı) felsefeciler, Vahhabîler Selefîler ve modernist İlâhiyatcılar kabir azâbına inanmazler.
Bid’at ehlinden bazıları ve Felsefeciler, Ahiretteki dirilişin ruhen olacağına inanırlar.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.