Alma mazlumun ahını!.. -1-

A -
A +

İrtidat bulutlarının gökyüzünü kapladığı, hak ve hakikatlerin ters yüz edildiği; imansızlığın kol gezdiği bir ortamda; meydan yerine atılıp dava adamı olmak ve Hakk'ı yaşayarak haykırmak ve o minval üzere O'na yürümek her babayiğidin harcı değildir.

Babasına doyamadan onu kaybetmiş; ondan yadigâr kalan, nüfus cüzdanının arka sayfasında bizzat kaleme aldığı 'namazını sakın aksatma ve mutlaka bir üniversite bitir!' vasiyeti idi. İlkokul çağında; dört kardeşin ve bir annenin yükü küçük Enver'in bitkin omuzlarında idi. Çocuk kalbiyle ne yapacağını bilmiyor, kara kara düşünüyordu.

Tütün tarlalarında yevmiyeci olarak çalışıyor; elde ettiği para ile üç adet karpuzu cılız kollarıyla taşıyarak üç hanenin kapısına bırakıyordu! Hafta sonu, alışveriş için Honaz Pazarı'na indi. Kahvehanede, bir yorgunluk çayı içeyim dedi. Masanın üzerinde bulduğu eski bir gazeteyi okumaya başladı. Arka sayfalarda gözüne bir ilan ilişti. Kuleli Askeri Lisesi, öğrenci alımı için ilan vermişti.

Araştırıp soruşturdu; tam kendisine göre bir okuldu. Zira, okul hem yatılı idi ve her türlü masrafı devlet karşılıyordu. Müracaat süresi bitmiş olmasına rağmen; bir umutla postaneye gidip, ilgili adrese mektup gönderdi. On gün sonra; öğrenciliğe kabul edildiğine dair cevap gelince, sevinçten uçtu!..

Bir kış günü İstanbul'un yolunu tuttu. Üsküdar meydanında, elinde kendinden büyük bir tahta bavulla şaşkın şaşkın etrafa bakınırken; yaşlı bir kadın, kendisine 'evladım nereye gidiyorsun?' diye sordu. Söyleyince, birlikte bir taksiye bindiler; Kuleli'ye gelince de okulu ona gösterip indirdi.

Kapıdaki nöbetçiye halini anlattı, o da; yokuşun başındaki ışığı yanan odaya gitmesini söyledi. Buzlu yokuşu, o koca bavulla zorlanarak çıktı. Tam tepeye gelince ayağı kaydı ve bavulla birlikte, aşağıdaki yola kadar sürüklendi. Yara-bere içinde tekrar tırmandı ve nöbetçi subayın(hoca) kapısını çaldı. Kan-revan içinde kalan elini arkasına saklayarak kendini tanıttı. Nöbetçi hoca, hem acıdı ve hem de sahiplendi.

Ağır başlı ve devamlı düşünceli duruşundan dolayı, okuldaki lakabı 'Enver Bey'di. İstanbul'da kimi-kimsesi yoktu. Hafta sonları: '... beni kimsecikler okşamaz madem; öp beni alnımdan, sen öp seccadem!' dizelerini mırıldanarak, namaz için köşedeki camiye gitti. Namazdan sonra Mevlid-i şerif vardı. Oturdu ve hafızların yanık okuyuşlarına dayanamadı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Onun bu hâli kadınlar mahfilinde oturan bir hanımefendinin dikkatini çeker ve yakasındaki numarayı not eder.

Eve gelince; okulun kimya hocası olan beyine; bu çocuğu tanıyıp tanımadığını sorar. O da; '1034 İmam-ı Rabbani hazretlerinin vefat yılı; nasıl tanımam; bizim Enver o!' der.

Hemen her öğrenci gibi, onun da okulda en çok sevdiği hoca Hüseyin Hilmi Işık'tı. Herkes gibi, o da kimya dersini iple çekiyordu! Yetmiyor; teneffüslerde, öğle tatilinde etrafına doluşup; sorulan onca suallere verilen cevapları büyük bir hazla dinliyor, dinledikçe vücut kimyası değişiyordu!..

Hafta sonları, arkadaş grubu ile birlikte Hoca'nın evine gidiyor ve hususi sohbetlerine iştirak ediyordu. Günlerini, manevi babayı bulmanın ve onda erimenin tesellisi içinde geçiriyordu.
Seneler su gibi akıp geçmiş ve okul bitmişti. Hocasının telkiniyle, yüksek okuluna askeriyede değil; sivilde, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü'nde devam etti. Başarılı bir üniversite tahsilinden sonra, bölüm hocası onu asistan olarak yanına aldı ve doktora çalışmalarına başladı.

Bu arada; vücut kimyasını değiştiren hocası H. Hilmi Işık'ın kızları Dilvin Hanımefendi ile izdivaç yapıp; hocasına da kendi kayınpederinden kalan, Fatih'teki evlerine damat olarak girdi. Cenab-ı Hak, maddi babasını ondan çocuk yaşlarında almış ama buna mukabil, onu; hem maddi ve hem de manevi baba ile taçlandırmıştı!

Hocası ve kayınpederi H. Hilmi Işık, Seyyid Abdülhakim Efendi hazretleri ve onun mükerrem oğlu Seyyid Mekki Üçışık'tan dînî ilimleri tahsil etmiş derin bir İslam âlimi idi. Tercüme ettiği onca İslam âliminin kitaplarını, çeşitli dillerde bastırarak dünyanın dört bir tarafına ücretsiz dağıtıyordu.

70'li yılların başında; hocaları H. Hilmi Işık, bir avuç talebesi ile istişare etti. Konu, günlük bir gazete çıkarmaktı; hemen hepsi, maddi imkânsızlıktan bunun olamayacağını söylediler. Yalnızca Enver Abi ile Mahmut Genç Abi, olur-çıkaralım dediler.

İşte; Enver Abi'nin o 'peki' deyişi, Türkiye Gazetesini ve İhlas Holding'i bugünlere getirdi.
Hocası, onu okulundan ayırdı; doktorasına bile müsaade etmeden; cemiyet arenasına saldı ve gazetenin başına getirdi.

Mücadele ve hizmet yılları başlamış; bir avuç arkadaşı ile beraber gecesini gündüzüne katan Enver Abi'nin başarı grafiği gittikçe yükseliyor; burunlarından kıl aldırmayan Bab-ı ali eşrafı ona gıpta ile bakıyor, göz kamaştıran başarıları karşısında parmaklarını ısırıyorlardı! (Yarın devam F.B.)

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.