Türkiye’deki laiklik 1905 Fransa’sından kalma ve dogmatikti

A -
A +
Başlıktaki söz bana değil, Fransa’nın İstanbul Başkonsolosu Bertrand Buchwalter’a ait.
Önceki gün Marmara Üniversitesi Uluslararası Ofisi tarafından düzenlenen “Fransa’da Müslümanlara Yönelik Ayrımcılıklar” başlıklı panele konuşmacı olarak katıldım. Prof. Dr. Talip Küçükcan ile gazeteci ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Saadet Oruç ile birlikte.
Prof. Dr. Nuri Tınaz öncülüğünde, ekip görevlilerinin haftalarca Fransa’da kalarak derledikleri argümanlar ve saha çalışmaları raporları eşliğinde çok kapsamlı bir araştırmanın ilk kez tanıtılmasıyla ilgiliydi bu panel. 
Salondaki dinleyiciler arasında Fransa’nın İstanbul Başkonsolosu Bertrand Buchwalter da vardı.
Fransa’da artık Müslümanlar öyle uygulamalarla karşılaşıyorlar ki Fransız devleti bunları birer yüz kızartıcı suç olarak niteleyerek ırkçılıkları nedeniyle sorumlular hakkında ağır cezasal yaptırımlar uygulamak zorunda.
İyi de kime söylüyoruz biz bunu? Kibarlıktan Nazi partisi demek yerine aşırı sağcı parti diye tanımladığımız Front National (Ulusal Cephe) partisinin, Führer’leri Marine Le Pen’in liderliğinde yüzde 25 oy aldığı, sağ partilere oy verenlerin çoğunluğunun da yabancı düşmanı olduğu bir ülkenin yönetimine mi? Üstelik bu ülkenin jakoben laiklik temelleri üzerine kurulduğu düşünülürse durumun ne denli vahim olduğunu anlayabilirsiniz.
Irkçılık tepeden aşağıya, kamusal alandan devlete, polis teşkilatından üniversitelere kadar sinmiş durumdaysa yapılacak ne olabilir?
Araştırmadan bir örnek:
Paris Üniversitesi 8’de Vincennes-Saint Denis’de tarih bölümünü kazanan başörtülü bir öğrenci, kayıt görevlisi fanatik tarafından “O kafandaki şeyle seni asla bu okula kaydetmeyeceğim” denilerek reddedildi. Aynı üniversitede psikoloji bölümünde bir öğretim üyesinin sınıftaki başörtülü bir Müslüman öğrenciyi işaret ederek “Başörtülü kız burada oldukça ders vermeyeceğim” demesi ve üstelik rektörlük tarafından öğretim üyesinin değil de kız öğrencinin uyarılması bir başka ilginç vaka.
Geçen yıl Cannes plajlarında bir Müslüman kadın burkini denilen kapalı mayoyu giydiği için polisler tarafından para cezasına çarptırıldı.
Le Cenacle adlı bir lokantanın sahibi olan Jean Baptiste Depreu adlı bir kişi de iki başörtülü kadına servis yapmayı reddederek onları dışarıya çıkmaya zorladı.
Bir okul yönetimi çocuklarını almak üzere okula gelen annelerin okul kapısında bile başörtülerini çıkarmalarını istedi.
Onlarca örnek toplamışlar bu araştırmaya katılan görevliler.
Panelde sıra bana geldiğinde Hülya Beyazıt adlı bir kadının 5 çocuğunun elinden alınmasıyla ilgili korkunç olayı anlattım. Bu olayı Türkiye gazetesinde yayınlamıştım, merak edenler bakabilir.
https://turkiyegazetesi.com/yazarlar/fuat-ugur/582988.aspx
Konuşmamda Fransa’da geçmişi yüzyıllara dayanan ve adına laiklik denen bir din üretildiğini, bu dinle bir yaşam biçimi, kültür oluşturulduğunu belirterek “Bu laiklik dini, başka inanç sistemlerine ait insanları baskılıyor ve onları ya benim gibi ol ya da cezalandırılırsın ikilemiyle baş başa bırakıyor. Bu baskıcı laiklik anlayışının da nasıl kolaylıkla ırkçılığa ve faşizme evrilebildiğini siyasal arenalarındaki partilere baktığımızda kolaylıkla görebiliyoruz” dedim.
Türkiye’nin de ancak son 4-5 yıldır terk etmeye başladığı bu tarz laiklik anlayışının da aynen Fransa’dan ithal edildiğini sözlerime ekledim. Nitekim o süreçlerde ve son olarak da 28 Şubatlarda beyinleri tutsak edilen insanlar bugün aynı “laiklik takıntısı” nedeniyle hâlâ başörtülülere ve dindar insanlara zor tahammül edebiliyorlar. Ama daha da kötüsü ülkemize gelen göçmenlerden yola çıkarak bir nevi yeni türden ırkçılık üretebiliyorlar.
Panelin bitiminde Fransa İstanbul Başkonsolosu Bertrand Buchwalter bana gelerek “Siz öyle bir Fransa anlatıyorsunuz ki o Fransa artık yok. Sizin söylediğiniz ve Türkiye’nin ithal ettiği laiklik anlayışı Fransa’da 1905’ten kalma. Biz o dogmatik laikliği çoktan terk ettik” dedi. Ona bu panelin konusu olan araştırmadaki verilerin aynı şeyi söylemediğini tekrar ettim.
Sayın Konsolos’un 2013-2014 yıllarında yaşanan Hülya Beyazıt olayı ile ilgili olarak da söyleyeceği bir şey vardı ve orada haklıydı. Kendisine bu konuda hiçbir Türk kurumundan bilgi gelmediğini ve ikaz edilmediğini belirtti.
Çünkü Hülya Beyazıt’ın başına gelenleri eğer ben yazmasaydım ve Cumhurbaşkanlığı bu konuya el atmasaydı ne Dışişleri Bakanlığı ve Fransa’daki Türk elçiliği ne de bu konuların sorumluluğunu üstelen Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ilgilenecekti. Bu yüzden bırakın çaresiz kadına avukat tutmayı, Fransa’nın İstanbul Başkonsolosluğuna bilgi bile vermemişlerdi.
İğneyi arada sırada kendimize batırsak daha az yanlış ve eksik iş yaparız kaydıyla bunu bir kere daha hatırlatayım dedim.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.