İran Meselesi ve Türkiye

A -
A +

Osmanlı tarih sahnesinden çekileli bir asrı geçti. Gırtlağına kadar yolsuzluklara bulaşmış baskıcı rejimlerin zulmünden; kan, gözyaşı ve sömürüden bir türlü kurtulamayan Orta Doğu halkları Osmanlı’yı, Türk hoşgörü ve adaletini mumla arar oldu. Irak, Libya ve Suriye’nin ardından şimdi de İran ve Suudi Arabistan’da iç huzursuzluk belirmektedir. Daha önce Libya, Irak, Suriye gibi ülkelerde bu tür toplumsal hareketlenmeler başladığında halktan yana olduğunu söyleyen, demokrasi bekçiliğine soyunarak o ülkelerin altını üstüne getiren ABD, şimdi de sokaklara çıkan İran halkının yanındayım diyor. Arap baharı sonrası Trump’ın İran’daki gelişmelerle ilgili yukarıda zikrolunan açıklamasına, asrın ironisi de diyebiliriz. Ne yazık ki İslam dünyasını müstemleke rejimlerine, despotizme, karanlığa, cehalete mahkûm eden, bu durumdan kendisine çıkar sağlayan, devleti teslim ettikleri devşirilmiş yapılarla ülkeleri yöneten, milletlerin kafasını kaldırarak etrafta olup bitenleri anlamasına imkân tanımayan, türlü dalaverelerle servetlerini talan eden de yine aynı müstemlekeci odaklardır. Rahmet ve merhamet dini İslam ve mezhep adına savaşmaları için karşı karşıya konuşlandırılan iki despotik, iki karanlık rejim, iki rakip/hasım ülke olan İran ve Suudi Arabistan etrafında bugünler bir biriyle örtüşen, küresel emperyalizmin amaçlarına uygun gelişmeler yaşanmaktadır.

Maalesef yirminci asır boyunca da küresel güçler ve onların bölgedeki uzantısı olan İsrail, İslam dünyasının uzlaşmaz etno-kültürel iki ucunu temsil eden her iki petrol ülkesiyle ilgili aynı amaca hizmet eden politikalar üretmiştir.  Şimdi üst üste yapılan saldırılarla Anadolu karargâhı ele geçirilemezken, Türkiye dimdik ayakta emperyalizme meydan okurken, kurmuş olduğu yeni ittifaklarla ABD’yi Orta Doğu’da PKK koridoru ve İsrail’e sıkıştırmışken bölgesel kaosun devamını sağlamak için daha kanlı bir cephe açılmaya çalışılıyor. Her iki ülkenin de neredeyse varlık sebebi olarak üzerinde inşa edildiği barışmaz mezhepsel zihniyetin dış merkezlerin aktif hamleleriyle kendi çocukları tarafından bertaraf edilmeye veya yeni jeopolitik şartlar ve oyunların kodlarına uygun olarak tehlikeli sonuçlar doğuracak ıslahatlara zorlandığını görüyoruz. Ahmedinejad da, Muhammed bin Selman da farklı karakter ve kimlikler taşısalar da aslında aynı yolun yolcularıdır. Hedef de oyunbozan Türkiye’dir. Türkiye’nin dünyanın en stratejik coğrafyalarında mevcut olan potansiyel imkânları, insan gücü, coğrafî konumu, istikrarlı bir biçimde sürdürülen ekonomik büyümesi, sanayi hamlesi, bağımsız dış politikası, küresel güçleri rahatsız ediyor. Katar meselesinde olduğu gibi aslında İran ve Suudi Arabistan operasyonları üzerinden de Türkiye’nin birleştirici, merkezî rolü, tarihî misyonu, İslam ümmetini muhtemel mezhep çatışmasından koruyabilecek yegâne lokomotif olma özelliği hedef alınmaktadır. İslam dünyasının birliğini temsil eden Osmanlı, Haçlı saldırılarıyla yıkıldıktan sonra dünyanın en stratejik bölgesi olan Avrasya’nın yalnız siyasi, idari, coğrafi dengeleri altüst olmamış, mevcut bölgesel huzursuzluklar ve stratejik çatışmaların da kaynağını teşkil eden İsrail ve Ermenistan gibi proje devletler ortaya çıkmıştır. Küresel güçlerin böl ve yönet doktrinine uygun olarak,  tarihî süreç içerisinde Arap coğrafyasının sosyo-kültürel alt şuurunda kronikleşen, ayrışmayı teşvik eden Mevali yaklaşımı, İngiliz aklıyla bu sefer Suudi merkezli Vahhabilik olarak nüksetmiş, İran’da ise bin yıllık Türk-İslam hâkimiyetinin bile dönüştüremediği kendini üstün gören Sasani geleneği Pehlevilerle birlikte kendi kültürel farklılık kodlarını tekrar diriltmeyi başarmıştır.

İran’ı ve orada yaşanan olayları biraz irdeleyelim. Orta Doğu’da yeni jeopolitik denklemlerin şekillendiği, İsrail’in genişlemesinin önündeki en büyük engel olan Ankara’nın hedefe oturtulduğu, ABD’nin PKK-PYD koridoruyla Türkiye’yi kuşatma altına alarak Arap dünyasından, Afrika’dan uzak tutmaya, güçlü ve bağımsız Türkiye yolundaki yürüyüşünü durdurmaya çalıştığı bir dönemde, kuşkusuz nüfusunun yarısı Türklerden ibaret olan komşu İran’da istikrarın korunması elzemdir. Zaten küresel güçlerin İran’ı parçalamak, o devletin kurucu unsuru olan Türklerin gabedilen haklarını iade etmek, demokratik gelişmelere destek vermek gibi bir derdi yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır.  ABD’nin derdi bölgedeki kaosu derinleştirerek daha da içinden çıkılmaz hale getirmek ve bulanık suda balık avlamak. Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında İran ve Suudi Arabistan’ın, birilerinin yol göstermesiyle soydaş ve akraba topluluk olan Balkanlardan Orta Asya’ya Türkiye’nin bütün medeniyet coğrafyalarında ayrıştırıcı dinî inanç ve öğretilerini yayarak Türkiye’nin tarihî misyonunu baltalamaya çalıştığı, İran’ın özellikle Türkiye’yi rakip olarak görüp geniş coğrafyalarda bu yönde yoğun faaliyetler yaptığı, Güney Azerbaycan da dâhil milyonlarca Türk’ün kültürel haklarını gasbettiği gerçeğine rağmen mevcut konjonktürde her iki ülkede de istikrarın sürmesi, Ankara’nın bölgesel politikaları açısından oldukça önemlidir.  Unutulmamalıdır ki Tahran rejimi, değişen iç ve dış konjonktüre uygun olarak hem İran’ın köklü devlet hafızasını, diplomatik birikimini, stratejik jeopolitik konumunu, özel kuvvetlerini, insana dayalı istihbaratını iyi kullanmasını biliyor, hem de Şiiliği, Fars milliyetçiliğini nerede ve nasıl kullanacağını doğru tespit ediyor.  İran, İsrail ve Siyonizm karşıtlığını kullandığı gibi, sıkışınca ve çıkarları gereği İsrail ve Batıyla sessiz sedasız pragmatik iş birliğini de zamanında ve ölçüsünde kullanmayı iyi biliyor. 1925’te Rıza Şah bir darbeyle Türk hanedanı olan Kacarları tahttan indirip yerine geçtikten sonra Pan-İranizm ve Farsçılık İran’da girift ve komplike bir safhaya geçmiş, bu manada iç ve dış politik hâkimiyet doktrini ve devlet felsefesi açısından bu darbenin devamı mahiyetinde olan 1979 devrimiyle birlikte de hâkim küresel güçlerin bölgesel denge politikasına uygun olarak mezhep üzerinden bir milli kimlik inşa edilerek güçlü bir şekilde yola devam edilmiştir. İran’ın bugünkü siyasetini anlayabilmek için 1925 ve 1979 devrimlerinin arka planını, şifrelerini, jeopolitik dengelerin bu süreçlere etkisini, sistem içi dengeleri, reform hareketlerini, devletin alabildiğine karmaşık yapısını doğru okumak lazım. İran çok girift ve komplike bir siyasi sistemle yönetiliyor. Rejim gizemini ve gücünü iyi anlamış, güçler ayrılığının da ötesinde oluşturulmuş güçler parçalanmışlığından alıyor. Dini lider önemlidir. Ordudan ekonominin önemli bir bölümünü kontrolünde tutan dini ve ticari vakıfların başkanlarına kadar ek çok stratejik kuruma dini lider atama yatar. Ancak dini lider de daha derin ve kolektif bir yapılanma olan Düzenin Yararını Teşhis Heyetindeki dengeleri gözetmek, onların çizdiği istikametler doğrultusunda iç ve dış siyaseti dizayn etmek zorunda. İran devlet geleneğinin olmazsa olmazı olan istişare ve danışmanlık kurumu rejim tarafından geliştirilmiştir. Anayasayı Koruyucular Konseyinin de siyasi süreci yönlendirecek önemli yetkileri bulunuyor.  Yani artan sokak gösterileri karşısında devlet aklını temsil eden bütün bu parçalı görüntü veren kurumların eşgüdüm içinde bölünmeden alacağı kararlar önemlidir. Nükleer anlaşmanın taraflarından olan Avrupa ülkeleri ve Rusya’nın İran yanlısı politika izlemesi, Suriye’deki son gelişmeler, İran’da istikrarın korunması için Türkiye gibi büyük bir komşu ülkenin verdiği destek de İran’ın elini rahatlatıyor.

ABD’nin has adamı Rıza Şah’ın ölümünden az önce “ABD ve İngiltere yerine muhalefeti bastırmayı teklif eden askerleri dinleseydim ülkemi terk etmek zorunda kalmazdım” beyanatıyla Humeyni’nin devrimden az önce Paris’te CIA yetkilileriyle temas kurarak “askerler sizi halk beni dinler, iş birliği yapabiliriz” dediğini, Tahran’dan Bursa’ya, oradan da Necef’e, sonra Paris’e uzanan yolculuğunu,  petrolün devrim sonrasında Batıya kesintisiz olarak ulaştırıldığını, Sovyetlerle mesafeli duruşun devam ettiğini, sadece 1980-1987 arasında İsrail’in İran’a 500 milyon dolarlık silah sattığını, İran-Irak savaşı sırasında İsrail uçaklarının da Irak’ın nükleer tesislerini bombaladığını,  Araplara karşı İran’ın İsrail’le ittifak yaptığını, İzak Rabin’in 1987’de yaptığı bir konuşmasında İran’ın İsrail’in en iyi dostu olduğunu söylemesini, meşhur İran-gate skandalını da birleştirirsek İran inkılabının küresel güçlerin iradesinden bağımsız olarak gelişmediğini, Humeyni’nin Paris’te gerçekleştirdiği konuşmaların kasetlerinin ertesi gün Tahran’daki apartmanların girişlerine nasıl ve hangi güçler tarafından bırakıldığını da anlamış oluruz.  İsrail ve ABD’nin bugünkü Suudi Arabistan politikası, dönemin İran politikasına çok benzemektedir. ABD, İslam ülkelerini ve onların başındaki isimleri kullanıp atmayı iyi biliyor. Rıza Şah döneminde İran Hava Kuvvetleri komutanı olmuş Amir Hüseyin, mahkemesinde NATO’nun şahı İran’dan fare kovar gibi kovduğunu boşuna dile getirmemiştir. İsrail ve ABD, Irak’ı İran’a terk ederek, mezhep savaşı için ortam hazırlayarak, önce Suriye ateşini alevlendirip sonra Esad koalisyonu karşısında Türkiye ve muhalefeti yalnız bırakarak, terör örgütü PYD’ye binlerce tır silah göndererek kargaşaya hizmet etiğini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Ankara, Erdoğan liderliğinde nice operasyon, suikast ve darbe girişimlerini atlatmış,  büyük bir dirayet ve kararlılık göstererek millî siyaset geliştirmek suretiyle bütün hamleleri bertaraf edip Suriye tuzağını bozmuş, Orta Doğu’daki süreci büyük ölçüde tersine çevirmiştir. İğneden ipliğe her şeyini dışarıdan aldığı için Batıya bağımlı olan Suudi Arabistan devletini, İran yayılmacılığıyla tehdit ederek cepheye sürmek ABD’nin bitip tükenmeyen kaos senaryolarında yeni bir perde. Tavşana kaç tazıya tut politikası. Felaket senaryoları engellenerek oyunlar bozuldukça ekonomik zorluklar, siyasi baskılar altında ezilen kitleler sahneye çıkarılmakta, emperyal koridora karşı koyan cephe, içeriden yarılmaya çalışılmaktadır. Artık bütün Orta Doğu’nun sağlam, devşirilmemiş yapılarının nazarları Ankara’ya dikilmekte, sokakların da nabzı Ankara’yla atmaktadır. Derin Yahudi devletinin Trump üzerinden aldığı Kudüs kararını, Barzani’nin bertaraf edilen son hamlesini, PKK-PYD’ye gönderilen binlerce tır dolusu silahın namlusunun çevrildiği istikameti, Gezi kalkışmasından 15 Temmuz’a, ABD’de sahnelenen Zarrab tiyatrosuna kadar uzanan bütün operasyonları, aynı jeopolitik dizayn sürecinin halkaları, tek projenin uzantıları olarak göremezsek hızlanan küresel ve bölgesel gelişmelerin dinamiğini, iki asırdır yaşadığımız acıları, tarihin ısrarla idrakimize sunduğu mesajları okuyamayız. Evet, Türkiye, Anadolu coğrafyası bin yıldır Türklüğün, İslam ümmetinin, hak ve adalet arayan insanlığın sığınılacak limanı, karargâhıdır. O karargâh daha da güçlenir, sağlam durursa Orta Doğu’nun bütün ülkelerinde emperyalizme karşı birlik rüzgârları kuvvetli eser, ülkeler bağımsızlaşır. Halka rağmen iktidarlarını sürdüren despotik rejimlerin de sonu böylece gelmiş olur.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.