Geniş Açı'nın bugünkü yazarları Osman Sağırlı ve Dr. İbrahim Pazan

A -
A +

Osman SAĞIRLI - osman.sagirli@tg.com.tr

Acemice bir oyun mu?

Dünyanın en kanlı ve sancılı bölgelerinde son birkaç yıldır başrol oyunculuğuna soyunan hatta Orta Doğu ve Körfez ülkelerinde âdeta etnik emlakçılık yapan İran, kendi içindeki kontrolü kaybetme tehlikesiyle mi karşı karşıya?
Daha önceki bir araştırma başlığımızda dediğimiz gibi “Nerede isyan orada İran” düsturu ile yıllardır hayalini kurduğu “Şii Hilali” projesini hayata geçirmek için hinterlandındaki ülkelerin demografik yapısıyla oynayan, rejim ihraç eden İran, bugünlerde kendi içinde de rejimi koruma süreci yaşıyor.
İran’ın her seferinde ötelediği, baskıladığı hatta dünyadan gizlediği problemler zaman zaman gün yüzüne çıkıyor. Güney Azerbaycan’da çoğunluğu Şii, Belucistan’da ise Sünni halkla gerginlik yaşayan İran rejimi, geçtiğimiz yıl ki Ahvaz ayaklanmasından sonra şimdi de geniş halk kitlelerinin ekonomik sebepleri gerekçe göstererek başlattığı protestolarla mücadele ediyor.
İran’da, 2009’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminden bu yana en büyük hükûmet muhalifi eylemler onuncu gününde.
28 Aralık’ta Meşhed’de bir grup göstericinin, ülkedeki hayat pahalılığı, işsizlik, yolsuzluk gibi problemleri protesto etmesiyle başlamıştı her şey. Kısa sürede rejim muhalifi gösterilere dönüşen protestolar, Tahran, Kirmanşah, Senendeç, Zencan, Şiraz, Kum, İsfahan, Lorestan, Hemedan, Ahvaz, Zahidan, Erak, Hurrem Abad gibi pek çok şehre yayıldı.

BATIK ŞİRKETLER
Peki, İran’da halkı sokağa döken olaylar nasıl gelişti?
Aslında bu protestolar bir anda ortaya çıkmadı. Son bir yıl içinde başta Tahran olmak üzere birçok kentte, sayıları 6 bini bulan batık finans şirketlerine yatırımlarını kaptıran ve sayıları milyonları bulan mağdurlardan bazıları küçük çaplı da olsa gösteriler düzenleyip tepki gösteriyordu. Devlet ve hükûmet kurumları ise bu gösterileri sadece izlemekle yetiniyordu.
Bazı bankaların yanı sıra yüksek faiz vaadiyle mevduat toplayan Arman, Hazar (Caspian), Saminü’l-Hucec, Saminü’l-Eimme ve benzeri finans kuruluşlarının iflas etmesi İran’da son dönemlerde önemli bir sorun olarak dikkat çekiyordu.
Yoksulluk sınırının bin dolar olup, nüfusun mühim bir bölümünün bu sınırın altında yaşadığı İran’da ekonominin gittikçe daralması; mollaların ekonomik varlığı, iç piyasadaki para darlığı, bazı yöneticilerin astronomik maaşları, son zamanlarda temel ihtiyaç maddelerine yapılan zamlar, resmî verilere göre yüzde 9 dolaylarındaki enflasyon ve yüzde 13 civarında işsizlik oranları... Hepsi sokakların hareketlenmesi için yeterli bir sebepti. Yaş ortalaması 29,4 olan 80 milyon nüfuslu İran’da, yoksul tabaka ve muhalifler mudilerin yanında yer alınca olaylar çığırından çıktı.  
Resmî açıklamalara göre 29 kişinin hayatını kaybettiği İran’daki olaylar görüntü itibarıyla bir ayaklanma mı yoksa karşılıklı restleşmenin bir sonucu mu bunu ilerleyen günler gösterecek.
 Ancak biraz geriye gidince bugün gelinen noktanın öngörülebilir bir süreç olduğu ve tarafların çekişmeyi sahada çözmekten başka çıkar yol bulamadıkları tezi ağırlık kazanıyor. Zira istihbaratı ve güvenliği dünya çapında ün yapan bölgedeki dengeleri yüzlerce yıldır altüst edebilecek kapasitedeki bir ülkenin bu olayları hesap edememiş olması düşünülemez.

DARBE UYARISI  
İran’da son 20-30 yıldır 1979 devrimi ile yönetimde ağırlığını hissettiren rejim koruyucularla seçilmişler arasındaki sürtüşme miras olarak ilgili taraflarca devralınıp devrediliyor. Aynı safha ülkedeki en üst iki otorite olan Devrim Rehberi Ali Hamaney ile Cumhurbaşkanı Ruhani arasında uzun zamandır devam ediyor.
İşte bu gerginliğin bu eylemlere de yansıdığı, hatta bazı analistlere göre de eylemlere kapı araladığı konuşuluyor. Zira iki lider arasındaki görüş ayrılıkları Ruhani’nin 2013 yılında cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra iç politika, dış politika, ekonomi ve kültür gibi farklı sahalarda kendini derinden hissettiriyordu. Geçtiğimiz yıl 19 Mayıs’taki cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar süren bu gerginlik Hamaney’in kontrolündeki Anayasayı Koruyucu Konseyinden veto yemek istemeyen Ruhani’nin geri adım atmasıyla bir süreliğine de olsa düşmüştü. Seçimlerde yeniden koltuğa oturan Ruhani’nin kaldığı yerden devam etme kararı alması, hatta tıpkı kendinden önceki cumhurbaşkanları Rafsancani, Hatemi ve Ahmedinecad gibi dört yılda bir halk tarafından doğrudan seçilen cumhurbaşkanının anayasada belirlenen yetkileri yetersiz olduğunu söyleyerek sınırları zorlaması ipleri iyice gerdi. Seçim sonrasında Ruhani’nin sürekli halkın iradesine saygı duyulması gerektiğini ima eden çıkışları karşısında Hamaney öyle bir çıkış yaptı ki İran siyasetinde meydana getirdiği depremin artçı şokları bugün bile hissediliyor. Hamaney geçtiğimiz yıl devlet erkânına verdiği iftarda Ruhani’yi ülkeyi Benisadr gibi kutuplaştırmaması konusunda uyardı. Benisadr hatırlatması aslında bir darbe imasıydı. Zira, Benisadr, Ocak 1980’de aldığı %76’lık oyla İran’ın devrim sonrası ilk cumhurbaşkanı olarak seçilmiş ve bir buçuk yıl bu görevi yürüttükten sonra Ayetullah Humeyni ve çevresindekilerle yaşadığı görüş ayrılıklarından dolayı önce mecliste hakkındaki gensoru kabul edilmiş ardından da Humeyni tarafından azledilmişti. Benisadr, çareyi Fransa’ya kaçmakta bulmuştu.
Devletin zirvesinde yaşanan olaylar, eylemlere ne devrim muhafızlarının ne de diğer güvenlik güçlerinin ilk günlerde müdahale etmemiş olması, gösterilerin Ruhani’nin seçimlerdeki rakibi Ebrahim Raisi’nin kalesi, İmam Rıza Türbesi ve rejim fanatiği Şiilerin yer aldığı Meşhed’de başlaması rejimin Ruhani’ye ders verdiği yönündeki tezleri güçlendiriyor.

KİME DESTEK?
Sokaklarda yabancıların parmağı elbette ki vardır. Tıpkı 1953’teki Musaddık olayında CIA’in itiraflarına sebep olan darbe hadisesi, 2009’daki başarısız yeşil devrim harekâtı ve küçük çaplı darbe teşebbüslerindeki gibi…
Ancak olayların başladığı anda, ABD Başkanı Trump ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun çıkışları bu defa işaret edilen dış güçlerin darbeye değil de rejime destek verdiği kuşkularına sebep oldu. Avrupalı bazı stratejistler, Trump’ın destek tweetlerinin ardından İran’da gösterilerin seyrinin tersine döndüğünü, protestolara katılımın azaldığını, rejim muhalifi sloganlar yerine ABD muhalifi sloganların duyulduğunu dile getirdi.
Sonuç olarak şu ana kadar hiç karşı karşıya gelmeyen İsrail ve İran’ın üçüncü taraflara birbirlerini korkuluk gibi göstermeleri neticesinde petrol ve silah satışından elde ettikleri kazanımları unutmamak gerekiyor. Tıpkı Trump’un ABD’de yaşayan ve üstelik çoğunluğu ABD vatandaşı olan bir milyondan fazla İranlıyı unutmadığı gibi!
Bu arada rejim “Bizi yalnız bırakmayın” çağrısıyla sokakları dolduran yandaşları sayesinde bir de güven tazelemiş oldu.

Geniş Açı'nın bugünkü yazarları Osman Sağırlı ve Dr. İbrahim Pazan
22 Şubat 2017 tarihli gazetemizde İran’ın bu süreci yaşayacağını ifade etmiştik.

 

İbrahim PAZAN - ibrahimpazan@gmail.com

KUDÜS-İ ŞERİF: İLK KIBLEMİZ, KIRMIZI ÇİZGİMİZ  
Hayatı gerçekten çok yoğun yaşıyoruz. Son yarım asırda hem ülkemizde hem de dünyada ne olaylara şahit olduk. Osmanlı Devleti’nden sonra güçlü bir hami devletimiz olmamasından dolayı Batı’nın her fırsatta dinimize bühtanda bulunması karşısında Müslümanlar olarak hüzünlendik. Ancak son zamanlarda, başlangıçta şer gibi gördüğümüz bazı olayları, Cenabı Hakk’ın hayra çevirdiğine sıkça şahit olmaktayız. Hatırlayalım, 15 Temmuz 2016 hain darbe girişiminde, 250 şehidimiz ve binlerce yaralımız oldu. Çok üzüldük. Karargâhını ABD’de kurmuş bir hainin, neredeyse devletimizi ele geçirmek üzere olduğunu görünce şaşkına döndük. Ama sonuçta, devletin ordusuna, polisine, yargısına ve diğer kurumlarına sızmış hainler bu vesileyle gün yüzüne çıkarılmış oldu. Ayrıca devlet bu vesileyle ordusuna, polisine, yargısına, yüksek öğretim kurumlarına velhasıl bütün önemli organlarına ayar verdi. Bir daha böyle bir hadisenin başımıza gelmemesi için gerekli tedbirleri aldı. Yani şer gibi görünen bir olaydan sayısız hayırlar çıktı.
 
TRUMP’TAN SKANDAL AÇIKLAMA

Gelin son günlerin sıcak gündemi olan Kudüs meselesine de bu açıdan bakalım. Malumunuz 6 Aralık 2017 günü ABD Başkanı Trump, Kudüs'ü resmen İsrail'in başkenti olarak tanıdıkları ve Tel Aviv'deki büyükelçiliklerini Kudüs'e taşıyacakları şeklinde skandal bir açıklamaya imza attı. ABD’nin dünya barışına hizmet eden değil tam aksine dünyanın huzurunu kaçıran, her yerde savaş ve karışıklık çıkaran bir devlet haline geldiğini bir defa daha ispatladı. Kendi devletinin de altında imzası olan, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'nin 1980 yılında İsrail'in Doğu Kudüs'ü ilhak ederek başkent ilan etmesini geçersiz sayan 478 sayılı kararına aykırı davrandı. ABD’nin “Güçlü olan, haksız da olsa haklıdır” zorbalığını cümle âleme bir defa daha gösterdi.

TÜRKİYE DÜNYAYI AYAĞA KALDIRDI

Başkan Trump’ın son derece sorumsuzca aldığı, dünya barışının altına dinamit koyan bu kararı sonrasında, başta Türkiye olmak üzere bütün dünyadan yoğun tepkiler geldi. Pek çok yerde kararı protesto eden yürüyüşler, toplantılar tertip edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kararın, uluslararası hukuku çiğnemenin yanında medeniyetimize de indirilmiş ağır bir darbe olduğunu belirterek İsrail’in bir işgal ve terör devleti olduğunu vurguladı. Erdoğan ayrıca İslam İşbirliği Teşkilatını, Olağanüstü toplantı için İstanbul'a davet etti. 13 Aralık 2017 günü toplanan zirveye, 56 üye ülkeden 49 temsilci katıldı.

Toplantı sonunda yayınlanan İstanbul Deklarasyonu’nda, ABD Yönetimi’nin Kudüs’ün statüsüne ilişkin hukuk dışı açıklaması reddedildi. Bu açıklamanın gerek vicdan gerek hukuk gerek tarih önünde hükümsüz olduğu ilan edildi. Ayrıca Filistin Devleti’nin tanındığı teyit edilerek tüm dünya, Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin işgal altındaki başkenti olarak tanımaya davet edildi.

ABD BM’DE NAKAVT OLDU

ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararından vazgeçmesi çağrısı önce BM Güvenlik Konseyine taşındı. 18 Aralık 2107 günü yapılan oylamada 5 daimî üye ve 10 geçici
üyeden ABD dışındaki 14 üye tasarıyı kabul etti. Ancak ABD veto hakkını kullandı. Konu bu defa BM Genel Kuruluna götürüldü. BM Genel Kurulunun 21 Aralık 2017 günkü birleşiminde tarihî bir gün yaşandı. ABD’nin üye ülkeleri açıkça tehdit etmesine rağmen tasarıyı 128 ülke kabul ederken; 9 ülke ret, 35 ülke de çekimser oy kullandı. ABD ve İsrail ile birlikte tasarıya karşı çıkan ülkeler de adı sanı duyulmamış Guatemala, Honduras, Togo, Mikronezya, Nauru, Palau ve Marshall Adaları gibi devletçiklerdi. ABD ve İsrail bütün dünyanın bu sert yumruğu ile nakavt olmuş olmanın acısını derinden hissettiler.

KUDÜS NEDEN ÖNEMLİ?

Kudüs-i Şerif’in biz Müslümanların gönlünde çok ayrı bir yeri vardır. Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’nın ilk kıblemiz olmasının yanı sıra, Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü Miraç hadisesinin başlangıç noktası da bu Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle bu bereketli, mübarek beldededir.

Hazreti Ömer, Peygamber efendimizin Şam ve civarındaki şehirlerin fethedileceği müjdesinin kendi devrinde vuku bulmasını çok arzu ediyordu. Ebû Ubeyde bin Cerrah hazretlerini Şam ordularının başkumandanı yaptı ve Bizans İmparatoru Heraklius’un ordularına karşı bölgeye gönderdi. Şam, Gazze, Nablus ve Yafa şehirleri ele geçirildi. Rum ordusunu dağıtan Amr bin Âs Kudüs’ün teslim edilmesi için haber gönderdi. Kudüs’ün ileri gelenleri, Halife’nin bizzat gelip ahd ü eman vermesi hâlinde beldeyi teslim edeceklerini bildirdiler. Hazreti Ömer 638 yılında Medine’den Kudüs’e geldi. Şehri teslim alarak Peygamber efendimizin Miraç’ta üzerine basarak göklere yükseldiği Sahratullah’ı buldurdu. Yahudiler tarafından çöplük haline getirilen sahrayı kendi elleriyle süpürüp eteğinde toprak taşıyarak temizledi.

İSLAM DEVLETLERİ HEP HİZMET ETTİLER

Kudüs Emevîlerden sonra Abbâsîler, Tolunoğulları, İhşîdîler, Fatımîler, Selçuklular, Zengîler, Eyyûbîler, Memlûklüler ve nihayet Osmanlıların hâkimiyetinde 1200 sene süreyle hep Müslümanlarda kaldı. Arada sadece 1099’da Haçlı işgaliyle elden çıktığı ve Selahaddin-i Eyyûbî tarafından 1187 senesinde tekrar fethedilene kadar süren 88 senelik bir kesinti vardır.

Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır Seferi’nde, 1516 yılı sonunda Memlûklüler’den alınan Kudüs tam 401 sene Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır. Bu dört asır, her dinden insanın refah ve huzur içinde yaşadığı mutlu bir dönem olmuştur. Osmanlılarca her zaman saygı gösterilen bu belde gerekli bütçe ayrılarak hep imar edilmiştir.

OSMANLI GİTTİ, HUZUR BİTTİ

Kudüs Osmanlı’nın son dönemlerinde, doğrudan Dahiliye Nezaretine bağlı müstakil bir sancak olarak merkezden tayin edilen bir Kudüs-i Şerif mutasarrıfı tarafından idare edilmiştir. 17.100 kilometrekare yüzölçümüne sahipti. 1917 yılında Osmanlı’nın son Kudüs idarecileri, mutasarrıf İzzet Bey, kadı Ali Kemal Efendi, Hanefî müftüsü Mehmed Kâmil Efendi, Şafiî müftüsü Şeyh Mehmed Tahir Efendi, Yafa kaymakamı İrfan Bey ve Gazze kaymakamı Muin Bey’dir.

Osmanlılar Kudüs’ten çıkıp 11 Aralık 1917’de İngilizler girince, 1200 senelik bu mübarek İslam beldesindeki dört asırlık Osmanlı huzur dönemi de sona erdi.

İNGİLİZ’İN OYUNU

1917'de İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Siyonist lider Baron Edmond de Rothschild’e yazdığı mektupta, Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasını İngiltere’nin destekleyeceğini bildirdi. Bu deklarasyona güvenen Yahudiler Filistin topraklarına süratle yerleşmeye başladılar. 1922 yılında Filistin’deki Yahudi nüfusu 83 binden 467 bine çıktı. 1947 yılına gelindiğinde bölgeyi elinde tutan İngiltere, Filistin toprakları üzerindeki çatışmaları sonlandırmak için BM’ye müracaatta bulundu. Kurulan Filistin Özel Komisyonu, Filistin’in en verimli kısımlarını oluşturan %55’lik kısmını Yahudilere, geri kalan verimsiz toprakları ve çölleri ise Araplara bırakan bir plan teklif etti. Bu arada İngiltere BM'deki oylamayı beklemeden 15 Mayıs 1948'de Filistin manda idaresinin sona ereceğini deklare etti. Bunun hemen akabinde, 14 Mayıs 1948’de Yahudiler İsrail devletinin kurulduğunu ilan ettiler.

Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak’ın giriştiği savaşta, batılı devletlerin desteğini alan İsrail’e karşı başarı sağlayamadılar. İsrail savaş sonrasında Filistin’deki toprağını %55’ten %78’e çıkardı. 1956 ve özellikle 1967’deki Arap-İsrail savaşı felaketle sonuçlandı. Mısır’ın elinde bulunan Gazze ve Sina Yarımadası da İsrail’in eline geçti. 7 Haziran 1967 günü İsrail askerleri Kudüs’e girdi. Böylece 1917 yılında Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmış olan Kudüs 50 yıl sonra Yahudilerin eline geçmiş oldu.

 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.