İnsanlığın medeniyet serüveni kültür ve gelişim

A -
A +

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com

Yeni bir güne yeni bir heyecanla başlıyorum. Bin dokuz yüz altmışlardan beri tanıdığım bir camiayla yazı ortamında buluşmak çok güzel. Her yaptıkları şeyi takdirle takip ettiğim bu dostlar ve arkadaşlar grubuna bu şekilde de katılmaktan mutluyum. Arzumuz her on beş günde bir sizlerle bu sütunlarda buluşmaktır...
Âlemde her şey yenilenmektedir. Çünkü bu âlem mümkünlere göre yaratılmıştır. Değişme kaçınılmazdır o hâlde. Her değişme tecessüs ve şüphe uyandırır. Uymak ve alışmak zaman alabilir. Eskiyi unutmak da zaman alabilir. Yenilerde hayal ve ümit, eskilerde ise hüzün ve hatıralar vardır. Hatıraların acıları bile zamanla bizde garip ve buruk bir lezzete dönüşür. Yeni ise yaşanmamıştır; nelere gebe olduğu bilinmez.
İnsan topluluklarının millet olabilmeleri o kadar da kolay değildir. Genelde her canlı türü toplu yaşamayı arzular. Birlikte yaşar, çoğalır, üretir, paylaşır ve diğer canlılardan farklı olarak insanlar bir kültür profili oluştururlar. En basit toplulukların toplum hayatlarıyla birlikte kültür seyirleri de başlar. Kültür bir çaba değil zaman meselesidir. Toplu yaşayışla birlikte kültür vizyonu belirmeye başlar. Az gelişmişlik, gelişmişlik veya çok gelişmişlik kültür trendini yukarı da çekmez aşağı da, indirmez. Pigmelerin de, Tuareglerin de, Baskların da, Korsikalıların da kültürleri o topluluklara özeldir ve hangisi daha üstündür diye tartışmak abestir. Bu şuur dışı, istem dışı ortak yaşayış ürünü sosyal bir kazanımdır.
Medeniyete gelince; o zamanla birlikte bir çaba da ister.  Tolumun kültürü bu medeniyetin oluşumunda etkili bir murakıptır. Oluşumun her safhasında görülür ama kitlelere göre bazen mutlak baskılayıcı bir güç, bazen de ılımlı değerler manzumesidir. Sahra ve belde (Şehir ve kırsal alan) kültürleri birbirlerinden farklıdır. Sahralarda sabit kültür değerleri, beldelerde ise başkalaşım, değişim ve adaptasyon daha belirgindir.
Kırsal toplumlarda samimiyet; şehir kültüründe ise muaşeret ve yaptırımlar daha geçerlidir. Kırsal kültürün yaptırımları töreler, şehirlerde ise kanun koyucuların kurduğu sistemler ve gözetimler toplulukları bağlar. Klanlarda veya az gelişmiş yerleşik olmayan (göçer) topluluklarda töreleri uygulamak kolay ve tabiidir. Gelişmiş toplumlarda töreler yıpranırken suni yaptırımları uygulamak bile zordur. Az gelişmiş toplumlarda suç oranı çok düşükken gelişmiş toplumlarda bu oran giderek yükselmektedir. Çünkü birinde güven esasken diğerinde şüphe ve itimatsızlık hâkimdir...
İşte bu kültür bağlamlı medeniyete geçiş serüveninde milletler neler yaşar. Yaşadıkları serüvenler yazı önceleri destanlarla hafızalara hatıralar olarak nakşedilmiştir.
Milletlerin hafızaları da hatırlarla doludur. Geleceğin neler getireceği binmediği için ortak şuurda ümit ön plandadır. Mazi hep hayırla yâd edilir olmuştur. Belki bir sığınmadır bu.
"Beni de alın koynunuza ne olur hatıralar" diye terennüm eden Selahaddin Pınar hangi gelecekten hangi mazi sığınağına iltica ediyor. Şiirlerimiz, musikimiz, eskiyi düşünmekle geçer. Acaba yeniyi yaşamaya veya onunla yüzleşmeye hazır değil miyiz? Hâlbuki her gelen yeni, bizi eskitmeye devam ediyor. Ama yine de yenileri sevinçle karşılıyor ve ümitlerimizi diri tutmaya gayret ediyoruz.
Yeniyi anlayabilmek için eskiyi çok iyi tanımak ve tahlil etmek gerekir. Bu yüzden milletlerin geliştirdiği destan kültürleri millî senaryolar gibidir. Savaşlar, göçler, büyük acılar hep o uzun nazımlarda gizlidir. Evveli olmayanın ahiri de olmaz. Uzun zaman tünelinde bize eşlik eden bu süreç topluma neler yaşatmamıştır ki… Destan devri gençliği ile modern devir gençliği neleri paylaşabilir? Buna kesin bir şey söylenemez ama gönül, his, aşk ve vatan duyguları hep aynı olsa gerektir.
Gençliğimiz hatıraların kara kutusudur. Zindelik, ümit, gözü peklik, aldırmazlık, enerji, hırs, hasılı gençlik delikanlılıktır işte. Bundan güzel bir kelime bulunabilir mi bir tarif için. Her şeyi gençliğe bağlayıp onu "Lâ yüs’el"  (sorgulanamaz) kabul ederek "Ne olursa olur delikanlılıkta" diye  gençliğimizi heba etmeye ruhsat verenlere ne demeli. Hâlbuki hayatımızın yatırım dönemi gençlik yıllarımızdır. İbadetin en kıymetlisi, tövbenin en makbulü bu hazine yıllarımıza bağlı değil midir? O yıllarımızı "Vur patlasın çal oynasın bu hayat böyle geçer" diye Epikürcü felsefeye fatura etmek kime ne kazandırır… Yapmak istediğimiz mazi ile istikbali barıştırmaktır. Ne mazimiz her şeye değer, ne de istikbalimiz karanlıktır. Ümit, irade, teslimiyet, kadere iman ve takdire rıza ama tedbiri baş tacı yapmak şartıyla. Ne "Tedbîri terk eyle, takdîr Hudânındır"  (Tedbiri bırak takdir Allah’ındır) ne de "Neylersin tedbîr takdîre uymuyor" (Ne yaparsın tedbir kaderi değiştirmiyor) diye düşünemeyiz. Hem tedbirimizi alırız, hem de tedbire uymasa bile "Hakkımızda hayırlısı buymuş" diyerek gönül hoşluğuyla kadere teslim oluruz. Çünkü Yüce Peygamberimizin buyurduğu  "Kadere iman hüznü giderir" formülüyle teslimiyetin huzurunu yaşarız.
Olgunluk ve yaşlılığı muattal (tembel) bir hâlde meskenet (miskinlik, uyuşukluk) yuvalarında, boş işlerle geçirip "vakit öldürmek" gibi düşündürücü bir boşluğa atmak ve giderek yaklaşan "son yolculuk"a hazırlıksız yakalanmak ne gaflettir.
Şüphesiz insan yaratılışın şifresidir. Mükemmelliklerle donatılmış olarak dünyaya gelen insanın bu gerçekleri yok sayarak sefahat ve sefaleti seçmesi hem kendisine hem de insanlığa ihanettir. Şifrelerin çözümünde ibadet parantezi içinde muazzam bir estetik boyut sunulmuştur bize. Gözümüze renkler, diğer duyularımıza ise bizi dünyaya ısındıran mükemmellikler verilmiştir. İdrak ettiğimiz bu dünya bakılmaya doyulmayan bir tablo gibidir.  Ne âlemdir bu âlem aklı fikri bîkarâr eyler/Hep i’câzât-ı kudret pîş-i çeşmimden güzer eyler’’ (Bu âlem nasıl bir âlemdir, aklı fikri alır. İnsanlığı şaşkınlığa sevk eden ilahi kudret eserleri hep gözümün önünden geçer) diyen Abdülhak Hâmid bu muazzam güzelliği ne güzel anlatmış.
Göz bize Rabbimiz tarafından güzellikleri ve hakikatleri görmek, kalp ise iman meselelerini idrak etmek için verilmiştir. Her ikisinin hakkını veren kurtuluşa erer.
Bu yazılarımızda gözümüzün gördükleriyle kalbimizin tasdik ettiklerini yazmaya çalışacağız. Bu sahada uzun yolculuklarımız olacak. Sığınağımız olan maziyi de, ümidimiz olan istikbalimizi de sık sık ziyaret edeceğiz. Ne gözümüzü ne de kalbimizi yok sayacağız. Uzun tarih yolculuğumuzda bu topraklara gelinceye kadar ne gibi maceraları nasıl idrak edip nasıl sevinmiş nasıl ağlamışız. Neler söylemiş neler dinlemişiz. Yaşlı dünyamızı parselleyip devletler kurup, tahtlar deviren ecdadımız neleri nasıl değerlendirmişler, nelere gülüp nelere ağlamışlar; geçici dünya zevklerini nasıl yorumlamışlar, son yolculuklarına nasıl çıkmışlar. "Âhır çalındı kūs-ı rahil  ettin irtihâl/Evvel konağın oldı cinân bûstânları’’ (En sonunda göç davulları çalındı ve sen göçtün. İlk önce de cennet bahçelerine kondun) diye, Koca Sultan Süleyman’ın arkasından müthiş mersiyesi ile ağlayan Bâkî acaba bu acıyı kalbinde duydu mu, yoksa sadece şiir olsun diye mi yazdı?
İşte böyle kültür ve medeniyet atkısıyla destan devrinden mekanik ve dijital hayata geçen toplumumuzda neler nasıl değişti? Hepsini beraberce paylaşacağız.
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.