Izdırapların kaynağı güçlünün hukuksuzluğu

A -
A +

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra

İnsanlar dünyada rahat yaşamak ve emin olmak isterler. Hak, hukuk, adalet bir emanettir. İnsanlar bu emanetlere sahip çıktıkları sürece huzur içinde yaşarlar.
Kişi hakları belli bir düzen içinde yaşatılabilir ve korunabilir. Adalet, hak ve hukuku içine alan geniş bir kavramdır. Adaletin uygulanması, hak, hukuk ve bunların zahiri yönü olan kanunların işlemesi ve işletilmesi ile olur. Esas olan mükemmel bir kanun sisteminin varlığı değil, var olan kanun sisteminin işletilmesidir.
Her devlet ve her topluluk kendilerine göre adildir veya öyle zannederler. Hâl böyleyken tarihin nasipsiz şahitliklerinin başında adaletin katledilmesi, hakların gasbı, hukukun iptali ve kanunların kâğıtta kalması gelmektedir.
Sorgusuz infazlar, savunma hakkının iptali, baskı altındaki asılsız itiraflar ve nihayet insanlık suçlarının en korkunçlarından olan işkence, hukuk adına uygulanan ayıplardandır.
Hukuk adına hukuku katletmek, hak arayanların haklı konumlarını suçlu durumuna düşürmek, olay hakkında bilgi sahibi olmayan birini cebren yalancı şahitliğe zorlamak, tarihî perspektif içinde çok gerilere itilecek yüz karalarından değildir. Her devirde geçmişi aratacak zulümler hız kesmeden devam etmektedir.
Eskiden duvarlarından sular akan, farelerin kol gezdiği, küflü ekmek ve pis sularla yetinmek zorunda kalan zindan mahkûmları yerine, bugün konforlu hapishanelerde her türlü medya imkânlarına sahip, işler gibi görünen savunma haklarını elde etmiş tutukluların, adaletin emin ellerinde olduklarını zannetmemek lâzımdır.
Dünyanın “HAKK” ve hukuk tanımaz  büyük devletlerinin bitmek tükenmek bilmeyen dünyevi hırsları ve “Ehl-i Salib”in İslam ülkelerine karşı yıllardan beri uyguladıkları hınç politikası yüzünden, her gün binlerce mazlum en ağır işkencelerle hayatını kaybetmekte, yaşayanlarsa ya zulüm içinde utanç verici  bir hayata lâyık görülmekte ya da vatanlarını terk etmek zorunda kalmaktadır.
Asrımızın en acı dramı maalesef “mülteci” meselesidir. Her yıl binlerce mülteci bir başka ülkeye sığınmak için her çareye başvurmaktadır. Hayatlarını kurtarabilmek için mutlak ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bu zavallı insanların çoğunun sonu, azgın dalgaların bağrında noktalanmaktadır.
Her yıl binlerce, milyonlarca muhacir hicret ettikleri yurtlarını bir daha görememek korkusuyla gözleri arkada, kalpleri buruk bir şekilde atalarının mezarlarını ve çocukluk hatıralarıyla dolu olan topraklarını terke zorlanmaktadırlar. Hicret ve iltica dünyanın yüzündeki en kirli yamadır. Tarih, bu ayıbı hiç örtememiştir. İnsanlar sadece rahat nefes alıp bir yudum suyunu içmek ve hatıralarının albümü olan topraklarında son nefeslerini vermek isterler. Çok mudur, lüks müdür, çok pahalı mıdır bu masum istek? Ama gelin görün ki merhamet denilen o engin pınardan bir yudum bile içmemiş gaddarlar, insanlığa bu ufacık mutluluğu ve tabii hakkı bile çok görürler.
Bugün dünyada 65 milyonu aşkın mülteci vardır. BM Mülteciler Yüksek Komisyonu raporuna göre AB Üye Devletleri “yedi yüz bin”i aşkın mülteciye koruma sağlamıştır. Macaristan ve diğer Avrupa ülkelerinde Suriyeli mültecilere yapılan yüz kızartıcı hakaretler ve zulümler ortada iken bu raporlara inanmak biraz zor değil midir? Deniz kıyısında semaya bakamayıp yüzüstü, dünyaya küsmüş vaziyette hayatını kaybeden Aylan bebekleri unutmak mümkün müdür?
AB, Suriye mültecileri için 10 milyar avroyu harekete geçirdiğini söylemektedir. Peki o zaman dört milyon Suriyeli mülteciye sınırlarını açıp, dünyanın en mükemmel mülteci kamplarını kuran Türkiye, bu 10 milyar avronun neden çok cüz’i ve komik denecek bir meblağına sahip oldu? Türkiye Cumhuriyeti, devleti ve milletiyle, büyük fedakârlıklarla ekmeğini bölüştüğü bu insanlara bağrını açarken diğer İslam ülkeleri nerededir? Hem de hepsi dünya zengini devletler oldukları hâlde! Demek ki bu iş sadece ekonomik güç meselesi değilmiş. Mesele, İslam kardeşliği ve ümmet şuuru imiş.
Hicret denince şüphesiz, Kâinatın Efendisi Muhammed aleyhisselamın doğup büyüdüğü ve çok sevdiği Mekke’den müşrikler tarafından zorla Medine’ye göç ettirilmesi aklımıza gelir. Bu elem ve burukluk göçü, her müminin acıyla yâd ettiği bir hadisedir. Bir günün bile geçmesi zor olan o çöl sıcaklarında günlerce sıkıntılara tahammül eden Efendimiz, bu, sonu hayırlara vesile olan yolculuğu ve hicretiyle bütün muhacir ve mültecilerin manevi sığınağı olmuştur.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda yurtlarından koparılan bir sürü insan, insan olduklarını bile unutacak bir hayata maruz kalmışlardır.
İnsan olan, insana acır. Müslüman olan ise her varlığa merhamet nazarıyla bakar. Müslüman, zulme maruz kalmış insanların dinlerine, milliyetlerine ve diğer arızi vasıflarına bakmaz.
Bundan yüz yıllarca önce İspanya Engizisyonu başlamadan evvel 300.000’den fazla Yahudi bu topraklarda yaşıyordu. Zulmün ve katliamın artması sonucunda 150.000’i aşkın Yahudi hicret etti. Bir kısmı Kuzey Afrika’ya göç ederken büyük bir kısmı da 1492 yılında Sultan Bayezid’in izniyle İstanbul, İzmir, Selanik, Edirne, Manisa, Bursa, Gelibolu, Amasya, Korfu, Larisa ve Manastır kentlerine yerleştiler. Bugün Türkiye’deki Yahudilerin %90’ı Sefarad Yahudileridir...
İkinci Dünya Savaşı sonrası Yahudileri en büyük zulümlere tabi tutan Almanya, tarih boyunca izleri asla silinemeyecek şaibelere imza atmıştır. Ama ne yazık ki bugün bir zulüm devleti hâline gelen İsrail, gördükleri zulmün ceremesini Batılı zulüm paydaşlarının oluruyla mazlum Filistin halkına ödettirmektedir. Kendilerini dünyanın beyi gibi gören bulunduğu her toprakta fitne çıkaran Yahudiler 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla bölgede fitne ve zulüm ateşini yakmışlardır. İsrail, Amerika’nın koruması altında yıllarca beraber yaşadıkları Filistin halkına zulmün her türlüsünü reva görmektedirler. Sırasıyla 1953 Ariel Şaron katliamı, 1982 Sabra ve Şatilla katliamı, 2002 Cenin katliamı, 2009-2014 Gazze saldırı ve katliamları hep Birleşmiş Milletler’in ve Batı’nın gözlemleriyle yapılmıştır.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda Avrupalı zalim ve sömürgeci devletlerin Afrika halklarına yaptıkları zulüm, onları tarih önünde hep mücrim yapacaktır. İtalyanların, Libya’da, Fransızların, Fas, Tunus, Yeni Kaledonya, Madagaskar, Haiti, Komor, Senegal, Mali, Fildişi Sahili, Gabon, Kamerun, Gana, Gine, Benin, Ruanda, Laos ve Cezayir’de işledikleri cürmün kan izleri sonucunda ellerinden hâlâ kan damlamaktadır. Fransızlar, yalnız Cezayir’de 1,5 milyon insanı katletmişlerdir.
Amerika kıtasına gelen beyaz Avrupalı sahipler, yerli halkın topraklarını gasbetmiş ve Afrika’dan devşirdiği zencileri yıllarca kendilerine hizmet ettirmiş ve çoğunu da katletmiştir.
Yıllarca kovboy filmlerinde Kızılderililere düşmanlık aşılanmış, Teksas, Tommiks gibi çizgi romanlarda bu mazlum insanlar, kafa derisi yüzen, öldürmekten başka bir şey bilmeyen gayrimedeni insanlar gibi tanıtılmıştır. Halbuki Batılı zalimler gelmeden evvel oranın sakinleri o kadar mutluydular ki… Batı’nın karakterinde zulüm vardır. Kendilerine bu konuda dinî cevazlar veren ve bunları muharref İncil’in emri gibi gösteren hunhar din adamlarının nesli hiç tükenmemiştir. Daha dün Bosna’da bugün Irak, Suriye ve Filistin topraklarında zulümler ayyuka çıkmıştır.
Türk tarihi yıllarca bu göç ve sürgünlerin acı izlerini hiç silememiştir. 500 yıldan fazla Osmanlı idaresinde müreffeh bir hayat yaşayan Balkan kavimleri 1912’de Osmanlı’nın Balkan Savaşları’nı kaybetmesiyle burada yüz yıllardır kendileriyle kardeş gibi yaşayan Müslümanlara akıl almaz zulümler yapmaya başlamışlardır. Bu zulümlere dayanamayan “Evlâd-ı Fâtihân” nesiller boyu yaşadığı, doğup büyüdüğü ata topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Kaçanlar Türkiye’ye sığındılar. Göç edemeyenler ise zorla asimile edildiler. Artık Süleymanlar, Şalamonov, Naimler ise Naum olmaya başladılar. Bu topraklarda sade adlarını değil, her şeylerini, hatta namuslarını bile kaybettiler.
Osmanlı’nın imar ettiği topraklarda yaklaşık 16.000 mimari yapı ya yıkıldı ya da amaç dışı kullanıldı. Tarihin en nadide eserleri sırf Osmanlı’yı yani İslam’ı hatırlatıyor diye yakılıp yıkıldı. Cami ve mescitlerin bir kısmı kasten yıkılmayıp meyhane veya diğer pislik ve şer yuvalarına çevrildi.
Yıllarca bizi Ermeni Tehcir’i ve genositi ile suçlayan zalim ve dengesiz Batı, Kafkaslardaki ve Balkanlardaki zulüm ve soykırımı hiç görmedi; görmezlikten geldi. Hatta belki -biraz iddialı olacak ama- bunlardan sadistçe zevk aldı.
Rus Çarı’nın emriyle Grandük Mişel’in 1864 Ağustos’unda Batı Kafkasya halkına yayınladığı zulüm beyannamesiyle 1,5 milyon Kafkasyalı yurdundan oldu. Tehcire zorlanan bu insanların çoğu, Karadeniz’in azgın sularında gemilerinin parçalanması sonucunda denizlerde boğulup gittiler; birçoğu da açlık susuzluk ve hastalıklardan öldüler.
Çile bununla bitmedi: 1943 ve 1944 yıllarında zalim insan kasabı Stalin’in emriyle binlercesi yine sürgün ve ölümlere maruz kaldılar.
Karaçay halkından yaklaşık 70.000 kişi hayvan vagonlarında sefalet ve hastalıklar içinde Kırgızistan ve Özbekistan’a sürüldü.
1944 yılında sürgün edilen Çeçen ve İnguşların nüfusu 500.000’den 200.000’e düştü.
Tabii ki bu acı sürgünlerde Kırım ve Ahıska Türklerinin dramlarını da anmadan geçmeyelim: 1944’te 250.000 Kırım Türkü zorla topraklarından koparıldı.
Bulgaristan’da muhtelif zamanlarda 1828’de 30.000, 1877-1878 yıllarında 200.000, sonra 300.000 kişi daha yerlerinden yurtlarından koparıldı. Bulgaristan’dan 1885 ile 1923 yılları arasında 500.000 kişi göç etmiştir.
Bunlara Romanya, Yugoslavya, Yunanistan göçlerini de eklersek işin vahâmeti daha iyi anlaşılır.
Dünyaya huzur getirmeyi esas alan ve savaşı reddederek kendilerini barış elçisi gibi gösteren, et yemeyen, otçul beslenme ile sükûnet ve dengenin simgesi olduklarını iddia eden Budistler, tarihin en büyük katliamlarından birini günümüzde dünyanın gözüne soka soka icra ediyorlar.
Bugün Arakan’da (Rohingya) bu barışsever! Budistler, Müslümanlara ait 4000’e yakın evi yakıp yıkmışlar ve binlerce masum Müslüman’ı kadın çocuk demeden katletmişlerdir. Bu merhamet mahrumu yaratıklar, fiillerini, günahsız, zavallı masum insanları yakarak veya ellerini ayaklarını bağlayıp suya atarak vahşi bir şekilde sadistçe gerçekleştirmektedirler. Buna rağmen birçok ünlü isim bir moda olarak Budist olduklarını ilan ediyorlar. Vejetaryen veya vegan olmak bir tercihtir ama bu seçimlerle Budizm’e yakınlaşma başlıyor.
Arakan’da Budist ordu gözü dönmüş Budist rahiplerle katliama ortak oluyor. Katliamın lideri Budist bir rahip olan Ashin Wirathus’tur. Bu katil rahip “Her Müslüman bir yılandır; bir teki dahi sağ bırakılmamalıdır” diyerek katliama dinî bir boyut da kazandırmıştır. Sosyal medyayı çok iyi kullanan bu cani, halkı devamlı kışkırtmakta ve cinayetlere teşvik etmektedir.
Gözü kör Batı’ya ibretle bakın ki, Myanmar’ın tescilli katili, Devlet Başkanı Ang San Su Çi’ye bir de Nobel Barış Ödülü vermiştir. Gerçek bir akıl tutulması…
Şimdi bir de bu konuyla doğrudan bağlantısı olan bir Budist oyununa göz atalım: Bu aralar yaygın bir şekilde insanlara bir meditasyon sunuluyor: YOGA... Nedir Yoga? “guru”lar nasıl insanlara meditasyon adı altında “Budist ibadeti” yaptırıyorlar?
Bugün Budistlerin güncel bir ibadet gibi yaptıkları yoga, milattan çok önce yaşadığı söylenen Hint asıllı bir bilge olan PATANJALİ’nin “YOGA SUTRA” teziyle uygulamaya başlattığı bir sistemdir. Sutra (Sudur) Hintçe, iki şeyin bir araya gelmesi, bilgi için bir araya gelmek demektir. Budist Türklerin bir ibadet risalesi olarak kullandıkları “SEKİZ YÜKMEK” (SEKİZ YIĞIN) sutralardan oluşur. Bu risalenin başlangıcı “NAMO BUT NAMO DRAM NAMO SANG” ile başlar. Yani, Buda’ya dinî  öğretisine ve cemaatine saygı demektir bu giriş.
Yani tatmin olmak ve rahatlamak için yoga yapanlar bu yazdıklarımızı biraz düşünmelidirler. “Kalpler ancak Allâhü teâlâyı zikretmekle tatmin olur” (13- Ra’d 28) diyen Kelâm-ı ilahîye uyarak huzûr-ı kalb ile iki rekat namaz kılmak, defalarca yapılan yoga seanslarından çok daha tesirlidir.
Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.