Filozoflardan rehber olur mu?

A -
A +

PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi

Yüzyıllardır gerek İslam dünyasında gerekse Batı’da güncelliğini koruyan felsefe, niçin hiç gündemden düşmez? Niçin bazı insanlar filozofları kesin rehber edinirken, bazı İslam âlimleri de filozoflara son derece bilimsel metotlarla cephe almışlardır? Felsefe bir bilimse İslam âlimlerinin özellikle hassas Ehl-i sünnet ekolünün, bir bilim dalına bu denli mesafeli olması nedendir?
Konumuz derinlemesine felsefi ekoller ve filozoflar olmayıp gereği kadar mevzulara temas edeceğiz.
Felsefe Yunanca “philosophos” kelimesinden gelir. “Philo” sevgi demektir. “Sophia”, “sophos” ise bilgelik, erdem, hikmet anlamlarını taşır. Filozof adını ilk defa kullanan Pythagoras (MÖ. 570-495) olmuştur. O, bilge unvanı yerine kendisi için hikmet tutkunu demiştir.
Plotinus’a (205-270) göre felsefe merakla başlar. Bu merakın kapsamı, kişiyi, evreni, olayları, oluşumu düşünmektir.
Tabii ki filozoflar sırları araştırırken akıllarının tartışılmaz gücüne inanarak, her biri kendi akılının rehberliğinde bir ekol ve yenilenen bir bilgi dinamizmi ortaya koymuştur. Filozoflar kesinlikle bulundukları toplumların düşünce yönüyle seçkin kişileridir. Birçok sosyal ve kozmik olaya, düşünce yönüyle geniş boyutlar kazandırmışlardır. Özellikle Dogmatikler, kozmik olaylarda ve matematikte şaşırtıcı sonuçlara ulaşmışlardır.
Allah, kâinat,  ruh, ebedilik ve ilk olma konularıyla, felsefe sürekli meşgul olmuştur.  Akıl ise önemli madde başlıklarından birisidir.
İmmanuel Kant (1724-1804) “Saf Aklın Tenkidi” adlı eserinde akıl ve Allah konularında bazı fikirler ileri sürer. Kant’a göre Tanrı idesi aklın şartları dışında belirir.  Kant, aklın tarifi veya onu bir yere koymada, akıl neyi bilir neyi bilmez kanalıyla kritisizmi de ortaya koyar. Kant’a göre saf akıl hiçbir deneye ihtiyaç duymadan hakikati bulmaya çalışan akıldır. Burada bazı konu başlılarına yaslanarak onun bazı gerçekleri yakaladığını kabul edebiliriz. Ama Kant, aklı, nefs, kalp ve ruh gibi unsurlardan ayrı düşündüğü için onun hakikat kavramını yakalaması mümkün olamamıştır. Evet, ona göre Tanrı idesi aklın şartları dışında belirir. Zaten Allahü teâlâ akılla bilinseydi,  Rabbimiz aklı mesul tutarak peygamberler göndermezdi.
Burada “Tanrı idesi” ifadesinde de sıkıntı vardır. İdenin sonsuz zaman ve sonsuz mekânın ötesinde oluşu, Allah’ın varlığına uygun düşerse de tefekkür temaları Cenâb-ı Allah’ın varlığına ters düşer.
Kant’ın akıl tasavvuru kendisine göredir. Akıl, evveliyle sonrasıyla bir bütündür ve aynîlik gösterir.
İslamiyet’te ise akıl nefse, ruha ve kalbe irtibatı ile değişkenlik gösteren bir varlıktır. Nefse olan münasebeti veya muhalefeti ile ya rehberdir veya değildir.
Filozoflar bilimi merak ve tecessüse bağlarlar. Tecessüs olmadan bilim olmaz tezini savunurlar. Bu kadar önemli olan bu düşünürlerin tenkide açık olan tarafları nelerdir veya nedir? Tek bir kalem ve bir nokta: Kendi akıllarını tek düstur kabul edip onu vahyin üstünde görmeleri…

AKIL VE KRİTİK
Filozoflar akıl ve kritiğe çok önem verirler. Mesela kritisizmin temellerini hem ampirizme hem de rasyonalizme dayandıran Kant, asli bilgiye ulaşmanın tek yolunun deney-gözlem-tecrübî uygulamadan geçtiğini savunur. Bunlardan birinin eksik olması hâlinde, doğru bilgiye ulaşılamayacağını beyan eder.
John Locke (1632- 1704) ve David Hume’un (1711- 1776)  sistematize ettiği ampirizm, bilimin kaynağının yalnız deney olduğunu savunur.  Onlara göre doğuştan gelen hiçbir bilgi yoktur.
Bu ifadeler mucize, nübüvvet ve vehbî bilgilerle çelişir. Mesela Hazret-i Îsâ aleyhisselâm daha kundakta iken konuştu. Bu bilimsel gerçeklere ve tecrübeye aykırıdır.
Eğer her şeyin kaynağını tecrübeye dayandırır ve doğuştan gelen bilgi olmadığını kabul edersek, Hazret-i Îsâ’nın kundakta iken şuuri bilgilerle elde edilen kul olma vasfını idrak etmesi, kendisine ileride kitap verileceği konusunu, peygamber olacağı gerçeğini, namazın ve zekâtın farziyetini, onun göklere diri olarak kaldırılacağı haberini hangi akıl, hangi tecrübe ve hangi bilgi ile izah edebiliriz.
Mucize zaten akıl ve idrakin üzerinde bir olaydır. Filozoflar zaten bu tip olayları reddederler. Şüphe de önemli bir noktadır. Onlara göre felsefi her hakikatten şüphe duyulmalı; aklın delaletiyle tecrübe edilip kabul edilmelidir.
Bu önermeler fen bilgileri için geçerli olabilir. İmanî hakikatlere şüphe ile yaklaşmak mümkün değildir. Vahyin ve kelâmın  bizâtihî kendisi olan Kur’ân-ı kerîm, Bakara Sûre-i Celîlesi 2. âyet-i kerîmede şüphe yolunu kesmiş ve imanî aklın ruha bağlı idrakiyle şöyle beyan buyurmuştur. “O kitap (Kur’an-ı kerîm); onda asla şüphe yoktur.” Birinci kademede aklın sermayesi ve şüphe, imanî hakikate teslim edilmiştir.

CEVHER VE ÂRAZ
Filozoflar cevher ve araz konularında da yanılırlar. Cevher asıldır, özdür. Âraz ise cevher üzerinde bulunur. Âraz, sıfat olup yalnız başına bulunamaz. Felsefeciler göre beş cevher, heyula suret, cisim, nefs ve akıldır. Nefs ve aklın aynı skalada mücerret olarak gösterilmeleri yine yanıldıklarındandır. Nefs, âlem-i halktandır; âlem-i emr ile münasebeti yoktur. Akıl, letâif-i aşerede yer almaz ama o da âlem-i halktandır

HANGİ AKIL?
Akl-ı sakim ve akl-ı meaş hep ilahi hakikatlere ters düşer. Bu akıllar nefs-i emmârenin emrindedir. Akıl yükselebilen, tezkiye edilmesi gereken bir varlıktır. Mütmainne, zekiye ve kâmile nefisle birlikte hareket ederse akl-ı me’ad ve akl-ı selime ulaşarak önemli hakikatlere vasıl olur. Akl-ı selime ulaşan akıl, hakikate erişmede istidlali rehber edinir. İstidlal, aklın kabul edeceği sağlam deliller olup, şüpheli konularda bu yol geçerli olmaz. Tecrübe, delili tasdik veya teyit etmek için başvurulan bir kaynak olabilir. Akıl bilinmeyenle uğraşmaz; gaybı da bilemez. Gayb tezahür etmediği için zaten bilgi sınırları dışındadır. Gayb, ilm-i ilahi tahtındadır. Mesela fen bilgileri tecrübeye dayandığı için medlul hükmünde olup akıl bunları tasdik eder. O hâlde “akıl için yol birdir” ifadesi her akıl için geçerli değildir. Akl-ı mecaz veya akl-ı meaş dünyevi işlerde rehber olabilir ama bu aklın mükemmelliğin ispatlamaz.
Esas olan şudur: Hakikate akılla değil kalple ulaşılır. Aklın kavrama gücü kendisine verilmiş derece ve buna bağlı ilim iledir.
Filozoflar akla o kadar değer verirler ki kâinatın tabakalaşmasının bile akılla sudur ettiğine inanırlar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri “Aklın eksikliği peygamberlerin gönderilmesiyle tamamlandı” buyurur.
İmâm-ı Gazâli hazretleri de şöyle buyurur: “Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da peygamberlik makamında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur.”
Filozofların birçoğunun kabul ettiği akl-ı feâl için ise İmâm-ı Rabbânî hazretleri son noktayı koyar: “Bunların bozuk inanışlarına göre insan sıkışınca aklı feâle yalvarır, Allahü teâlâdan bir şey istemez. Allahü teâlânın dünyada olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur derler. Bunlar sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdadır.”

SUDUR NAZARİYESİ NEDİR?
Sudur nazariyesi Kindî’den Fârâbî’ye ve İbni Sînâ’ya uzanan bir yol olup “akl”ı her şey olarak kabul eden bir sistemdir. Filozoflar varlığın idrakinde muâkaleyi (akıl yürütme) temel aldıkları için her şeyi de akılla çözebileceklerine inanırlar.
Bu nazariyeye göre filozoflar Allah’ın kendini bilmesiyle ilk aklı yarattığını, sonra zincirleme olarak ilk aklın da kendisini bilmesiyle ikinci aklı yarattığını ve bu zincirleme yaratmanın devam ederek, gök tabakalarından nefse kadar bu teselsüli tekevvünün sürdüğünü kabul ederler.
Allah’ın kendisini bilmesi ifadesi ne demektir? Bilme ve idrak şuurla alakalıdır. Yeni doğan bir bebek, şuuru, idraki ve aklı tanzim edilinceye kadar kendi varlığından haberdar değildir. İlmin sahibi, alîm ve hakîm olan Allâh-ı azîmü’ş-şâna nasıl böyle bir ifade iare edilebilir?
İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” kelâm ilminin sırlarını keşfedince bu batıl sistemlerin dini tahrip etmesine karşı, vahyin ve aklın birlikteliği ile mükemmel bir metot geliştirip reddi mümkün olmayan deliller manzumesini dercetmiştir.
Zaten Yunanî filozofların düşünce sarmalında kalan Fârâbî ve İbni Sînâ, Pilotinus’un “ilk ilke”sine (mecburî başlangıç) karşı Vâcibü’l-vücûdu kabul ederler. Burada gerçeğin içindedirler. Plotinus’un “ilk ilke”sinde ilk olma vasfı olduğu için bir zaman kavramı ifade ettiğinden ezel ve ebet mefhumları ile çelişkilidir.
Sudurdaki ilk akıldan sonra diğer akılların yaratılması, ilk aklın tekâmülü ve tekevvünü ile ilgili olup, ikinci aklın yaratılması ilk akla bağlı olduğundan İmam-ı Gazâlî hazretleri sudur sürecinin mecburi olma vasfından dolayı “Allah’ın her şeyi bildiği” gerçeğine ters düştüğünü beyan eder. (Tehâfütü’l- Felâsife)
İmam-ı Gazâlî hazretleri aklın mühim ve inkâr edilemez bir varlık olduğunu zaten kabul eder. Sadece vahyin, aklın ulaşamayacağı bir gerçek olduğunu savunur. Filozofların kendi dogmalarına göre kâinatın oluşumunu kabul etmelerine karşı, Hazret-i İmam, vahyin değişmez beyanıyla yaratılışı ve tekevvünatı kabul ettiğini ferâg-ı bâl (gönül rahatlığı) ile açıklar. Zaten imanın gereği de budur.
İmâm-ı Gazâlî’nin sözlerine filozoflar karşı çıkmışlardır. Tehâfütü’l- Felâsife’sine reddiye yazan İbn-i Rüşd “akıl dinden üstündür” tezini savunur. Bu durumda bir âyet veya bir hadîs akılla çelişirse hangisini tercih etmeli sorusu ortaya çıkar. İmâm-ı Gazâlî gerçeğe imanla ulaşılır derken, İbn-i Rüşd bilimle ulaşılacağını savunur.
Burada şunu sormak gerekir: Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerle akıl ve ilmin özellikle övüldüğü bir dinde İmâm-ı Gazâlî gibi muhteşem bir âlim ilme karşı çıkabilir mi? O, sadece insan bilgisinin ilm-i ilahî karşısında çok sınırlı olduğunu savunur.
Mesela birçok filozofun ruh üzerinde türlü fikirler yürüttüğünü biliyoruz. Ama Yüce Kitâb’ımızda  “Ve sana ruhtan sorarlar; de ki: Ruh Rabb’imin emrindedir ve size ruha ait ilimden az bir şey verildi. (İsrâ Sûresi-85) Burada önemli olan gelmiş geçmiş varlıklar içinde Allahü teâlâ tarafından kendisine bütün ilimler bahşedilmiş olan Risâlet-penâh Hazretlerine ruh hakkında az bir ilim verilmiş olması beyan buyurulmuştur. Bu durumda Resûl aleyhisselâmın ilmi ile, ilm-i ilahî arasında da nasıl bir fark olduğunu anlamak gerekir

ÂLEM KADÎM OLABİLİR Mİ?
Gerek Muattıla gerek Dehriyyun ve gerekse Batınîler zat-sıfat, fâil-fiil konularında da çelişki içindedirler. Büyük âlim Gazâlî  “Tehafüt” eserinde “Âlem Allah’tan sonra, Allah ise âlemden öncedir” der. İbn-i Sînâ, filozofların cevher olarak kabul ettikleri heyulanın, kadîm olduğuna inandığı için âlemin kıdemini kabul eder.
Bazı filozoflar Allah’ın vâcibü’l-vücûd ve mümkinü’l-vücûd olmasını tek güç şeklinde yorumlarlar. Allahü teâlâ vâcibü’l-vücûddur. Mümkinü’l-vücûd olması bu bakımdan mümkün değildir. Mümkün, imkân şartlarıyla ortaya çıkar. İmkân şartlara göre gelişen olabilirliktir. Mümkün, vücûbîlik değildir. Zata ve sıfatlara eş koşulması şirktir. Diğer varlıkların hepsi mümteniü’l-vücûddur. Âlem-i emrden olan ruh ve kalp ayrı mütâlaa edilmelidir. Mümteniü’l-vücûd zaten yok hükmündedir. Heyula da diğerleri de hep aynıdır.
Kısaca mesele şudur: Kitâb’a, sünnete sahih bilgilerine güvendiğimiz Ehl-i sünnet âlimlerine rağmen ilim iddiası, nefsin ve kibrin vehmidir. Söz budur; gerisi hiçtir vesselam...

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.