Keşfedilmeyi bekleyen hazine: Ali Emîrî Efendi

A -
A +

Hayati İnanç

Kırk yıldan bu yana mısraların peşine düştüm, bir ömür tükettim ecdat şiirinin ardında.
Başta Şair Nabi, Şair Baki ve Şeyh Galip olmak üzere birçok divan şairine tutuldum. Onlar arasında fevkalade dikkat çekici biri daha var: Diyarbakırlı Ali Emîrî Efendi.
Kendisi divan sahibi olmasına rağmen şair olarak tanınmaz. Daha ziyade kitap âşığı olarak bilinir ziyalılar arasında. Kütüphane müessisidir. Fatih Camii’nin hemen altındaki Millet Kütüphanesini kuran, yürüten, bağışlayan odur tek başına.
Bize 11 bin cilt eser bırakır ki yarısı matbudur, yarısı yazma. Bir hazine ki paha biçilemez ona.
Ama okuyamıyoruz, öyle duruyor boşu boşuna.
İçerideki kitaplar Türkçe, dışarıdakiler Türkçe konuşuyor. Sanki manyetik duvarlar var arada.
KİTAP KOKUSU
Orhan Seyfi Orhon anlatır. Çocukluğumun sahaflarını hatırlarım; eğer Ali Emîrî Efendi dolanıyorsa bir kitap kokusu almıştır mutlaka. Hedefine kilitlenir, dükkân açılmadan gelir, kapısı önüne oturup piposunu yakar. Yan döner, ilgisiz davranır güya. Hemen atlayıp fiyat sormaz, bedeli yükseltmenin manası yoktur zira.
Kitapçılar da kurttur onun iz üzerinde olduğunu bilir, ağırdan alırlar. Neticede “çay söylüyorum hocam” diye laf atarlar, çaylar gelir, havadan sudan derken girerler mevzua.
-Ya Emîrî Efendi elimize şöyle bir şey geçti, merakınızı mucip olur mu acaba?
-Emîrî Efendi “haa o mu” der meraksız bir tonla. “Bendenizde mevcut bir nüsha.”
-Ama filankes bundan üç nüsha edindi, sizde bir tane olsun yakışır mı? İnsan bir tane hattı, bir tane de tezhibi için alır. Bu alakasızlığı size münasip görmedim hocam, kusura bakma. Şu Memluk cildine bakın hele, şu nefis derkenarlara…
-Eee kaç paraymış?
Bir fiyat telaffuz edilir.
-Aman efendim kütüphane mi devrediyorsunuz? Hepi topu bir kitap.
Birazdan münakaşa sertleşecek sesler yükselecektir. Tarafları tanımayanlar birbirlerine darıldıklarını sanırlar. Karakolda mı bitecek, kan mı çıkacak derken kucaklaştıklarını görürsünüz. Bir orta yol bulunur, atla deve değildir sonunda.
Ali Emîrî Efendi ucuza kapattık diye neşeyle evine dönerken, kitapçı da kazandığı çil akçeleri atacaktır kasasına. Alan memnun, satan memnun, tasası ona buna.

HAZİNEYE MALİK VİRANELER
Bir defasında uğradığı sahaf masanın üzerindeki kâğıtları gösterir, perişan vaziyettedirler, darmaduman.
-Üstad böyle bir şey bıraktılar alakadar olur musunuz acaba?
Bir baksa ki Dîvânu Lugati’t-Türk’ün yeryüzündeki tek nüshası.
Renk vermez tabii. “Ne istiyorsun buna?”
-15 gün evvel bir kadın bıraktı, 30 akçeden aza razı olmuyor.
-30 akçe mi? Çok para!
-Yarın son gün, satılmazsa iade edeceğim ona.
Emîrî Efendi’nin cebinde sadece 3 akçe vardır, olsa can feda.
Bırakıp gitse. Ya bir başka kitap kurdu farkına varır da kapatırsa?
Adamı dükkâna iteler, üzerinden kilitleyip çıkar çınar altına. Açar ellerini; “Ya Rabbi bana bu parayı verebilecek bir kulunu yolla.”
Bakar Sadrazam Hilmi Paşa o civarlarda. “Efendim imdat ediniz, karz-ı hasen olarak bir 30 akçe verir misiniz bana?”
-Ne o yine kitap mı alacaksın?
-Başka ne olabilir ki? Tilki kırk masal bilirmiş hepsi tavuk hakkında.
30 akçe küçük bir servettir. Sadrazam, Ali Emîrî Efendi’yi yormaz, atar elini kuşağına.
Peki geri ödeyebilir mi? Zor, unutsa iyi olur bu saatten sonra.
Emîrî Efendi koşar dükkânı açar, “al sana 30 akçe” der, cebindekileri de üstüne koyar hatta.
Kitabı koltukladığı gibi doğru yuvaya.

YA EKSİĞİ NOKSANI VARSA?
Kilisli Muallim Rıfat Bilge can dostudur, o da bir kitap hastası, Emîrî Efendi’den ayrılmaz.
Ali Emîrî Efendi “İyi bak” der “Elimdeki Dîvânu Lugati’t-Türk. Şu sahifeleri tanzim edebilir misin acaba?
Tevdi edilen iş kolay değildir, çünkü sayfalarda numara bulunmaz. Harf sırasına göre dizmek gerekir ki kelimelerin köklerini mastarlarını bilen biri yapabilir anca.
-Peki ya eksik noksan çıkarsa?
-Sus ağzından yel alsın ölene kadar ağlarım yoksa.
Muallim Rıfat gece gündüz kapanır, bir haftada bitirir.
-Müjde efendim kitap tamam, sayfalar yerlerini buldular.
Ali Emîrî Efendi sevinçten uçar. Bu iyiliğin altında kalır mı? “Gel” der, “Evimin tapusunu vereyim sana.”
-Aman üstad siz ne yapacaksınız sonra?
-Zaten çoluk çocuğum yok, bir çatı altı bulurum nasıl olsa.
-Hocam bugün neşelisin yağdırıyorsun, yarın bir kitabı yanlış rafa koyarım beni kütüphaneye sokmazsın bir daha. Senden hiçbir şey istemiyorum yeter ki beni buradan kovma.
Ali Emîrî vefat eder, vasiyetinde bir madde: “Dîvânu Lugati’t-Türk’ün bütün basım ve bilcümle telif hakları Muallim Rıfat’a!”

İŞİN KEYİFLİ KISMI
Laleli civarlarında okumuş yazmış taifesinin takıldığı bir kıraathane vardır, melce diyelim biz ona. Çay, kahve, nargile filan. Müderrisler kalem kâğıt hazır bekler, hikmet devşirmeye bakarlar.
Ali Emîrî Efendi göğsünü gere gere gelir, nasıl bir eda, gören de sultan sanacak. Belli yine bir kitap buldu, bakalım bu sefer ne çıkacak?
Efendiler aranızda Dîvânu Lugati’t-Türk’ü gören var mı?
Nereden görsünler zaten üç nüshası mevcut dünyada. Onun da ikisi kayıp, hiç arama. Adını duymuşlar da müşerref olmamışlar daha.
-Efendim fakirin kütüphanesinde mevcuttur, haber vereyim dedim meraklısına.
Her gören ta’yîb kıldı dîde-i giryânımı  
Eyledim tahkik görmüş kimse yok cânânımı
İstanbul’da günün hadisesi olur, kitap kurtları imrenir, yerinde olmak için yanıp tutuşurlar.
Bu arada Ziya Gökalp görevlendirilmiş, Türkçülüğün esaslarını hazırlamaktadır. Dîvânu Lugati’t-Türk gibi bir kaynağa şiddetle ihtiyacı vardır. Nasıl ele geçirse acaba?
Ali Emîrî Efendi bir başkasına gösterebilir ama ona asla, kendisinden de, fikirlerinden de hazzetmez, yaklaştırmaz yanına.
Ziya Gökalp, içini hemşehrisi Süleyman Nazif’e açar.
Neyse Ali Emîrî Efendi’nin hatırını kıramayacağı bir heyet tanzim edilir ki sahaflarda 30 akçe borç veren Paşa da vardır aralarında. Öve öve başını döndürür, kıvamı gelince kitabı isterler, sadece iki haftalığına.
Ali Emîrî Efendi’nin tek şartı vardır: “İstinsah edilmeyecek (kopya çıkarılmayacak) asla!”
Ziya Gökalp tamam der ama sözünde durmaz. Bunu duyan Ali Emîrî Efendi gelip kitabını alır ve sırf bu yüzden 18 sayı dergi çıkarır, Ziya Gökalp’e vurur, ipliğini çıkarır pazara.
Herkes şunu iyi bilir ki Ali Emîrî Efendi biriyle uğraşıyorsa kesin kitap meselesi vardır arada.
Ali Emîrî Efendi kitaplarını kimseye vermez. İsviçreliler ister, “muhteşem bir kütüphane kuralım, çelikten duvarlar yapalım” derler, ilgilenmez. Fransızlar, İngilizler kamyonla parayla gelir, cevap bile vermez.
Ve onları milletine hediye eder.

MÜNTEHABAT
Yıl 1916. Ali Emîrî Efendi, Sultan Reşad’a bir mektup yazar.
“Devletli Efendim, Ertuğrul Gazi dedenizden bugüne bütün sultanların şiirleri elimde. (Eskiler müntehabat derlerdi buna). Zat-ı âlinizin şiirine rastlamadım. Yazmadınız mı? Biz mi rast gelmedik yoksa?”
Sultan Reşat Çanakkale harbi ile ilgili yazdığı şiiri yollar...
Müthiş bir şiir ve dönemin şairlerince defalarca tahmis edilir.
Tahmis hamse kökünden gelir, şiirden iki mısra alınır, üç de eklenir, “beşleme” denir onlara.
Ben bunlardan yüz kadarını okudum. Ancak Yahya Kemal’inki çok başka.
Nitekim Sultan kolundan İsviçre malı el yapımı saati çıkarıp Yahya Kemal’in bileğine takar. Ünlü şairimiz “Bu bana halifenin hediyesidir” der, üzerine titrer âdeta.

AZ YAZAR ÖZ YAZAR
Yılmaz Öztuna’ya göre Türk tarihinin en büyük şairi Yahya Kemal’dir. Tereddüdüm vardı, kendisine arz ettim, “Bu mütalaamı münakaşa edenle selâmı keserim” diyecek kadar kızdı bana.
Yahya Kemal monşer görünüşlü bir diplomat, Lozan’da imzası var. Üsküplü ama Urfa listesinden mebus yapılır. Bütün bunlara rağmen 1. Cumhurbaşkanını öven tek bir mısra yazmaz, diğerleri gibi alkış tutmaz.
Fevkalade mükemmeliyetçi olduğu için adam övmekte cimri, ölçer, biçer, ince tartar.
Hayatını inceledim sadece 13 kişiyi methe değer bulmuş. Bunlardan biri Alpaslan. Sonra Selimname (Yavuz), dayısı Leskofçalı Galip, Otranto Seferini gerçekleştiren Gedik Ahmet Paşa, Yenişehirli Avni…
Ve Ali Emîrî Efendi de var aralarında. Az yazmakla tanınan şair, müstakil gazel yazmış ona.

İSTİKBAL KÖKLERDEDİR
Ali Emîrî Efendi’nin eline bir kitap geçer ama ikinci cildi Yemenli birindedir. O sıra Varna’da devlet memurudur, mektup yazar, ücreti mukabilinde kitabı ister. Sonra bir mektup daha, bir mektup daha ve Yemen’e gitmek için hazırlanmaya başlar. Tam yola çıkacaktır ki kitabın kendisine gönderildiğini öğrenir. Sevinçten çıldırır ama unuttuğu bir şey vardır müstafi olmuş memuriyet elinden gitmiştir. Sultan Reşad bizzat inisiyatif alıp vazifesine iade eder de tekaüd olur. Tek geliri de budur zaten.
Pek bahsedilmez ama Ali Emîrî Efendi parlak bir şairdir aynı zamanda.
Âdetimdir nezd-i cânânımda
olmak girye-nâk
Rûz içinde seyr-i kevkeb (yıldız)
isterim meşreb bu ya
 Sevgilinin huzurunda gözyaşı dökmek âdetimdir. Güpegündüz yıldız aramak iş değil ama ne yaparsın, huy işte…
Lisân derd-i derûna tercümân
olmakda âcizdir
Sükûtundan tahammül ehlinin
feryâd olur peydâ
Dil gönül derdine tercüman olmaktan acizdir, tahammül ehlinin sükûtu feryattır. Peki, duymak için ne lâzım? Can kulağı!
Cefâ-yı rûzigâra uğrayan
ekser eâlîdir
Cibâl üstünde sahrâdan
ziyâde olur peydâ
Cefa rüzgârı ekseri yükseklere uğrar, evet çölde de eser ama dağlarda sert eser oldukça...
Bunlar arada bir yazdıkları, şairlik iddiası yoktur aslında. Divanı elektronik ortamda var, lezzet için atf-ı nazar etmekte yarar var.
Günümüz insanının haberi bile yok acınacak hâldeyiz aslında.
İstanbul işgal yıllarında her şeyini kaybetti ama kütüphaneler kaldı. Durun size öyle bir iş edeceğiz ki dediler, nasıl olsa okuyamayacaksınız bir daha.

KENDİ GÖK KUBBEMİZ
Emr-i bülendsin ey Ezan-ı Muhammedî
Kâfi değil sadâna Cihân-ı Muhammedî.
Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyip ecel
Fethetmeliydi âlemi Şan-ı Muhammedî
Gök nûra garkolur nice yüzbin minareden
Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî
Ervâh cümleten görür Allahü Ekber’i
Akseyleyince arşa lisân-ı Muhammedî
Üsküp’de kabr-i mâdere olsun bu nev gazel
Bir tuhfe-i bedi’ ü beyân-ı Muhammedî
Yahya Kemal’in annesi Üsküp’te, dayısı Leskofça’da kaldı, yaşadığı yerler ayağının altından kaydı.
Park Otel’in kral dairesinde yaşayan bir bohem gibi görünüyor, 48 çift ayakkabısı 120 takım elbisesi olan bir bekâr.
Kahvaltı odasına gelir, tepside mutlaka yeşillik bulunacak.
Garson bir seferinde yeşillik koymuyor.
Soruyor “niye ama?”
Yemiyorsunuz ki üstad, hep kalıyor tabağınızda.
Sen kalsa da getir çünkü Resul-i Zişan Efendimiz “yeşilliksiz sofra akılsız ihtiyara benzer”  buyurdular.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik.
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle,
Şimşek gibi geçtik Tuna’dan kafilelerle...
Yahya Kemal’lin mısraları arkebuz gibi güm güm vuruyor
Dandan da dan dan… Dandan da dan!
Aruzun o muazzam kalıbı takıp peşine götürüyor.
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.
Bu da bir hadis-i şerifin şairane şerhi aslında.  “Cennettekiler dünyaya dönmek istemezler, şehitler müstesna!”
 Ah ki ah!
Neleri terk ettiğimizin bir farkına varsak...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.