ÇÖKÜŞE DOĞRU II

A -
A +
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Darbeler ve devrimler ‘buhran’ getirdi
 
 
 
İnkılap veya onun bir adım ötesi olan ihtilâller, toplumlarda sosyal buhranlara yol açar. Bu sürecin, tarihin ağır işleyen sorgulamasında sonuca varması uzun zaman alabilir, ama tarih öyle bir süreçtir ki ona dıştan müdahale asla mümkün değildir. Toplumlar sosyal olayları gerçekleştirir, fakat hükmü tarih verir.
 
Tanzimat ve Jön Türk bağlantılı safha; camilerde sarık, Galatasaray Lisesinde ve Pera’da  fötr şapka takmakla her şeyin hallolduğuna inanan bir gafiller ordusu doğurdu.
 
Devletler canlı organizmalar gibidir; asli hüviyetlerini bozmamak şartı ile yenilenmeye ve gelişmeye mecburdurlar.
 
 
Bir topluluk veya bir devlet, değişime ihtiyaç duyar veya böyle bir zehaba kapılırsa, giderek artan bu iştah ile bu değişim, ya kerhen veya talebe uygun olarak gerçekleşir.
Değişim veya reform bir şeyleri başkalaştırmak, bir şeyi bir başka şeyin yerine ikame etmektir. Eski ve yeni, yani değişen ve onun yerine konan sistem veya tarz veya materyal başlangıçta hiç mukayese kabul etmez; yapılan her ne olursa olsun bir üst akıl, topluma bu değişimi büyük bir tantana ve şaşaa ile kabul ettirir. Uzun süre bu reformun sarhoşluğu ile kitleler hiçbir şeyi sorgulamaksızın şuursuz bir zevk veya şaşkınlık içinde olan biteni seyrederler. Bir şeyler ters gitse de düzelir ümidi hiç kaybolmaz. Bir aksilik, bir sıkıntı veya ters giden bir şeyler olsa bile “Nasılsa eskisinden iyidir” avuntusuyla kitleler başlangıçta hiç etkilenmemiş  gibi gösterilir.
Toplum hızlı değişmelere hazır ve alışık değildir. Başlangıçta her değişim yadırganır. Savaş sonrası diretmeler ve mağlubiyetin faturası dayatmalar, sosyal dengesizlik içindeki topluma zorla yapıştırılır. Bu değişmeler toplum bünyesinde derin yaralar açar; bu yaralar kabuk bağlasa bile içten içe kanamaya devam eder. Değişim hareketlerinin öncüleri ya sahte kahramanlar olarak hayal dünyasında yaşarlar veya faturasını ağır bir şekilde öderler.
İnkılap veya onun bir adım ötesi olan ihtilâller, toplumlarda sosyal buhranlara yol açar. Bu sürecin, tarihin ağır işleyen sorgulamasında sonuca varması uzun zaman alabilir, ama tarih öyle bir süreçtir ki ona dıştan müdahale asla mümkün değildir. Toplumlar sosyal olayları gerçekleştirir, fakat hükmü tarih verir.
Devletler canlı organizmalar gibidir. Organizmalar hücre yenilenmesiyle hayatiyetlerini devam ettirirler. Devletler de asli hüviyetlerini bozmamak şartı ile yenilenmeye ve gelişmeye mecburdurlar.
 
ZAMANIN DEĞİŞİM ÖLÇÜSÜ
 
Zaman değişmez; zamanın içindeki bütün varlıklar değişime uğrarlar. Çağlar öncesi ve çağlar sonrası baş döndüren değişmeler, toplumların serüvenlerinden bellidir.  Hazret-i Âdem’den zamanımıza kadar milyonlarca insan öldü, yenileri doğdu ve doğmaya devam ediyor. Kâinat, ademden (yokluktan) varlığa geçişte, suyla ilk hayat bulup, ilkin insan olmayan yaratıklar ve belki tek hücreli canlılar yaratıldı. Kâinat tekemmül edip insan denen şerefli varlığa hazır hâle gelince, zübde-i âlem (kâinatın göz bebeği) olan ilk insan, ilk peygamber, eşref-i mahlûkatın ilk üyesi Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) yaratıldı. Varlık âlemi de kemâlin sonunda mutlaka zevâle uğrayacak ve “Her şey fânidir” ilâhî hükmünce yok olacaktır. Hiçbir değişim ve hiçbir reform bu sonu engelleyemeyecektir.
 
DEĞİŞİM VE DEVLETLER
 
En gelişmiş devletlerden biri, Orta Çağ’ın ve sonrasının en büyüklerinden olan Osmanlı Devleti de zamanla tarih sahnesinden çekildi. Ama bunu biraz düşünmek lazım; Osmanlı tarih sahnesinden çekildi mi, çektirildi mi? Gerçekten o muazzam devlet ömrünü tamamlamış mıydı? Çöküş süreci nasıl başladı?
Fütuhat dönemi yaşayan devletler âmirdir. Her galibiyet sonrası kendisi masaya oturur, mağlup olan devlet ricaline antlaşma hükümlerini dikte ettirir. Zaferler gücü ve ihtişamı beslerler; mağluplar ezilmişlik ve çaresizlik içinde galiplerin merhametinden medet umarlar.
Fetih coşkusu biz Türklere Oğuz Ata’dan armağandır. Gökyüzünü çadır güneşi alem (bayrak) yapıp kâinata hükmetmek isteyen Oğuz Ata’nın torunları bu amaçla yeryüzüne Üç Oklar ve Boz Oklar olarak yayılıp yıllarca bu cengâver ruhla âleme nizam verdiler.
İlerlerken hızın şiddetine ayak uydurmak zordur. Ufak bir sürat kaybı, bir sendeleme tehlikenin başlangıcıdır. İşler ters gitmeye başlayınca Osmanlı zafer rüyalarını hep Kânûnî devrine endekslemiştir. Özellikle giderek 16. yy’ın sonlarına doğru, hanım sultanların devlet işlerine müdahil olmaları, bir şeylerin doğru gitmediğinin işaretiydi. Kânûnî devrinde dirayeti ile takdir toplayan fakat saltanatın geleceğine kendi nesli ile hâkim olmak isteyen Hürrem Sultan’ın müdahalelerinden dolayı, başta şair Üveysî, Lutfi Paşa ve Gelibolulu Mustafa Âlî’nin devletin işleyişinde bir şeylerin değişmesi gerektiğine işaret etmeleri son derece önemlidir.
 
NEYE GÖRE REFORM
 
Tarihî hükümleri alelusul ve sathî delillere dayandıran bazı tarihçiler icraatlarını bir reform gibi görüp Fâtih, IV. Murad , Köprülü ailesi, I. Abdülhamid, III. Selim ve II. Mahmud’u reformcu hatta ilerici diye kabul ederler. Redingot ceket, setre pantolon giymekle reform arasında bir bağ varsa da ilerlemenin bunlarla bağdaştırılması ne gaflettir. Fatih yeni bir düzenin müessisi, IV. Murad ise ıslahatçıdır. Bu mülahaza ile asli düzenlemeleri en üst seviyede yapan II. Abdülhamid niçin hiç gündeme gelmez?
Osmanlı sendeledi, geriledi, sarsıldı. Böyle olmasaydı o muhteşem güce diz çöktürebilirler miydi? 350 yıl Osmanlı zafer neşesini, Batı ise mağlubiyet ve zillet sendromunu yaşadı. Genelde Viyana yenilgisini sonun başlangıcı gibi gösterirler ama yanlıştır. Bu yenilgi şaz (kural dışı) olarak mütâlaa edilmelidir.
1533’te Avusturya ile yapılan İstanbul Antlaşması gözden kaçırılmamalıdır. Bu antlaşma ile Osmanlı sadrazamı Avusturya kralı ile eşit sayılacaktır. Sadrazam, padişah savaşa gittiğinde onu temsil eder. Bu yüzden bu antlaşma, Batı için büyük zaferin başlangıcıdır.
1606’daki Zitvatorok Antlaşması ile Habsburglar, Osmanlı padişahına denk sayılmıştır. İşte 1533 tavizinin ilk darbesi bu olmuştur.
1611’deki Nasuh Paşa Antlaşması tam bir yürek yarasıdır. Osmanlı i’lâ-yı kelimetullâh için Batı’ya odaklanmışken İslam devletlerinden gelen arızalar, Osmanlı’ya ayak bağı olmuştur. Bu sıkıntıların sonu ileride bir Orta Doğu krizine dönüşecektir.
1699 Karlofça Antlaşması bizim için kâbusun başlangıcıdır. Batı bu arada, Avusturya, Lehistan, Venedik, Malta ve Rusya ile "kutsal ittifak" yaptığı için ilk toprak kaybettiğimiz antlaşma budur.
Her sosyal olayın daha iyi anlaşılması için onunla özdeşleşen bir tarih bulunur ve o sosyal olay o tarihle anılır. Sonu ve başı belli olaylarda tarih kesindir. İstanbul’un 1453’te alınması ve diğer fetihlerde tarih net ve sahihtir. Fakat İstanbul’un fethi ile Orta Çağ’ın tarihe gömülmesi bir yaklaşımdır. Geniş perspektifli sosyal olaylar bir oluşumdur; birdenbire vuku bulmaz.
1718 Pasarofça Antlaşması ile Belgrad elden çıkmıştır. Bu olay belki de Osmanlı’nın en bedbaht antlaşmasıdır. Bundan sonra çöküşle mütenasip bir meskenet devri başlamış, cihat ruhu ölmüştür. Osmanlı’nın cehd ü gayreti bir manasız romantizme dönüşüvermiştir. Edebiyatımızın Lâle Devri olan bu romantik yıllar Nedim’in cilvegâhı olan Sa’dâbâdların, Kâğıthâne ve Göksu mekânlarının doğuşuna sebep olmuştur. Padişahıyla, sadrazamıyla, şairleriyle Lâle Devri inkâr edilemez bir estetizmin de sembolüdür.
1453-1600 yılları arası hem cihadın, hem mimarînin hem edebiyatın hem dînî ilimlerin hem de diğer sanat dallarının zirveye çıktığı dönemdir... Sanatın zirve yapması için romantizmin ortama hâkim olup, bir milletin cengâverlik ruhunun öldürülmesi gerekmez. Fuzûlîler, Bâkîler, Mimar Sinanlar, Karahisârîler, Matrakçı Nasuhlar Akşemseddinler, Molla Hüsrevler, Molla Fenârîler, Molla Gürânîler, Paşazâde Kemaller, Ebussuûd Efendiler... bu cihat döneminin burçlarını süsleyen yıldızlardır.
 
YANLIŞ UYGULAMALAR
 
Bizim paradokslarımız hep sanat ve edebiyat rumuzludur. Tanzimat denen illet aynı zamanda bir edebiyat promoyonuyla gelir. Tanzimat ve Jön Türk bağlantılı bu süreç, Avrupaileşme, hürriyet, adâlet, müsâvât ve uhuvvet çığlıkları eşliğinde “taçlı krallık” ucûbesini ortaya atıp camilerde sarık, Galatasaray Lisesinde ve Pera’da fötr şapka takmakla her şeyin hallolduğuna inanan bir gafiller ordusu doğurdu.
Meşrûtiyetler birincisi ve ikincisiyle “Padişah kalsın ama yetkileri bir meclis denetiminde kısıtlansın” parolasıyla bir tiyatro oyunu sahneye koyuyordu. Bu devir zaten bir tiyatro sahnesi gibiydi. Osmanlıya yazılmış bir hâileydi; bu oyun tam bir trajediydi. Ermeni Güllü Agoplar, Rum Teodor Kasaplar Türk’ün kılcal damarlarıyla oynarlarken, Şinasi de “Şair Evlenmesi” ile nikâh, diyânet ve âdetleri terzil etmeye yönelmiş, bir lise talebesi seviyesinde yazılmış olan bu süfli komedisi ile o da görevini bi-hakkın yerine getirmiştir. Bir kavmin haysiyetini zedelediği bahanesiyle “Çerkes Özdenleri” adlı tiyatro eseri oynanırken yakılan Gedikpaşa Tiyatro Salonu ile başlayan yangın, bir fitne kıvılcımıdır.
Yine 1895’te, önce fen ve bilim mecmuası olarak çıkan Servet-i Fünûn, “Bilime ne hacet, edebiyat her şeyi daha iyi provake eder” teziyle hareket geçen bir protest grup, yenilikçi edebiyat gölgesinde ve “Edebiyat-ı Cedîde” maskesiyle, romanda ümitsizlik, karamsarlık ve teverrüm, şiirde isyan ve anarşi söylemleriyle müteselli olurken, bedenin sâbitliği ile rûhî göçün mekânı olan mevhum El Dorado’ya sığınma gibi çaresizlik ve zavallılık çırpınışları içindeydiler. Bir devleti küllerinden diriltmeye çalışan bir padişahı (Sultan II. Abdülhamîd’i) Yahudi, Ermeni (Hınçak) ve satılık iş birlikçilerin kutsal ittifakı ile deviren bu fonksiyonsuz beyinlerin ortakları, devleti Birinci Dünya Harbi’ne sokup bir ihanet ve gaflet dönemi ile koskoca bir devleti hayallerine ve en önemlisi ihanetlerine kurban ettiler. İçinizde böyle beyinsizler varsa düşmana ne hacet. Ne demeli…
Fuzûlî, bu yaralı Şîr-i jeyânı (kükreyen aslanı), Osmanlı’nın hâlini ne güzel bir beyitle özetlemiş. Hem de tâ yıllar önce…
Dost bî-vafâ felek bî-rahm, devrân bî-sükûn
Derd çok, hem-dert yok, düşman kavî tâli’ zebûn...
(Yani dost vefasız, felek merhametsiz, devran sükûnete kavuşmaz; dert çok, dert paylaşan yok, düşman kuvvetli tâlih ise düşkün ve zayıf.)
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.