SAVAŞTAN CİHADA… Türkler niçin harp etti?

A -
A +
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
 
Türklerin ilk atası Oğuz Kağan gök kubbeyi çadırı, güneşi de alemi olarak kabul edip Türk cihan hâkimiyetini bir mefkûre hâline getirirken, boş bir cihangirlik peşinde değildi. İskender veya Cengiz gibi nefsî arzularını tatmin edip şan ve şöhret peşinde koşmadı. Zira Oğuz Han, Yaradan'ın varlığına ve birliğine inanırdı.
 
Gayrimüslimlerle yapılan savaşlarda aman dilenip, ahd ü peyman (yemin) edilir ve antlaşma yapılırsa, bu kavme hem eman verilir hem de o kavim korunurdu.
 
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabının Oğuz Han maddesi başında “rahmetullâhi aleyh” (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) ifadesi geçer.
 
Savaş, çok eski dönemlerden beri kaçınılmaz sosyal gerçeklerin en başında gelenidir. Hangi sebepten olursa olsun kavimler, milletler, devletler, topluluklar sürekli savaş hâlindedirler. Bu kaçınılmaz gerçeğin meşru bir tarafı var mıdır? Vatan savunması mıdır, yeni topraklar kazanmak mıdır, mal mülk devşirmek midir, insan ticareti midi? Bu saydığımız maddelerin hepsi savaş gerçekleri için geçerlidir. O hâlde savaşa nasıl bakmalıyız?
Güç, adaletle hükmetmeye başlayınca, zalim, zulmünü icra edemediği için hakkın ve adaletin hamisi ve uygulayıcısı olan devletlere düşman olur.
Savaş denince akla ilk gelen milletlerden birisi, hatta ilki Türklerdir. Türkler İslam öncesi de mert ve asildiler. İslam orduları Türklerle savaşırken, savaşın bütün kurallarında iki tarafın da teslim ettiği nokta, mertlik ve asaletti.
Bir dinden başka bir dine, hele bütün putları yıkan hak dine geçmek kolay değildir. Türkler hemen Müslüman olmadılar. Uzun süren savaşlar oldu, direndiler ama kahir ekseriyeti sonuçta İslamiyetle şereflendi. Zamanımızda, Türkler arasında Şamanist veya Tengri dinine inananların sayısı çok azdır. Hristiyan ve Musevi olanlar da hesaba katılmayacak durumdadır. Peki, neden Türkler İslamiyet’i seçti? Bunda en büyük sebep şüphesiz ki Türklerin hiçbir dönem putperest olmamalarıdır. Bu millet tarihin hiçbir döneminde bir müşahhas varlığa, bir yontulmuş nesneye veya fetişlere tapmadı. Şamanizm ve Gök Tengri dini de zaten mücerretlere inanmayı emrediyordu.
 
MÜCERRETLİK VEYA MÜŞAHHASLIK  NEDEN ÖNEMLİDİR?
 
İslamiyette mücerret, kavram olarak mücerrettir ama Tevhîd akîdesi varlığın içinde sabitleşen fakat bütün idrakleri âciz bırakan “iman” denen cevher mefhumlu bir mücerrettir.
Türklerin tevhîd akidesine benzeyen ama hiç de o olmayan Gök Tengri’ye inanmaları ve aynîlik gösteren bu benzerlikleri, tenakuzları ortadan kaldırmadı. Çünkü Gök Tengri inancı, bölgesel veya millî tek Tengri inancı idi.  Türkler eğer tek tengri (Gök Tengri) yerine Allah’ı kabul etselerdi, mesele baştan halledilmiş olurdu. Ama öyle olmadı.
Mekke müşrikleri gözlerinin önündeki mucizeler gösteren bir peygambere inanmakta güçlük çekerken, uzak diyarlardan gelip kendilerine yeni bir din sunan ve bu tebliği cihat şeklinde yapan İslam mücahitlerinin bütün çabaları, önce savaş şeklinde tecelli ettiği için Türklerde mukabele bi’l-misl (ayniyle karşılık verme) şuuru kuvvetleniyordu. Türkler bu savaşlarda dinî kavramlar için değil, topraklarını korumak için savaşıyorlardı. İslam orduları içinse toprak, hiçbir zaman birinci planda olmadı. Gaye, insanları hak dine davetti. Bu mefkurenin sınırı ve toprağı olmazdı. Mademki Allahü teâlâ Rabb’ül-âlemîndir, mademki Resûl-i kibriyâ bütün insanlara gönderilmiştir, o hâlde bu ilahî mesaj bütün âleme iletilmeliydi. İşte cihadın özü de buydu. Hak elbette bütün cihana hükmetmeliydi.
Türklerin ilk atası Oğuz Kağan gök kubbeyi çadırı, güneşi de alemi olarak kabul edip Türk cihan hâkimiyetini bir mefkûre hâline getirirken, boş bir cihangirlik peşinde değildi. İskender veya Cengiz gibi nefsî arzularını tatmin edip şan ve şöhret peşinde koşmadı. Oğuz Han, Nuh aleyhisselâmın oğlu, Türk’ün neslinden Kara Han’ın (Kayra Han) sulbüdür. Yaradan'ın varlığına ve birliğine inanırdı. (Rehber Ansiklopedisi. S.185 c.13.) Ayrıca Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabının Oğuz Han maddesi başında “rahmetullâhi aleyh” ifadesi geçer. (Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye, s.1157,  104. baskı) Şemseddin Sâmî, Oğuz Han için “İranîlerin Cemşîd’i ve Yunânîlerin Herkül’ü gibi şahs-ı mevhum olsa gerek” der. (Kâmûsu’l a’lâm, s.1091. İstanbul,1307)  Yani, Şemseddin Sâmî’nin ifadeleri başta Şecere-i Terâkime ve diğer tarihî gerçeklerden uzak görünür. O hâlde Oğuz Han da kuru bir cihangirlik değil, tevhîd akidesi peşinde idi. Moğollar’ın Cengiz’i, Hun Türklerinin Attila’sı, cihanı hâkimiyeti altına almak isterken birinci planda görülen,  gücün hegemonya olarak geniş bir coğrafyaya kabul ettirilmesi ve daha çok topraktı. Kısacası, dünyevî haz, şan ve şöhretti. Tabii ki barbar Cengiz’in kanla dünyayı sulayıp zulüm tahtına oturmak istemesi, Türklerde adalet şeklinde tecelli ediyor ve savaş gereği neyse o yapılıyordu.
 
İÇ ÇEKİŞMELER VE FİTNE ATEŞİ
 
Yedinci ve sekizinci asırlarda Kültigin Abidesi Güney Cephesi 14. ve diğer madde başlıklarında şu hususlar dikkat çeker: “Türk töresini bırakmış milletleri, ecdadının töresince toplayıp yetiştirmiş. Tölis ve Tarduş’u tanzim edip yabgu ve şadı orada vermiş.” Burada anlatılan şudur: İl (ülke) ellerinden gitsin veya gitmesin töreyi terk etmişlerse her şey terk edilmiş olur; zira töresiz yani kanunsuz vatan olmaz.
İslamiyetin yayılma ve yükselme döneminde bünyesine kattığı topraklara kullarının saadeti için, Allah’ın gönderdiği Kur’ân-ı hakîm ve muhtevasındaki yönetim kurallarını ve dolayısıyla onun ruhu olan Şeriat-i garrâyı telkin ve teşri’ etmeyi, gerek Sahâbe-i güzin, gerekse sonra gelenler, aslî görev olarak benimsediler. Bu dairedeki gayrimüslimler dinî kurallara yani şer’î sisteme evvela direndiler, sonra bu kanunların kendi sistemlerinden daha âdil olduğunu gördüklerinden biat ettiler.
Yazılı ilk belgeler olduğu için müşahhas tarihî vesika olarak kabul edilen Göktürk Kitâbeleri’nde dikkat çeken bir diğer husus da, Türklerin en mühim düşmanlarından, yanı başı-çıbanbaşı olan Çin’e karşı hem  desiselerinden hem de Göktürkleri bölme çabalarından dolayı direnmekti. Kendi kavimleri ile savaşan Türklerde amaç Türk otoritesinin teminiydi. Göktürkler, kendi milleti içindeki ayrı adlı kavimlerle ve Çinlilerle savaşıp toprak ve güç birliğini korumaya çalıştılar. Altyapısını kısmen tamamlamış yerleşik düzene geçmiş olan Çin, dost değilse düşmandı. Nitekim Kitâbeler’de bu konu şöyle geçer:
“Güneyde Çin milleti düşman imiş. Kuzeyde Baz Kağan (kendilerine tabi olan kağan) Dokuz Oğuz kavmi düşmanmış. Kırkız, Kurıkan, Otuz Tatar, Kıtay, Tatabı hep düşmanmış.” (KD-15,16)
Türklerin savaşındaki asli sebepler, gücün kabul ettirilmesi, törelerin kendi kavimlerinde tekrar tesisi ve Çin’in nimetlerinden faydalanmaktı.
Hazret-i Peygamber zamanında Bizans’a, Habeş’e, Mecûsiyân’a gönderilen ulaklar tek şey istiyorlardı: Hak dinin kabulü… Hak din kabul edilince savaş denen şey zaten olmazdı. Bu durumda İslam dairesine katılan ülkelerin de mesuliyeti ile omuzlara çöken yük kat kat artıyordu.
Tabii ki Göktürkler kendi düzenlerini kurmak için savaştan kaçınmadılar. Savaş ister kerhen ister tav’an (istekle) olsun sonuçta ağır hasarlara sebep olur, ama kaçınılmaz olabilir. Kitabelerde savaşa ait şu ibareler yine dikkat çekicidir: “Yekûn olarak on üç defa savaştık. İlliyi ilsizleştirdik, kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliyi diz çöktürdük, başkaldıranın başını eğdik.” (KG-18)
Burada amaç çok açık belli edilmiştir. Otorite… Eğer ihanet bir de kendi kavimlerinden gelirse tam bir hicran yarasıdır ve asla affedilmez: “Türgiş Kağanı Türkümüz milletimiz idi; bilmediği için bize karşı yanlış hareket ettiği için kağanı öldü, On Ok kavmi eziyet gördü.” (KG-18)
Nihayet devreye dinî unsur da girer: Türk’ün tanrısı bu kavmin yok olmasını istemez ve bu durum şöyle geçer: “Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye babam kağanı annem hatunu yükseltmiş olan Tanrı, il veren Tanrı beni kağan olarak seçti.” (KG-25-26)
Gök Tengri, soy sop, il ve otorite temininde Kültigin’e yardım eder. Burada da asıl olan nesiller, toprak ve otoritedir.
İslamî savaşın yani cihadın özünde tebliğ, teşri’ (şeraitı hâkim kılma ve adaleti uygulama) ve üzerinde İslam güneşi doğan toprakları kutsal kabul edip ona tasallut eden düşmanla savaş, yani cihat vardır. Kâfirlerle yapılan savaşlarda aman dilenip ahd ü peyman (yemin) edilir ve antlaşma yapılırsa, bu kavme hem eman verilir hem de o kavim korunurdu. Ama yeminler ne kadar tutulurdu ve tutulmazsa ne olurdu? İşte Tevbe Sûre-i celîlesi’nde bu konu mealen şöyle geçer: “Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. Onlara karşı savaşırsanız umulur ki küfre son verirler.” (Tevbe, 12)
Burada göze çarpan birinci husus yapılan antlaşmanın bozulması ve yeminlerin yok sayılmasıdır. Batıl da olsa önce yemine itimat edilir, sonra bu yemin bozulursa küfre karşı savaş, yani cihat emredilir.  Âyet-i kerime’de “Onlar yeminleri olmayan adamlardır” Burada kâfirlerin yeminlerine sadık olmadıkları vurgulanır. İkinci önemli husus, yeminin ancak Allah adına yapılanı geçerlidir ve can alıcı nokta şöyle vurgulanır: “Onlara karşı savaşırsanız umulur ki küfre son verirler” Yani açıkçası cihat ilahî nizama ters düşen küfre son vermek için emredilmiştir.
 
BÜYÜK DÖNÜŞÜM
 
Türklerin İslamiyet’i kabulü ile artık toprak ilhakı ve kuru cihangirlik dönemi bitmiş, yerini “i’lâ-yı kelimetullâh” almış ve cihat ruhu ile “yerden yedi kat Arş'a kanatlanan” alperenler, akıncılar, serdengeçtiler zaferden zafere koşarak din-i mübîn-i İslam’ı kıtalardan kıtalara taşımışlardır.
Bunun en büyük göstergelerinden birisi Sultan Tuğrul Bey’de tezahür etmiştir. Tuğrul Bey, Sünnî Hilafet’i ilga edip Fâtımî güdümünde bir Hilafet tesis etmiş olan olan Şii-Fâtımîlerin hâkimiyetine son verip Bağdat’ta aslî Hilafeti, El Kâim bi Emrillâh’a teslim etmiştir. Gücünü tamamen kaybeden halife, müşahhas hilafeti, Selçûkîlere yani Türk-Oğuz kavmine bırakmak istemiştir. Yani Hilafet, 16. asırdan çok önce 11. asırda da bu İslamî müessese Türklerin gölgesine girmiştir. Bu olaydan sonra makam-ı hilafette Tuğrul Bey adına bir kürsü kurulmuş, kendisi izzet makamını ihraz etmiş ve hil’at kuşanmıştır. Başına taç giydirilen Tuğrul Bey artık Arapların ve Arap olmayan kavimlerin yani ümmet-i Muahammed’in hamisi durumuna geçmiştir. Kendisi bundan sonra taçlı-sarıklı “El mütevvecü’l-muammen” diye tesmiye edilmiştir. (Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu, İsmail Hami Danişmend, s. 246-248) Burak YE. 1994.)
Bu tarihten asırlarca evvel İslam orduları, Hazret-i Riâletpenâh’ın İstanbul’un fethiyle ilgili hadîs-i şerîfine mazhar olmak için İstanbul surlarına dayandığı günlerde, bu ordunun içinde seksen yaşını mütecaviz bir mübarek zat da vardı. Kendisi hasta ve yorgundu. “Vefatım vukuunda beni İstanbul surlarına en yakın yere defnedin” diyen bu zat-ı mübarek, Mihmandâr-ı Resûl, Ebâ Eyyûb el Ensârî idi. 4 Mayıs 672’de vefatıyla buraya defnedildi ve Fatih’in İstanbul’u fethiyle kabr-i şerîfi bulundu. O artık cihadın ruhu, şehâdetin şuuru, Türklerin gönül sultanı, Eyüp Sultan oldu. Zira İslamiyet ve Sünnî akaid artık Türklerin şerefle taşıdıkları namus sancağıydı. İşte savaştan cihada giden yol böyledir…
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.