Biz bu hâllere nasıl düştük?

A -
A +

Doç. Dr. Mustafa Şeker
Yıldız Teknik Üniveristesi Öğretim Üyesi

Vefat ettiğinde bile kefene sarılmış mübarek cenazesini hiç kimse görmesin diye gece kaldırılmasını vasiyet eden Hazreti Fâtıma validemizin derdi neydi acaba? Evde köşebaşında, elinde tespihi, başında beyaz tülbendiyle “kötülerin kaybedip iyilerin kazandığı” hikâyeleri anlatan nineler, camiye giderken torununun elinden tutan dedeler nereye gitti?
 
Bir milleti yücelten binlerce yıllık tarihini şekillendiren değerleridir. Nesillerine anlatacak bir hikâyesi bulunmayan ve destanlaşmış bir tarihi olmayan milletler ise kaybolup gitmeye mahkûmdur. Malazgirt’te ve Miryokefalon’da destanlaşan; Çaldıran’da, Mercidabık’ta, Ridaniye’de ve Mohaç’ta yükselen; Çanakkale’de ve Kût'ül Amâre’de kahramanlaşan Müslüman Türk milletinin yaptığı bu mücadeleler şan, şöhret, makam ve mevki için olmamıştır. Bu savaşların daha sonra kendi nefislerine karşı devam edeceği de onlar tarafından her zaman idrak edilmiştir. Fakat bugün düşman, çetin ve türlü oyunlar oynanmaya devam ediyor. Bizi bize bırakmamaya kararlı olan düşman güçler ise sinsi planlarını gece rüyalarında, gündüz ise masabaşında diri tutma gayreti içindeler. Bunun için de ya içimizden adam devşirip bizi birbirimize vurdurmaya çalışmaktalar ya da satın aldıkları kimselerle üzerimize gelmektedirler. Savaş meydanlarında bileğini bükemedikleri bu milletin ecdadını içeriden yıkma planları ise bugün işlemeye devam etmektedir. Bu hain planlar; aile yapımız, nesillerimiz ve çocuklarımız üzerinden projelendirilmeye devam etmektedir.
 
HEMPHER’IN RÜYASI…
 
İslamiyet’in yayılmasına Eshab-ı kiram efendilerimizden sonra en büyük hizmeti yapan Müslüman Türk milletinin ve onların canlarını hiçe sayarak yaymak için uğraştıkları mübarek dinimizin en büyük düşmanı olan İngilizlerin bu arzu ve istekleri hiçbir zaman kaybolmamış hatta artarak çoğalmıştır. Bugün ise bu planlar semeresini vermiştir. Bu planlardan biri 1700’lü yıllarda İstanbul’a gelen ve orada çeşitli İslami ilimleri ve lisanları öğrenen İngiliz casusu Hempher’ın, İslâm dünyasını ve Müslümanları parçalamak için yaptığı casusluk faaliyetlerini ve Vehhâbîliği nasıl kurduğunu anlattığı hatıratının Büyük İslam âlimi mübarek Hüseyin Hilmi Efendi hazretleri tarafından “İngiliz Casusunun İtirafları” ismiyle hazırlanan tercümesinde şunlar ifade edilmektedir:
“Şu dört şeyi, gizli ve aşikâr yaymak lâzımdır: İçki, kumar, zina ve domuz eti [ve spor kulüplerinin birbirleri ile kavgaları]. Bu işi yapmak için, İslâm memleketlerinde yaşayan Hristiyan, Yahûdi, Mecûsî ve diğer gayrimüslimlerden azami derecede istifade etmek ve bu iş için çalışanlara müstemlekeler nezaretinin bütçesinden bol maaş bağlamak lâzımdır. Bunun için, siyasi fırkaların ve spor kulüplerinin çoğalmasını sağlayacağız. Partileri ve kulüpleri birbirlerine düşman yapacağız. Birbirleri ile uğraşacaklar, din kitabı okumaya, dinlerini öğrenmeye vakit bulamayacaklardır. Avladığımız kimselere günlük gazete, dergi çıkartacağız. Gazetelerini, dergilerini, bol para ile menfaatler ile besleyeceğiz. Satın aldığımız kimseleri, kurtarıcı, kahraman gibi isimlerle methettireceğiz. İslâm dinini ve ahkâmı İslâmiyye’ye bağlı olan idarecileri kötületeceğiz. Din terbiyesinin kaynağı olan aile yuvalarını yok edeceğiz. Bunun için, spor, güreş ismi altında, avret mahalleri, edeb yerleri açık kız ve oğlan resimleri neşrederek, gençleri fuhşa, livâtaya, cinsî sapıklığa sürükleyeceğiz. İslâm ahlâkını bozunca, İslamiyet’i yok etmek kolay olur. Çok câmi yapacağız. Fakat camilerde, hocaları değil, misyonerleri ve mezhepsizleri konuşturacağız. 'İslâm müziği' ismi altında, çalgıları, şarkıları, radyoları camilere sokacağız. Camileri birer tuzak olarak kullanacağız. Camilere giden ve kadınları örtünen devlet memurlarını ve subayları, casuslarımız tespit edecek, bunlar, vazifelerinden uzaklaştırılacaklardır. Ahkâm-ı İslâmiyyeye uyan gençler, üniversitelere alınmayacak, girmiş olanların diploma almaları engellenecektir...”
Burada da görüldüğü gibi değerlerimize düşmanlık edenlerin projeleri hayatımızın her safhasında hâlen yürürlüktedir. Bunu bazı misallerle genişletelim şimdi!
Bir dostumun düğünü sebebiyle “hayırlı olsun” deyip çıkmak mukabilinde bir salon düğününe girdim. Girdim ama çıkarken vicdan azabından ve gördüklerim karşısında terledim, geleceğimiz adına korktum ve üzüldüm. Orada bir gurur abidesi gibi duran hacı amcaları ve beyaz tülbentli teyzeleri görürken de “biz bu hâllere ne zaman düştük” diye kahroldum. Öyle ki durumun hiç bu kadar vahim olduğunu bilmiyordum.
Birden doğduğum büyüdüğüm köyümü hatırladım. Köy düğünlerinde kendi aralarında eğlenen kadınlar aklıma geldi. Onların cılız çalan davul karşısında meydana çıkmamak için nasıl mazeretler ürettiklerini hatırladım. Fotoğraf karesine girmemek için eliyle veya eşarbıyla yüzünü kapatan hanımefendileri düşündüm. Gayriihtiyari fotoğrafını çeken kişiye nezaketle “fotoğrafı kimseye gösterme emi evladım!” diyen yaşlı nineler geldi gözlerimin önüne…  Arabam ile bu düğün salonu arası en fazla 50 metreydi fakat bütün bunlar bir anda gözlerimin önünden film şeridi gibi geldi geçti. “Biz bu durumlara ne ara düştük?” diye iç geçirdim...
 
BİR HADİSENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
 
Bir büyüğümden yıllar önce kendi köyünde yaşadığı hadiseyi dinlerken nasıl duygulandığımı hatırladım. O kıymetli zat, şunu anlatmıştı: “Annemle çok karlı bir günde köyde yürürken aşağısı uçurum olan bir yerden geçiyorduk. Annemle birden ayağımız kaydı ve uçuruma doğru sürüklendik. Ben imdat çığlıkları atarken annemin edebinden sesi bile çıkmıyordu. Daha sonra köyümüzün yaşlılarından Ahmet Amca görünüverdi. ‘Ben de kurtar bizi Ahmet Amca!’ diye bağırdım. Fakat o da ne? Ahmet Amca geri dönüp gitti fakat birkaç dakika sonra tekrar döndü. Elindeki sopayı bize uzattı ve bizi uçurumdan kurtardı. Ahmet Amca ilk gördüğünde elini uzatıp bizi kaydığımız yerden kurtarabilirdi fakat o elini uzatmak yerine bir yerlerden bulduğu sopayı uzatmıştı. Buna bir mana verememiştim. Kurtulduktan sonra anneme şöyle dedim: ‘Anne! Ahmet Amca ne garip bir adam! Elini uzatıp bizi kurtarabilirdi fakat o elini uzatmak yerine bulduğu sopayı uzattı. Bu nasıl iştir, hiçbir şey anlamadım!’ Annemin verdiği o muhteşem cevap hâlâ hafızamda. ‘Evladım! Ahmet Amcan elini uzatsa bile ben elimi ona vermezdim ki!..” Bu anekdotu dinlediğimde o mübarek kadının canı pahasına da olsa gösterdiği hassasiyet beni derinden etkilemişti.
Arabamla yolda ilerlerken bunları da düşündüm.
Bir yandan da “bize ne oldu böyle?” sualleri de hafızamda zonklayıp duruyordu.
Sokağa çıkarken en eski elbiselerini giyip evde en süslü elbiselerle dolaşan, eşini Allahü tealanın yarattığı makyajla evinin kapısında karşılayan o kadınlarımız sokağa çıkarken dikkat ederlerdi? Eskiden sokaklar sapık mı doluydu da o kadınlar bu refleksi gösterirlerdi. Sebep neydi? Gerçekten onlar yabani, bizler daha mı akıllıydık acaba? Yoksa hassas oldukları bir şeyler mi vardı? Onlara en değerli varlıklarını tertemiz korumaya ant içiren eşsiz edep ölçüsü neydi? Böyle davranmak onlara ikinci sınıf elbisesi mi giydirmişti? Bugün her türlü serbestiye rağmen biz bu zamanlarda onlardan daha fazla mı gönül huzuruna sahibiz? Bugün en küçük huzursuzlukta depresyon hapı için rotayı eczaneye çevirenler, bu kadınları niçin hür olmamakla etiketleme gayretine girmekteler? Onlara göre bir insanın hür ve özgür olmasının ölçüsü nedir?
Bugün, “amaan efendim! O günler geride kaldı. Artık biz de mi böyle yaşayalım” hayıflanmalarını duyar gibiyim.
Peki, bizi bugün o insanlardan daha ileride gösteren emareler nelerdir? Onların başaramayıp da bizim başardıklarımızı söyleyebilecek olan var mı? Bizi onlardan üstün ve vazgeçilmez kılan nitelikleri sayabilir miyiz?
Vefat ettiğinde bile kefene sarılmış mübarek cenazesini hiç kimse görmesin diye gece kaldırılmasını vasiyet eden Hazreti Fâtıma validemizin derdi neydi acaba? Kimden çekiniyordu o mübarek kadın?
Bir Müslüman’ın bilmesi gereken en temel bilgileri önce anne ve babasından öğrenen daha sonra da edeple hocasına teslim edilen o çocukların bıraktığı mirasa ne oldu?
“Evladım! Senden isteğim namazlarında dikkatli ol. Edebi sakın terk etme. Büyüklerine karşı saygılı küçüklerine şefkatli ol. Kimseye kötülük yapma. Kul hakkından sakın. Kimsenin malına ve ırzına göz dikme. Helalinden ye ve iç. Hiç kimseyi çekiştirme. Vatanına ve dinine sahip çık. Kalp kırma, hiç kimseyle münakaşa etme” diyen ebeveynlerden bugün ne kadar kaldı?
Sabah tarlaya giderken merkebe bindirdiği çocuğa değerlerinin büyüklerini, vatan sevgisini, imanı ve İslam’ı anlatan babalara ne oldu?
Evde köşebaşında, elinde tespihi, başında beyaz tülbendiyle “kötülerin kaybedip iyilerin kazandığı” hikâyeleri anlatan nineler, camiye giderken torununun elinden tutan dedeler nereye gitti?
Bugün ilerici(!) ebeveynler tablet, cep telefonu ve televizyon karşısından çocuklarını kaldıramazken değerlerimizi yaşayarak öğreten o zır cahil(!) nineler ve dedeler niçin saf dışı bırakıldı?
 
ESKİLERE DEĞER VEREN YOK
 
Bugün misafirliğe gittiğimizde evin bir köşesinde sessizce oturan dedeleri dinleyen yok. Onlar sanki yaşamıyorlar. Çocuk Facebook ve Instagram’da gördüğü komik videoları babasıyla hem paylaşıyor hem de kahkahalar içinde gülüşüyorlar.  Nineler ve dedeler ise evin sanki yükü durumundalar. Onlara değer veren yok. Yılların yükünü omuzlamış, zengin tecrübeler bir kıyıda sanki sessizce gelecek ölümü bekliyorlar. Herkesin gözü televizyonda… 5 dakika gidecek elektrik kesintisine hiç kimsenin tahammülü yok. Hemen sorumluları istifaya sevk eden çokbilmişler güruhu ile karşılaşıverirsiniz. Çünkü delikanlıların ellerinde oyunları ve yaptıkları yazışmalar yarım kalmıştır. Hayatlar, zamanı kurt gibi kemiren modernizm karşısında eriyip giderken mutluluğu geçici zevklerde arayan nesiller pamuk ipliğine bağlı duygular peşinden sürüklenip gidiyorlar.
Nesillerimiz, acı ve sıkıntı ile büyüyen babalar eliyle hızlı bir felakete sürükleniyorlar. “Ben çektim evladım çekmesin” minvalindeki terennümlerle her isteği ikiletilmeden yerine getirilen evlatlar, babaları eliyle ateşe atılmakta…
Bir de rızıkları için vatanını terk eden gurbetçi kardeşlerimiz ve onların değerler ikliminde eriyip giden evlatları var. Sadece maddiyata dayalı bir hayat biçimini tercih edip bu toprakları vatan yapan değerleri unutan bu gençliğin zamanımızda içine düştüğü durumlar içler acısı… Maddi ihtiyaçlarını her şeyin önünde gören, bol para harcamayı, alışveriş yapmayı, çevresine varlıklı görünmeyi meziyet olarak gören bu nesiller; geldikleri yerlerin hayat biçimlerini de beraberlerinde getirdiklerinden bu toprakların hamuruyla yoğrulmuş fakat altyapısı göçmüş bazı çocuklarımıza kötü örnek olabilmektedirler. Çünkü arkadaş, bir kişinin karakterinin aynasıdır. "Kim olduğun değil kiminle olduğun önemlidir" demişler. Bu sebeple bu topraklardan çok uzaklarda yaşamayı tercih eden kardeşlerimizin köklerini ve geldikleri yeri unutmaması gerekir. Eğer unuturlarsa korkarız ki bir daha, buralara gelecekleri yolu da bulamayacaklardır. Vesselam…
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.