Suriyeliler hakkında göz ardı ettiklerimiz

A -
A +
DOÇ. DR. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi
 
Bu topraklarda, İspanyol ve Hitler zulmünden kaçıp gelen Yahudilerden tutun da Rus ve Bulgar katliamından canını zor kurtarabilen Kafkas ve Balkan göçmenlerine kadar her mazluma kucak açılmıştır. Kuruluşunda mazlumun duası olan ecdadımız da bu insanlara kucak açarken hiçbir zaman menfaat gözetmemiştir.
 
Tarih boyunca iki yüzden fazla devlet kurup 16 imparatorlukla dünyaya hükmetmiş Türklerin kurduğu devlet ve imparatorlukların büyük çoğunluğu yine Türk devletleri tarafından yıkılmıştır. Taht, ihtiras, şöhret, para ve güç hep asil milletlerin çöküş sebebi olmuştur. Dünyayı kasıp kavuran, büyük başarılara imza atan ancak merhamet ve hoşgörüden uzak olmaları sebebiyle de gittiği yerlerde kalıcı bir eser bırakamayan Atilla, Cengiz, Hülagü gibi hükümdarların ise bugün sadece adları kalmış, arkalarından sadece efsaneler bırakabilmişlerdir.
Bu topraklar ise mazlumların duasıyla hep ana kucağı gibi görülmüştür. Güçsüze şefkati, mazluma merhameti, yoksula kucak açmayı en şerefli hizmetler arasında sayan yüce dinimiz, yeryüzüne yayılmaya başlamış, ecdadımız da İslamiyet’in aydınlattığı ışıklı yollarda ilerleyerek büyük başarılara imza atmışlardır.  
Yeryüzünü “tanrı adına” yönetme yetkisini kendinde topladığını söyleyen Türk hakanlarının güçle imtihanı İslamiyet’in kabulüyle merhamete ve adalete dönüşmüş, aradan geçen yüzlerce yıla rağmen hep insanlara yaptıkları güzel muamelelerle anılagelmişlerdir. Geçmişte din, dil, ırk, mezhep ve millet ayırımı yapmadan hep mazluma el uzatan ecdadımızın Rabbinden başka hiç kimseden bir beklentisi olmamıştır. Osmanlı zamanında Müslüman Türk milletinin medeniyet telakkisi zirve yapmış, bugün mazluma el uzattığı için eleştiri oklarını doğrultan insan tipleriyle de neredeyse hiç karşılaşılmamıştır. Bu topraklarda, İspanyol ve Hitler zulmünden kaçıp gelen Yahudilerden tutun da Rus ve Bulgar katliamından canını zor kurtarabilen Kafkas ve Balkan göçmenlerine kadar her mazluma kucak açılmıştır. Kuruluşunda mazlumun duası olan ecdadımız da bu insanlara kucak açarken hiçbir zaman menfaat gözetmemiştir. Çünkü o insanlar, hiçbir zaman rızık endişesi taşımadıkları gibi hiç kimsenin dünyadaki rızkını yemeden gitmeyeceği gerçeğini de temel hayat prensibi hâline getirmişler ve bunu bilmenin rahatlığıyla da her zaman huzurlu yaşamışlardır. Bu sebeple; Müslüman Türk milleti geçmişten bugüne hep yardımlaşma, dayanışma, merhamet, şefkat duygularıyla tanınmış ve hatırlanmıştır. Hatta Avrupalı seyyahlar bile ecdadımızın her canlıya olan bu derin yardımlaşma, dayanışma ve merhamet duygularını açık seçik terennüm etmekten geri kalamamışlar, eserlerinde bu konulara sık sık vurgu yapmışlardır.
Bunlarda bazıları şu şekildedir;
"Türkleri tanıyan birisinin gözüne çarpan en güzel temel özelliklerden biri, onların misafirperverlikleridir. Bunu onların yaşadığı her yerde, herhangi bir paşadan dağ başında çadırda yaşayan Yörük Türkmen’ine kadar herkeste gördüm, hem de hiçbir karşılık beklemeden…" (Sir Charles Fellows)
"Hiçbir zaman Türkler kadar misafirperver birileriyle karşılaşmadım. Her yanında Müslüman zarafet ve nezaketiyle halk, yabancıya kucak açar, Türk aleyhtarı yazarlar bile bu meziyetlerini teslim ederlerdi. En yoksul köyde bile 'misafir evi' denen bir ev bulunmaktadır." (J. H. A.Ubicini)
Türklerin hayır eserlerinin hayvanlara mahsus olanları bile mevcuttur. Her tarafta hayrat türü eserlerden geçilmez. Zengin Müslüman-Türkler bol bol sadaka verirler. Zaruretler ve ihtiyaçlarını dile getirmekten kaçınanları arayıp bulur, bilhassa onlara yardımdan büyük keyif alırlar.” (de Thevenot)
“Fakir çobanlar dağ başlarında yolcuya yiyecek-içecek ikram eder, karşılık olarak onlardan herhangi bir şey talep etmezlerdi. Hatta Osmanlı köyünde yolcuya daha fazla ikram edilir, şehir ve kasabada ise bu ikram tam teşkilatlı yapılırdı.” (Kont Marsigli)
“Türkler bol hayır yaparlar, hiçbir zaman bir kere bile olsa din farklılığına ve de kişinin geçmişine bakmazlar. Hayvanlara ve bitkilere mahsus hayrat da yaparlar. Mahallenin zengini, o mahallede ihtiyaç sahiplerinin hepsini himaye eder.”(Comte de Bonneval)
Yukarıda verilen bazı iktibaslarda görüldüğü gibi sadece bize ve bu topraklara has bazı meziyetler vardır.  Ayrıca bu topraklar İslam’ın son kalesi olarak bünyesinde barındırdığı farklı kültürleri bile huzurla idare etmiş, onların burnunun bile kanamaması için gayret göstermiştir. Öyle ki Resulullah Efendimiz, harplerde bile din adamlarına, yaşlılara, çocuklara ve kadınlara dokunmamayı, boş yere ağaç kesmemeyi, suları zehirlememeyi, ekin tarlalarını yakmamayı ve köprüleri yıkmamayı Eshab-ı kiramına emretmiştir ki din-i İslam’ın yılmaz savunucusu olan Müslüman Türk milleti bu emirden hiçbir zaman zerre kadar bile şaşmamıştır. Dolayısıyla biz kendimizi acımazsız Batılı ülkeleriyle nasıl eş değer görebiliriz? Yıllarca demokrasi, adalet, sevgi, şefkat ve merhamet timsali diye hafızalarımıza nakşedilen aslında öyle olmadığı da bilinen cani ruhlu bazı Batı ülkelerinin, dünyadaki bütün büyük/küçük savaşların, kan, gözyaşı ve katliamların müsebbibi olduklarını nasıl göz ardı edebildik? Eğitim aynı zamanda Batılının, Doğulunun, güneylinin ve kuzeylinin çocuklarına da ağlamak demek değil midir? Sürekli savaşlara sahne olan ve geri kaldıkları iddia edilen, ezilen toplumlar için “onlar da çalışsalar güçlü olsalardı canım” diyerek olmayan vicdanlarını nasıl rahatlatabilmişlerdir? Öyle ki madden güçlü olmaları, o insanların zayıf ve güçsüz omuzlarına basarak kendilerine yükselme hakkı verir mi?
Dolayısıyla mazlumun gözyaşlarını elleriyle silen, dertleriyle dertlenen, yediklerinden yedirip, içtiklerinden içiren ve kendi suyunu bile mazlumla paylaşan bir milletten bugün “Suriyeliler defolup gitsinler” diyen bir millete nasıl dönüşüverdik? Öyle ki her fırsatta birilerinin dile getirdiği Suriyeliler meselesini de tam olarak bilmiyoruz. Zira bu meselenin dinî, kültürel ve sosyolojik yönleri bulunmakta, bunları bilmeden yapılacak değerlendirmeler muhatabını doğru adrese götürmemektedir.  
 
MESELE HAKKINDA KRİTİK GERÇEK
 
Ülkemizde yaşayan Suriyeliler, son zamanlarda tartışma mevzuu edilmekte, bu tartışmalar da “niçin buralarda eğleniyorlar da gidip ülkelerinde savaşmıyorlar, güçlü kuvvetli insanlar ortalıkta dolaşıyor, bugün ülkesini satan yarın bizi satar, savaştan korktukları için kaçtılar” gibi yakışıksız sözlerle devam ediyor. Fakat “ülkelerinden kaçtılar, ülkelerine gidip savaşsınlar” denilen bu insanlar hakkında pek de bilinmeyen hatta bilinmesine rağmen unutulan bazı gerçekler vardır.
Ehl-i sünnet itikadına göre; bir insanın devletine karşı isyan etmesi, başkaldırması ve savaşması doğru bulunmamış, uygun görülmemiştir. Suriye’de karışıklıklar öncesinde bazı Müslümanların tavırları yanlış olmuştur. Çünkü dinimizde fitne çıkarmaya şiddetle karşı çıkılmış hatta fitne çıkaranlar lanetlenmiştir. Buna rağmen; Suriye halkı içerisinden çıkan bir kısım halk, durumu bugünkü gibi içinde çıkılmaz hâle getirmiş, milyonlarca insanın vatanını terk etmesine yüz binlercesinin canından olmasına sebep olmuştur. Fakat oralarda Sünni kökenli bütün insanlar, isyan etmemiş olmasına rağmen Suriye rejimi isyan eden/etmeyen ayırımı yapmaksızın bütün insanlara karşı sert tedbirler alarak çoluk çocuk demeden on binlerce insanı katletmeye başlamıştır. Dolayısıyla devlete isyan etmeyen, etmeyi de doğru bulmayan bu insanlar canlarından olmamak için mecburen yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmışlar, vatanlarını bırakıp hicret etmek için de kutlu bir imparatorluğun bakiyesi olan Türkiye’yi seçmişlerdir. Ülkemiz de bu insanlara geçmişte olduğu gibi aş vermiş, iş vermiş ve ekmeğini paylaşmıştır. Ayrıca göç etmek zorunda kalan bazı insanlar, yakınlarına karşı duramadıkları için yurtlarını terk etmişlerdir. Dolayısıyla fitne çıkarmamak için hicret etmiş bu insanlara “haydi gidin devletinize karşı savaşın” demek doğru bir yaklaşım değildir. Zira hicret etme konusunda dinimizin temel kaynaklarında yapılan vurgulamalar açıktır.
Bazı hadisi şeriflerde “Zalimin zulmünü değiştiremeyen, oradan hicret etmelidir.”, “Hicret eden Müslümana, Cennette bir köşk verilmesine kefilim [Hâkim]”, “Hicret ediniz ki, evlatlarınızı şerefe vâris edesiniz [Taberani]”, “Hicretin efdali, Allahü teâlânın hoşlanmadığı şeyleri terk etmektir [Nesai]” şeklinde buyurulmuştur. Burada da görüldüğü gibi dinimizde hangi hâllerde hicret edileceği açıkça ifade buyurulmuştur. Ayrıca bu coğrafyaya tarih boyunca nice mazlumlar sığınmıştır. “İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü”nün resmî verilerine göre cumhuriyet tarihi boyunca milyonlarca insan bu topraklara sığınmış ve vatandaşlık almışlardır. Buna göre;  
  • 1922-1938 yılları arasında Yunanistan’dan 384 bin kişinin,
  • 1923-1945 yılları arasında Balkanlar’dan 800 bin kişinin,
  • 1933-1945 yılları arasında Almanya’dan 800 kişinin,
  • 1988 yılında Irak’tan 51.542 kişinin,
  • 1989 yılında Bulgaristan’dan 345 bin kişinin,
  • 1991 yılında I. Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’tan 467.489 kişinin,
  • 1992-1998 yılları arasında Bosna’dan 20 bin kişinin,
  • 1999 yılında Kosova’da meydana gelen olaylar sonrasında 17.746 kişinin,
  • 2001 yılında Makedonya’dan 10.500 kişinin Türkiye’ye göç ettiği belirtilmiştir.
Durum bu kadar nettir. Ülkelerine karşı savaşmamak için vatanlarını terk eden Suriyeli kardeşlerimizi her şey düzelmeden tekrar oralara göndermek ölüme terk etmek demektir ki buna vicdanı olan hiç kimse karşı çıkamaz.  Ayrıca yurtları talan olmuş, evleri yıkılmış, tarım yapmak için gölleri ve su kaynakları zarar görmüş, ağaçları sökülmüş, su bentleri yıkılmış, iş makineleri bile olmayan gelir kapısından yoksun bu insanları şu an tekrar geri göndermek açlığa, hastalığa ve sefalete terk etmek demek olacaktır. Ayrıca İslam kültünü hayatının her kademesinde şiar edinmiş Anadolu insanının “bana ne canım, ne halleri varsa görsünler!” deme şansı da lüksü de yoktur. Unutmayalım ki 15 Temmuz gecesi tepesinden jetler ve helikopterler geçerken evlatlarına ve anne babalarına sarılan insanlar bu kadar duyarsız/vicdansız davranamaz. Çünkü vatanını kaybetme tehlikesiyle tarih boyunca defalarca karşı karşıya kalan bir medeniyetin vârisleri mazluma sırtını dönemez. Çünkü mal da, mülk de, can da yalnızca Allahü tealaya aittir. O verir, verdiği gibi de alır. Bugün bolluk içinde yaşayanlar, yarınlarından nasıl emin olabilirler?
 
ÜLKEMİZİN GÜVENLİĞİ İÇİN TAKİP EDİLEN STRATEJİK PLAN
 
Ayrıca ülkemizi bu savaşın tarafı olmakla suçlayan ve masabaşında, kahvehane muhabbetlerinde vatan kurtaran kardeşlerimiz şunu bilmelidirler ki Batılılar, o toprakların parçalanması planını çok önceleri yapmışlardır. Eğer ayaklanma sonrası ülke olarak Özgür Suriye Ordusu’nun yanında yer almasaydık birileri o topraklarda ameliyat yaparken biz de onları uzaktan izlemek zorunda kalabilir, bugün ülkemizi ve oralarda yaşayan Türkmen kardeşlerimizi tehdit eden nice gayrimeşru yapılanmalara karşı söz sahibi olamayabilirdik. Fakat ülkemiz, Suriyeli kardeşlerimize Allahü tealanın rızası için sahip çıkmış, yaşadığımız büyük badirelerden de o mazlumların duasıyla selametle çıkmıştır. Sadece bu bile bu insanlara sahip çıkmak için yeterli bir sebep olarak yetmez mi?..
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.