Türkiye tarımda yeni planlar yapmalı

A -
A +

Prof. Dr. İbrahim Aydın

Balıkesir Üniversitesi Öğretim Üyesi

 

 

Türkiye’de mutlak suretle anlaşmalı tarıma geçilmelidir. Kim, hangi ürünü, nerede, ne kadar ekecek tarım bakanlığı ile çiftçiler arasında yapılacak satın alma garantili anlaşmalarla belirlenmelidir. Böylece, iklim şartlarındaki sapma ve afetler dışında, zirai üretimde sürprizler yaşanmaz; ülke de, çiftçi de mağdur olmaz.

 

Ülkemizde tarımın durumu bazı çevrelerin iddia ettiği gibi “çok kötü” değildir; ancak, kendi kendimize yeterli olma özelliğimizi kaybettiğimiz de açıktır.

 

En önemli politikamız, “tarımda kendi kendine yeterlilik” olmalıdır.

 

 

Ünlü İngiliz ekonomist Thomas Robert Malthus, meşhur teorisinde, dünyada nüfusun geometrik (1-2-4-8-16...), gıda kaynaklarının ise aritmetik (1-2-3-4-5...) şekilde arttığını, buna bağlı olarak, nüfus artışı ile besin kaynakları arasındaki makasın dayanılmaz seviyelerde açılacağını ve dünyada çok ciddi kıtlık yaşanacağını öne sürmüştü.

Ancak, bu iddia henüz gerçekleşmedi. Çünkü bir yandan dünya nüfusu savaşlar, salgın hastalıklar, doğum kontrol yöntemleri, toplumların sosyolojik değişimi vs. sebeplerle Malthus’un beklediği kadar artmadı; diğer yandan, tarımsal üretimde de, tohum ıslahı, sulama, gübreleme, zararlılarla mücadele vs. gelişmelerin yol açtığı “Yeşil Devrim” sayesinde, Malthus’un beklentisinden fazla artış sağlandı.

Dünyanın değişik bölgelerinde yaşanan açlık ve kıtlık, gıda yetersizliğinden ziyade, gıdaların adil bir şekilde paylaşılamamasından kaynaklanmaktadır. Bir tarafta açlık ve kıtlık, diğer tarafta sınırsız israf ve obezite!..

 

GÖZ ARDI EDİLEN TARIM

 

Dünyada sanayi, turizm, bilişim vs. gibi katma değeri daha fazla olan sektörler gözde iş alanları hâline gelirken; tarım katma değeri nispeten az olduğu için, özellikle gelişmekte olan ülkelerde göz ardı edilmektedir. Tarım, ülkelerin kalkınma planlarında ve teşvik uygulamalarında, hep son sıralarda yer almıştır. Sektörün kendi yapısal zorluğu, iklim ve doğa olaylarına bağımlılığı dışında, getirisinin düşük olması, cazip sektör olmasını engellemiştir.

Bir bilim adamı olarak, yıllardır, her ortam ve şartta tarımın önemini vurgulamaya çalışıyorum. Hangi çağda yaşarsak yaşayalım, tarım önemini asla kaybetmeyecektir. Tarım, gıda ve yem ihtiyacını sağlamanın dışında, sanayiye ham madde temin eder, istihdam sağlar. İhtiyaç fazlasının ihracatı ile döviz girdisi sağlamanın yanında, en önemlisi “beslenme” konusunda, dışa bağımlılığı azaltır. Günümüz dünyası, her anlamda globalleşiyor olsa da, ülkelerin en önemli politikalarının, “tarımda kendi kendine yeterlilik” olmalıdır.

Bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de, 2020 yılının Mart ayından bu yana yaşanmakta olan Covid-19 salgını ve bugün de Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi, “tarımda kendi kendimize yeterli olmamızın” önemini bir daha hatırlattı. Çünkü ülkelerin teknik alanlardaki gelişmişlikleri, “tarımsal üretim yetersizliği” durumunda bir anlam ifade etmiyor. Artan nüfuslar, insanların beslenme alışkanlıklarında çeşit ve miktar olarak daha fazla gıda tüketme yönündeki değişimler, üretimi daha da arttırma ve gıda tedarik zincirini olabildiğince sağlam kurma gereğinin altını kalın çizgilerle çizmiştir.

Bir zamanlar, tüm dünyada, tarım ürünleri açısından kendi kendine yeten yedi ülkeden biri olmakla övündüğümüz Türkiye’de, bugün gıda fiyatlarındaki artışlar, tarımsal üretim konusunu, gündemin üst sıralarına çıkarmaktadır. Ülkemizde tarımın durumu bazı çevrelerin iddia ettiği gibi çok kötü değildir; ancak, kendi kendimize yeterli olma özelliğimizi kaybettiğimiz de gayet açıktır.

Türkiye, öncelikle yaklaşık 85 milyon nüfusu beslemek zorundadır. Kaldı ki, bu 85 milyonluk nüfus, 90 yıl önceki kanaatkâr, çeşit ve miktar olarak az tüketen bir topluluk değildir. Bu nüfus miktarına, 5 milyonu aşan mültecileri ve her yıl ülkemize gelen 30-40 milyon turisti de eklememiz gerekiyor. Tarım ürünlerini ham madde olarak kullanan ve ihracat rekorları kıran sanayimizin (un, unlu mamuller, bulgur vs.) geldiği nokta, tarımsal üretimi daha da önemli hâle getirmektedir.

Tarımsal üretimi arttırmanın, bilinen başlıca iki yolu bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, tarım alanlarını genişletmek, ikincisi de mevcut tarım alanlarını koruyarak, “birim alandan alınan verimi arttırmak”tır. İlk seçenek mümkün olmayacağına göre, mevcut tarım alanlarından elde etmekte olduğumuz ürünleri arttırmamız tek seçenek olarak karşımızda durmaktadır.

 

TÜRKİYE TARIMINDA YAŞANAN PROBLEMLER

 

Tarım, mesai kavramı olmayan, iklim şartlarının ve muhtemel tabii afetlerin etkilerine de açık bir sektör olmasından dolayı, harcanan emeğin ve sarf edilen paranın karşılığı çoğu zaman alınamayan bir ekonomik faaliyettir. Bu sektörde, “tatil” kavramına yer yoktur! Bu sebeple, “çiftçilik”, sosyal medyanın, televizyonun ve toplumsal baskının da etkisi ile gençlerin hedefleri arasında olan bir meslek değildir. Ülkemizde tarım, taşranın boşalması ile genelde kırsal alanda kalan 40-50’li yaşlarda az sayıda ve emekli olup, köye dönmüş olan ileri yaşlardaki vatandaşlarımız tarafından sürdürülmektedir. Bu da, tarımdaki verimliliği ve profesyonelliği olumsuz yönde etkilemektedir.

Ülkemiz tarımının en önemli problemi, verimli 1. sınıf tarım alanlarının tarım dışı faaliyetlere ayrılarak, konut ve sanayi amaçlı beton istilalarına açılmakta olmasıdır. Bursa, Balıkesir, Manisa, Adapazarı, Çukurova, Çarşamba, Bafra gibi yüksek düzeyde verimlilikleri olan ovalarımızın önemli bir kısmı, bugün tarım dışı faaliyetlerin işgaline terk edilmiştir. Türkiye’de işlenen toplam tarım alanı, her geçen gün, tehlikeli bir şekilde azalmaktadır. Ülkemizde, 1989-2018 yılları arasındaki, 30 yılı bulan süre içinde, toplam 2 milyon 604 bin 517 hektar tarım arazisi, tarım dışı kullanımına açılmıştır.

Kırsal bölgelerdeki tarım alanları miras yolu ile parçalanmış, araziler oldukça küçülmüştür. Tarım alanlarında miras ve mülkiyet anlaşmazlığı çok önemli bir sorundur. Kırsal faaliyetlerle ilgisi kalmayan kişilere ait tarım alanları da ya işlenmiyor veya kiraya veriliyor. Tarım alanlarının küçük, parçalı ve farklı mevkilerde olması, çiftçilerimize zaman ve yakıt kaybı yaşatmaktadır.

Tarım arazisi fazla olmayan çiftçiler de tarım araç gereçleri satın almaktadır. Alınan araç gereçlerin maliyeti, sigortası, vergisi, kaskosu ve kredi ile alındığı için kredi maliyetleri ile birlikte, devasa rakamlar ortaya çıkmaktadır. Çiftçiler arsındaki güçlü ve pahalı traktör ve tarım araçlarını satın alma rekabeti, çiftçinin, 4-5 ömür yaşasa bile ödeyemeyeceği borçların altına girmesi anlamına gelmektedir.

 

PLANSIZLIĞIN SIKINTILARI

 

Tarımın planlı yapılmaması, zaten zor ve masraflı, aynı zamanda iklim şartlarına bağlı olan verimlilik, çiftçileri zor durumda bırakmaktadır. Ürünün bol olduğu yıllarda pazar sorunu yaşanmakta, fiyatlar düşmekte ve üretici mağdur olmaktadır. Rekoltenin düşük olduğu yıllarda da, fiyatlar yükselmekte bu sefer de tüketicilerin gıdaya ulaşması pahalı olmaktadır. Asıl kazanan ise, her seferinde sermaye sahibi aracılar olmaktadır. Bir tarım ürünü, az ve pahalı olduğu yıldan sonraki ekim döneminde, ürün çiftçiler tarafından ekilmekte, buna karşılık, rekoltesi bol ve az para edip maliyetini bile kurtarmadığı sezonun bir sonraki yılında ise, o ürünü eken çiftçi az olmaktadır. Yani, tarımdaki bu plansızlık, hem ülkenin ihtiyacı olan tarımsal üretimle ilgili istikrarı bozmakta, hem de çiftçinin gelirini şansa bırakmaktadır.

Borçlu çiftçi, ürünü hasat eder etmez satmak zorunda olduğu için, binbir meşakkatle elde ettiği ürününü, o yılın en düşük fiyatı ile elden çıkarmak zorunda kalmaktadır. Hâlbuki tüccar, ucuza aldığı ve silolarda depoladığı ürünleri, 2-3 ay gibi kısa bir süre sonra, yüzde 300-400 daha pahalıya satmaktadır. Bu süreçte, gerçek emekçi emeğinin karşılığını alamazken, sermaye çevreleri, çiftçinin sırtından kolayca yüksek gelirler elde etmektedir.

Petrol, gübre, tohum, zirai ilaç, işçilik, zirai elektrik vb. gibi üretim girdileri, çiftçileri zor durumda bırakmaktadır. Tarımsal ürünlerin seçimi, gübrelerin temini, zararlılarla mücadele vs. işlerin geleneksel yöntemlerle ve bireysel olarak yapılması da, tarımda verimliliği olumsuz yönde etkileyen çok önemli bir durumdur.

Doksan yıl önce, kahir ekseriyeti kadın ve çocuklardan oluşan, 13,6 milyon kanaatkâr nüfusu besleyen tarım alanlarımız, günümüzde 85 milyon çok tüketen bir nüfusu beslemek zorundadır. Mesela Türkiye, 2021 yılında 8 milyon 100 bin ton buğday (%65’i Rusya’dan) ithal etmiş. Aldığı bu buğdayın çok önemli bir kısmını, 560 fabrikada işleyip, un, makarna, bulgur vs. olarak ihraç etmiş. Un ihracatında bugün dünya birincisi olan ülkemiz, geçen yıl, bu ihracattan 1 milyar 100 bin dolar gelir elde etmiş. Dünya ikincisi olduğumuz makarna ihracatından 766 milyon dolar, bulgur ihracatından da 120 milyon dolar elde edilmiştir. Bütün bunlar ortadayken birinci sınıf (ve çok büyük bir kısmı da 1. derecede deprem bölgesi olan) tarım alanlarımız, maalesef, tarım dışı faaliyetlere ayrılarak âdeta cinayet işlenmektedir.

 

KENDİ KENDİNE YETERLİLİK İÇİN ELZEM OLANLAR

 

Günümüz dünyasında, hiçbir ülkenin global gelişmelerden etkilenmemesi mümkün değildir. Ancak, alınacak tedbirlerle, ülkemizin sahip olduğu coğrafi konumu, iklim şartları ve fiziki coğrafya özellikleri sayesinde, globalleşmenin getirdiği olumsuz etkiler en aza indirilebilir.

Tarım alanlarını, insanların gündelik kısa çıkar hesaplarına kurban ederek, imara açma yoluyla beton yığını hâline getirmenin önüne mutlaka geçilmelidir.

Tarımsal alanlarda, tarlaların mutlaka toplulaştırılması gerekiyor. Miras, mülkiyet ve kiralama problemleri çözülerek, tek metrekare tarım alanının boş kalmasının önüne geçilmelidir. Hatta Selçuklu ve Osmanlıdaki “tımar sistemi”nde olduğu gibi, belli bir süre boş bırakılan tarım alanları, devlet tarafından kiralanarak, işleyecek çiftçilere tahsis edilmelidir.

Her türlü medya imkânları kullanılarak, çiftçiliğin kutsal ve saygın bir meslek olduğu topluma işlenmeli, gençler, çiftçi olmaları konusunda teşvik edilmelidir. Tarımsal üretim konusunda ortaokullar ve meslek liseleri açılmalı, buralarda, bilinçli genç çiftçiler yetiştirilmelidir. Ziraat Fakülteleri binalardan arazilere çıkmalı, bire bir çiftçi ile tarımsal üretime katılmalıdırlar. Ziraat Mühendisleri İl ve İlçe Tarım Müdürlüklerinde masabaşında envanter giren memurlar olmaktan çıkarılmalı, üretimin her aşamasında bizzat sahada olmalıdırlar.

Çiftçilerin sigorta primlerinin devlet tarafından üstlenmesi, petrol, tohum, gübre, zirai ilaç vb. girdilerin, yine devlet tarafından karşılanması, ülke ekonomisi için, dışa bağımlılık, stokçuların ve aracıların manipülatif hareketleri sonucu gıda tedarikinde yaşanacak muhtemel problem ve toplumsal savrulmalardan çok daha az maliyetli olacaktır.

Köylere veya yakın köylere ortak “Tarım Araçları Kooperatifleri” kurulmalı. Bu kooperatifler, işlemekte oldukları araziler bakımından müstakil araç sahibi olmayı gerektirmeyecek küçük arazileri olan çiftçilere, sembolik bedeller karşılığında, tarım makinaları desteği vermelidir. Böylece, arazileri küçük olan çiftçilerimiz, gereksiz yere traktör ve makinalar alarak borçlanmamış olurlar...

Mutlak suretle anlaşmalı tarıma geçilmeli. Kim, nerede, ne kadar, hangi ürünü ekecek tarım bakanlığı ile çiftçiler arasında yapılacak satın alma garantili anlaşmalarla belirlenmelidir. Böylece, ülkede her yıl yaklaşık olarak hangi ürün, ne kadar üretilecek belli olur. İklim şartlarındaki sapma ve olası afetler dışında, tarımsal üretimde sürprizler yaşanmaz. Böylece, ülke de, çiftçi de mağdur olmaz.

Unutmamalıyız ki üretmek ve dışa bağımlı olmamak “özgürlük” demektir. Kadim medeniyetimizin şahlanması, global bir güç olma hedefindeki Türkiye’nin, kendi vatandaşını besleyememe, tarımsal ürünlerde dış güçlerden operasyon yeme, terbiye edilme vb. gibi zaafları olmamalıdır.

Ülkemizdeki mevcut tarım arazileri ve nüfus yapımız bu konuda fazlası ile yeterlidir! Bütün mesele, tarımımızın, doğru istikamette, doğru politikalarla yönlendirilmesindedir!

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.