Âcizim, âcizsin, âciz…

A -
A +
 
İtalya artık modayla anılmıyor, Paris artık romantik değil, New York ikiz kuleleri gibi çöktü, Moskova’da ölüm soğuğu var ve Mekke bomboş… Korona çok şeyi değiştirdi, çok şey de öğretti…
On bin liralık saatle on liralık saatin aynı zamanı gösterdiğini; içinde sağlık ve huzur yoksa milyonluk malikâne ile kulübe arasında fark olmadığını; ikinci el bir arabayla son model lüks bir otomobillin bizi aynı yere götürdüğünü, iş hayatına, başarıya, para ile ölçülebilen şeylere ne denli anlam yüklediğimizi, sahip olmaya çalıştığımız her şeyin birden nasıl önemsizleştiğini; ölünce toprakta herkes için açılan çukurun aynı olduğunu öğretti...
Anı yaşamanın ne demek olduğunu, her an her şeyin olabileceğini, mutlu olmanın bireysel değil herkesin mutluluğuyla bir olabildiğini, ‘ben’ değil ‘biz’ olmak gerektiğini, en çok da dünyanın kontrolünün bizde olmadığını öğretti korona. Kendisini dünyanın efendisi sanan insanoğluna, aslında ‘efendisi değil misafiri’ olduğunu ve nasıl kolayca sistemden saf dışı kalabileceğini okkalı bir tokatla hatırlattı!
Balon gibi şişik egolar, cılızlaşan bir sesle söndü… Uzaya ulaşan üstün teknolojilerin, küresel güçlerin, dev sermayelerin bir mikroorganizmaya biçare kalabileceğini, nükleer silah sahibi olmanın her zaman üstünlük olamayacağını, tek kurşun atılmadan 3.cü dünya savaşının çıkabileceğini ve bazı savaşların eli mahkûm kaybedileceğini öğretti…
Yemek bulabilmek için metrelerce yürüyen fakiri de yediği yemeği sindirebilmek için metrelerce yürüyen zengini de aynı yere kapattı korona. ‘Çok gezenin ayağına pislik bulaşır.’ atasözünün doğruluğunu iyice bi anladık. Sayesinde evde kaldık; aile nedir onu hatırladık, çocuklara vakit ayırdık. Zor zamanlarımızda kimlerin yardıma koşabileceğine kimlerin nasıl ağız değiştirdiğine bakakaldık…
Stokçular, benciller, menfaatçiler ve böylesi sıkıntılı şartlarda dahi siyasi prim dilencilerinin rezillikler komedyasını izledikçe ‘İnsan insanın kurdudur.’ sözünün doğruluğuna; diplomadan bağımsız cehaletin virüsten beter olduğuna ve aşısının da hâlâ bulunamadığına tanık olduk.
Rutinleşmiş hayatımızın ve şikâyet ettiğimiz çoğu şeyin aslında nimet olduğunu; tüm sevdiklerinle ve hatta sevmediklerinle iyi ayrılmak gerektiğini, hangisinin son görüşme olacağını bilemeyeceğimizi kavradık…
Kıyıda köşede birikmiş paranın, küçümsenen köy tarhanasının, tel dolaplarla unutulup giden konserveler kompostoların, ‘ev kadını’ olmanın ve komşuların kıymetini anladık… Ha bu arada; taşı kaynatıp suyuna çorba yapan anaların, çeyrek somun kuru ekmekle savaşlar kazanan ataların torunları ne ara ve nasıl iki gün sokağa çıkamayacağı için market talan edip birbirlerini yer hâle geldiğini sorguladık ve fakat cevap bulamadık…
 
Ninem diyor ki;  Bir musibet, bin nasihatten iyidir.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.