Miskinler Tekkesi ya da İnsanlığın Şefkat Evi

A -
A +

Hayâta ‘merhaba’ diyen her canlının ölümle nişanlandığı söylenir… Baştan sona kadar sihirli bir yolculuktur yaşam… Üstelik yolu hastalıklarla kesişen her kim olursa; tadı da kalmaz tuzu da…
İnsanoğlu, hayâtını kolaylaştırmak için karşılaştığı her zorluğu aşmak adına çeşitli çözüm yolları aramıştır. Bu çabaların belki en kıymetlisi, adına “sağlık” denilen ve insan hayâtı üzerine olanıdır.
Asırlar boyu Doğu ile Batı’nın mukayesesi yapılırken tıp târihinden de örnekler verilmiştir. Bu karşılaştırmalar arasında dikkatimi en fazla çekeni, insan hayâtına verilen değerin yanı sıra onun psikolojisine vurgu yapılan yaklaşım olmuştur.
Doğrusu insan hayâtı kutsaldır; ama daha önemlisi hayâtı yaşanabilir kılmaktır. Tedâvi yolu bulunamamış herhangi bir rahatsızlığa yakalanan bir insanın toplum tarafından kaba davranışlara maruz kalması, onun sinir sistemini de psikolojisini de etkileyerek istenmeyen sonuçlara yol açabilir.
Günümüzde teknolojinin baş döndürücü seviyeye ulaşması, hastalıkların kolayca tedâvi edilmesine imkân sağlamakta… Fakat ‘çağdaş’ toplumun hastaya bakış açısı ne yazık ki yer yer arzulanan ölçünün çok gerisinde…
Peki ya geçmişte durum nasıldı?
Sizlere yalnızca; cüzzam denilen lepra hastalığından bahsetmek istiyorum…
Türk Dil Kurumu’nun “Sinir sistemi ve deri başta olmak üzere birçok sistem ve organı etkileyebilen bulaşıcı bir hastalık” olarak tanımladığı cüzzam hastalığını Kubbealtı Lügati “İnsan vücûdunda yer yer lekeler veya çıbanlar ve yaralar şeklinde beliren çok bulaşıcı iyileşmesi güç bir deri hastalığı” olarak açıklamaktadır.
Cengiz Özbesler lepra ile ilgili en eski, kesin kaydın (milâttan sonra) 5. yüzyılda görüldüğünü; hastalığın klinik belirtileri, tedâvisi ve etiyolojisine dâir bilgilerin kısmen (milâttan önce) 6. yüzyılda yazılan bir Hind eseri Sushruta Samhita’da yer aldığını yazmaktadır.
Doğrusu; Orta Çağ’ın çok korkulan rahatsızlıklarından birisidir cüzzam…
Haçlı Seferleri sırasında epeyce yaygınlaşan bu hastalık, Avrupa kamuoyu tarafından kendilerinin cezalandırıldıklarına dâir bir işâret olarak görülmüştür. Üstelik bununla da yetinilmemiş, cüzzam hastalığına tutulanlar ne yazık ki ‘büyücü’ olarak kabûl edilmiştir.
Büyücülerin korkunç sonu ise hepimiz tarafından bilinmekte…
Batı’da, cüzzamın bir rahatsızlık olduğu fikri ancak 1403 yılında Venedik’te kabûl görmüştür. İbrâhim Refik; cüzzam hastalarının hapsedildiği yer sayısının yalnızca Fransa’da 2 bin olduğunu, 7. Louis’nin vasiyetine dayanarak yazmaktadır.
 
Miskinhâne veya Miskinler Tekkesi
 
Miskinhâne, Osmanlılar zamanında cüzzamlıların karantina altına alındıkları yerleri ifâde etmekteydi. Bu karantina yerleri ise; Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı döneminde hep şehir dışında oluşturulmuştu.
Aslında doğrudan doğruya tembelliği tanımlayan miskinlik, aynı zamanda lepra hastalığına yakalananların zamanla güçten düşmesi ve kolunu dahi kıpırdatamayacak hâle gelmesini de ifâde etmektedir.
Cüzzam rahatsızlığına yakalananların tedâvi edilmesi gerektiği fikri Doğu toplumunda öteden beri bilinmesine rağmen Osmanlının bu sürece en büyük katkısı, hastaların psikolojilerini de düşünmeleri olmuştur.
Nuran Yıldırım, Osmanlı Devleti döneminde ilk olarak 2. Murad tarafından Edirne’de yaptırılan Miskinhâne’nin 1627 yılına kadar faaliyette bulunduğunu yazmaktadır. Daha sonra İstanbul, Bursa, Lefkoşa, Kandiye ve Sakız’da da yaptırılan cüzzamhânelerin içinde en önemlisi, İstanbul’da hizmet vereni idi.
Yavuz Sultan Selim döneminde 1514 yılında İstanbul’da yaptırılan ‘Miskinler Tekkesi’ aynı zamanda Osmanlı zarafetinin bir yansımasını da göstermektedir.
 
Miskinler Tekkesi ya da İnsanlığın Şefkat Evi

Süheyl Ünver’in ‘Miskinler Tekkesi’ni gösteren sulu boya resmi

Bulaşıcı bir hastalık olduğu düşünülen lepra rahatsızlığına yakalananlar karantina altına alınırken, hastaların onurlarının kırılmaması için ihtiyâçlarının karşılanması ve onlara en iyi şekilde bakılması amacıyla her türlü önlem düşünülmüştür.
Karantinaya alınanların toplum tarafından dışlanmaması için toplandıkları yere ‘tekke’ isminin verilmesi hastaların psikolojik çöküntüye uğramalarının önünde bir engel olmuştur. Süheyl Ünver, halkın merhametini uyandırmak için buraya “tekke” denildiğini ileri sürmektedir. Ercan İnal ise; cüzzamhânelerin, insanların müstakil bir grup olarak yaşadıkları tekkelere benzediğini; hastaların topluma karışmadığı, âdetâ inzivaya çekilmiş gibi bir hayât yaşadıklarından dolayı bu adın verildiğini ifâde etmektedir.
Miskinler Tekkesi’nin giderleri Kanûnî Sultan Süleyman’ın gelini Nurbânû Sultan’ın yaptırdığı Atik Vâlide Sultan Külliyesi tarafından karşılanmıştır. Modernleşme çabalarının hız kazandığı 19. yüzyılda ise; kurulan Evkaf Nezâreti (Vakıflar Bakanlığı) Miskinler Tekkesi’nin giderlerini karşılamak için ödenek ayırmıştır.
İstanbul’daki bu miskinhâneye, Atik Vâlide Sultan İmâreti tarafından her gün akşamları çorba, pilâv ve et, haftada iki kere de zerde gönderilirdi.
Tekkenin önünde bulunan sadaka taşına bırakılan yardımlar, hastalarca bölüşülür ve hep bir ağızdan, kendilerine yardım edenlere hayr duâlar edilirdi…
 
Miskinler Tekkesi’nin sonu
 
Osmanlı Devleti’nin yıllar içinde dünyâ siyasetini belirleme gücünü yitirmesi, ekonomik darboğaz, elbette her şeyi tepetaklak ettiği gibi Miskinler Tekkesi’nin de sonunu getirmiştir.
Özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinde meydana gelen 1. Dünyâ Savaşı’nın ardından Türk milletinin verdiği mücâdele yeni bir devletin, yeni bir sistemin ve daha modern bir yönetim anlayışının organize edilmesi ile sonuçlanmıştır.
Miskinler Tekkesi’nde barınan hastalar öncelikle Toptaşı Hastahânesi’ne, 1927 yılında da Bakırköy’de açılan Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahânesi’ne nakledilmiştir.
1938 yılında tamamen yanan tekke daha sonra kullanılamayacak hâle gelmiş, 1960 yılında da yıkılmıştır.
Geçmişten gelen ses, gök kubbede hoş bir sedâ bıraktı…
Tıp, her ne kadar ilermiş ve ‘mekanik’ hâle gelmiş olsa da; insan rûhuna dokunan bir yanı olmalı...
Tıpkı şefkat gibi…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.