Ramazanın “Diş Kirâsı”

A -
A +
Ramazan ayı, dünyâyı teşrif eden nazlı bir misafir gibi yine aramıza sessizce süzüldü ve geldi. Bekleniyordu; hayâta renk katacağı biliniyordu…
Ay'ın, Dünyâ'nın etrafındaki bir tam turunun hesabına dayalı olan hicrî takvim ile Dünyâ'nın, Güneş'in etrafındaki bir tam turunun hesabına dayanan milâdî takvim arasında on bir gün fark bulunmakta. Bu yüzden ramazan ayı milâdî takvime göre her yıl on bir gün geriye gitmekte. Bu kutlu zaman dilimi mevsim mevsim dolaşmakta, her mevsimi de ilâhî bir renge boyamakta...
Ramazan, doğrusu kulluk şûurunu ifâde eder; eksiklerimizi tamamlayıp insan olduğumuzu hatırlamamız için de büyük bir fırsattır. İşte tüm bu uyanış mekanik bir kulluk düşüncesinden ziyâde, insanın tüm duygularını ayağa kaldırıp yeniden kendini temizlemesi ile mümkün olacaktır.
Açıkçası ‘sorumluluk’ demektir ramazan… 
Peki böylesi bir yükün altında ezilmemek için ne yapmalı?
Uzun yıllar boyunca “Nerede o eski ramazanlar” sorusunu duyduk.
İşte Osmanlı medeniyeti bu ağır yükün omuzlanabilmesi için incele incele, ortaya müthiş bir ‘Ramazan kültürü’ çıkarmıştı. “Nerede o eski ramazanlar” sorusu da bu koca medeniyeti arayışı ifâde etmekteydi.
Bakmayın şimdilerde pek sönük durduğuna…
Bundan bir asır öncesine kadar minârelerin arasına kurulan mahyalar elektrik düğmesine dokunarak aydınlatılmıyor, mahalle halkı da birbirinden kaçmıyordu. Gündelik hayat ramazanın ta kendisiydi…
Düşünün ki; terâvih namazı için câmide toplananlara terâvih şerbeti ikram edilir, cemaatin gün içinde yükselen harareti, bu bal şerbeti ile giderilirdi.
İftar vaktinin geldiğini ilân eden ‘iftar topları’ bile bir Osmanlı geleneğiydi. Bu topların nerelerden ve hangi askerî birlikler tarafından atılacağı sıkı kurallara bağlanarak düzenlenmiş ve devletin yazışmaları arasında dahi kendisine yer bulabilmişti.
Peki ya iftar dâvetleri?
Sofranın kalabalık olanı makbûldü…
İnsan ilişkileri törpülenmediği için her iftâr dâvetinde, günümüzde televizyonlarda gördüğümüz ‘iftar programları’ kıvamında sohbetler yapılır, koca bir gelenek ve müthiş bir kültür geleceğe aktarılırdı.
Nasıl mı?
Çocuklara tesir ederek...
Günümüzde emir komuta zinciri türü bir ilişki içinde yetiştirilen çocuklara Osmanlı geleneğinde ‘yapma, etme!’ diyerek değil, onların ruhlarını inceltecek tarzda hikâyeler ile şekil verilirdi.
Geleneğin içinde yer alan ‘diş kirâsı’ da; ev sahibinin dâvetine icâbet edenlere yaptığı jestin adı idi…
Buna göre; iftar dâvetine katılanlar dişlerini dâvet sahibinin zevkine kiralamış oldukları için ev sahibi, sofralarını şereflendiren misafirlerini, bütçesine göre hediyeler ya da kadife keseler içine konulan altın veya gümüş para ile uğurlardı.
Peki ya iftara katılan koca pâdişâh olursa?
 
Hünkârın diş kirası
 
Sultan Abdulazîz saraya kapanmaktansa halkın içinde yer almayı ve gezintiye çıkmayı seven bir pâdişâhtır. Hünkâr, bir ramazan günü devrin önemli devlet adamlarından Yusuf Kâmil Paşa ile eşi Zeynep Hanım’ın konağında iftar etmeye karar verir. 
 
Ramazanın “Diş Kirâsı”
 
Sultan Abdulazîz
 
Zeynep Hanım, bir dönem Osmanlının başına belâ olan Mısır Vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen, mal mülk sahibi zengin bir sultandır. Zenginliğin kendisini şımartmadığı, muhtaç olanlara yardım eden cömert bir kadın olduğu için de Zeynep Hanım halk ve saray erkânı tarafından çok sevilen birisidir.
Sultan Abdulazîz iftara kısa bir süre kala bu çiftin konağını teşrif eder, kendisi büyük bir merâsim ile karşılanır.
Ev sahibinin sofrasında koca pâdişâh oturmaktadır…
Birbirinden lezîz yemekler yenilir, kahveler içilir ve terâvih namazının ardından konakta hoş bir sohbet tüter.
Sultan Abdulazîz konaktan ayrılmak için emir verdiğinde Zeynep Hanım başını incili bir kreple örterek sultanın huzuruna elinde altın bir tepsi ile çıkar. İçinde mücevherâtı, incisi, altını, gayrimenkullerinin tapuları yer almaktadır. Zeynep Hanım, pâdişâhın, diş kirası olarak kendisinin tüm mal varlığını kabûl etmesini ister. 
 
Ramazanın “Diş Kirâsı”
Zeynep Sultan ve Yusuf Kâmil Paşa
 
Bu manzara karşısında konakta bulunanlar nefes almadan hünkârın ne diyeceğini beklemektedir.
Sultan Abdulazîz kendisini en iyi şekilde ağırlayan bu aileden ziyâdesiyle hoşnuttur. Pâdişâh, Zeynep Hanım’a güler bir yüzle “Kabûl ettim hanımefendi, ben de bu değerli hediyeleri size hibe ve iade ediyorum” diyerek tepsiye kendi göğsündeki “Şefkat Nişanı”nı da koyar ve geri verir.
Böylesi müthiş bir geleneği canlandırmanın şimdi tam zamanı.
Zeynep Hanım kadar zengin olanların ülkemizde azınlıkta olduğunun hepimiz farkındayız. Ama hediye vermek için de koca bir servete sahip olmaya gerek yok.
İftar soframıza icâbet eden çocukların kalplerini kazanmaya bakalım. Onlara ufacık dahi olsa hediye vererek gönüllerini kazanalım.
Kimimiz mendil alır kimimiz oyuncak…
Bir mendil ya da bir oyuncak hediye ederek aslında biz, koca bir geleceği kazanacağız!
.....
NOT: Ramazanın eski tadını arayanlar için Tolga Uslubaş’ın hazırladığı “Böyleydi Osmanlının Ramazanı” ile Osman Doğan ve Soner Demirsoy’un hazırladığı “Nerede o eski ramazanlar” kitaplarını tavsiye ederim.
 
hasanerenulu@gmail.com
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.