Düdüklü tencere

A -
A +
Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün Elazığ ve Malatya ziyaretlerindeki meydan konuşmalarında söylediği “Cumhurbaşkanlığı sistemi meselesi basit bir tercihin veya şahsi bir ihtirasın ürünü değildir. Bunun arkasında yüzlerce yıllık bir birikim, çekilmiş acılar, yaşanmış tecrübeler var. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’nin son çeyrek yüzyılı dahi bu ihtiyacı tüm açıklığıyla göstermeye yetecektir” cümlesi değişiklik tartışmalarına son verecek, anahtar bir cümledir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve bürokratik mirası üzerinde kurulan cumhuriyetçi, laik ve modern esaslara göre yeni bir yapılanma kolay değildi.
Devletin boyutları küçültülmüş olsa da halk esas itibariyle aynı idi ve Osmanlı mirasının tümüyle reddedilmesi, geleneksel değerlere göre yaşamaya alışmış toplumun yeni sosyal ve idari yapıya adapte olması, Osmanlıdan devir aldığı maddi ve sosyal mirası terk etmesi kolay görünmüyordu.
Bu değişikliğin birtakım toplumsal sıkıntılara yol açması mukadderdi.
Toplumun geçmişiyle temasını kesmenin yolu polisiye tedbirlerden çok sosyal ve idari yönetim tarzında tedbirler gerekiyordu.
Mesela İsmet İnönü hatıratında, Harf Devriminin amacının okuma yazmanın yaygınlaştırılması değil yeni nesillerin geçmişe kapılarını kapatmak olduğunu vurgulayarak “Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillerin Arap-İslam dünyası ile bağlarını koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik” diyordu. (İ. İnönü. Hatıralar. C.2, S. 223)
Modernleşme ve Batılılaşma yolundaki Türkiye'de hem sosyal hem idari olarak halka rağmen halk için yapılan bir medeniyet ithali projesinin travmatik etkileri olması kaçınılmazdı.
Huntington’a göre Türkiye’yi bir ayağı Asya’da bir ayağı Avrupa’da, kafası karışık “kararsız” bir ülke durumuna getiren bu değişimin sancılarını önlemenin yolu mirası ile kültürü ile kurumlarıyla geçmişi reddetmek değil değişimi kendi gelenekleriyle, kurumlarıyla kendi değerlerine dayanarak kendi elleriyle halka yaptırmaktı.
Böylece kendi halkı tarafında demokratik yollar içinde yapılacak değişimler için her değişimin, her kurumun başına bir “vesayet bekçisi” koyma gereği de duyulmayacaktı.
Nitekim son bir asırlık yaşadığımız demokrasi tecrübemiz parlamenter sistemi meclis dışı saldırılardan korumakla değil meclisin sapmalarına karşı sistemi korumak adına vesayet kurumlarının meclisi hizaya getirme teşebbüslerini izlemekle geçti.
Geçmişteki darbe ve muhtarların özeti millet iradesi dediğimiz parlamento ile onu terbiye ile sorumlu asker-sivil bürokrasi, yargı, medya ve akademik dünyadan ibaret vesayet kurumları arasındaki mücadeleden ibarettir. 
Tıpkı altındaki ateşi diri tutmak için sürekli karıştırılan bu sistem Türkiye’de demokratik sistemi her on senede bir patlayan düdüklü bir tencereye çevirdi. Kaç nesil hep zemin katın inşasıyla uğraştık üst katlara bir türlü çıkamadık.
Onun için Cumhurbaşkanlığı sistemindeki değişim meselesi basit bir tercihin veya şahsi bir ihtirasın ürünü değildir.
Arkasında yüzlerce yıllık bir birikim, çekilmiş acılar ve yaşanmış tecrübeler var.
Hiç uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’nin son çeyrek yüzyılı dahi bu ihtiyacı tüm açıklığıyla göstermeye yetecektir.
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.