ŞİİR GİBİ ŞEHİR NISF-I CİHAN Isfahan

A -
A +
Isfahan, İran'ın üçüncü büyük şehri, nüfusu 2 milyon civarında. Adım başı tarihi eser, mazisi taaa Medler'e uzanıyor. 
Araplar ve Türkler (ki Tuğrul Bey döneminde Selçukluların başkentidir) şehre çok şey katıyor. Ecdadımız Zağros Dağları'ndan kopup gelen Zayende-Rud'un kenarına ilişen beldeyi çok seviyor. Zikrolunan nehir maşallah Nil gibi, geçtiği yerde sahrayı yeşile boyuyor. 
Isfahan'ın nüfusu artsa da düzeni bozulmuyor. Yollar cetvel gibi, köprüler gerdanlığı andırıyor. Kütüphaneler, medreseler, kervansaraylar...  Kubbeler yerinde duruyor, 
Şehrin en alımlı eseri, Melik Şah tarafından yaptırılan Mescid-i Cuma. Akustiği öylesine mükemmel ki tespih çekseniz kubbede çınlıyor. 
Ancak Moğol çapulcuları Isfahan'a acımıyor. Bir süre metruk kalıyor. Pervazlar örümcekleniyor, bacalarına baykuşlar yerleşiyor... 
15. yy.da Timur Hanın çocukları, İran'a hükmediyor. Ülke ilim ve sanatta zirve oluyor. 
Zaten İran'da çok emeğimiz var, şehirleri dedelerimiz imar ediyor. Hoş asırlarca Türk hanedanlar tarafından yönetiliyor.
Çaldıranda Yavuz'a yenilen Safeviler artık Tebriz'i emin bulmuyor, başşehirlerini Anadolu'dan uzağa kurmak istiyorlar. O günlerde henüz Tahran yok. Belki 20 fersah (fersah bir günlük yol) aşağıya inip Isfahan'ı merkez ediniyorlar. Şehir bilhassa Şah Abbas (Şah İsmail'in torunu olur) döneminde büyüyor, gelişiyor. 
1722'de Peştunların eline geçiyor, savaş yıllarında ihmal ediliyor. Yıllar sonra Şah Rıza Pehlevi tarafından derlenip toparlanıyor. 
Eğer bir Isfahanlıya "sahi Isfahan, denildiği gibi nısf-ı cihan mıdır" (yeryüzünün yarısı mıdır?) diye sorarsanız alacağınız cevap şu olacaktır "hayır, külli cihan!" 
Aynı soruyu bir Azeri'ye sorarsanız "Evet ama diyecektir, Tebriz'den sonra!"
Şah Abbas'ın emriyle yaptırılan Nakş-ı Cihan dünyanın en büyük meydanı. Çin'deki Tiananmen Meydanı ile at başı gidiyor. 
Ortada deniz gibi bir havuz, parklar, tarhlar... Çoluk çocuk piknik yapıyorlar. Bir zamanlar çevgan oynanan alanda şimdi faytonlar geziniyor. 
Meydanı dört yandan kuşatan Bozorg Pazar'da (Kapalı Çarşı) şekerciler, semaverciler, kuyumcular, bezzazlar sıralanıyor.
İranlılar el sanatlarına (honar) pek meraklılar, halı dokumadaki maharetleri cümlenin malumu, hatemkari denilen bir usulle renkli çubukları üst üste diziyor şirin mücevher kutuları yapıyorlar. Kalem-zenî ustaları maden üzerine resim çiziyor. Sedef kakanlar, maket yapanlar, mine, mine, mine... Çinileri bizimkilerden daha özenli, hem zarif, hem de zar gibi ince. 
İmam Camisinin turkuaz kubbesi şehrin her yanından görülüyor. Kapısı diyeyim otuz metre, kubbe herhalde elliyi de geçiyor. Söylenenlere göre inşasında 18 milyon tuğla ve yarım milyon çini levha kullanılmış. 
Şeyh Lütfullah Camisi (Kadınlar Mescidi) onun kadar azametli değil ama sanki daha müzeyyen. Sanat tarihçiler etrafında dönüyor.  
Âli Gapu (Bab-ı âli) ustasının maharetini gösterdiği bir saray. Büyük kapıyı geçince girdiğiniz kubbe altı mühendisleri şaşırtıyor. Bir köşeye çekilip fısıldayın, çaprazınızdaki sizi net bir şekilde duyuyor. İşin enteresan yanı diğer çaprazı da bir başka çift kullanabiliyor, sesler birbirine karışmıyor. 
"Mübarek Nakş-ı Cihan Devlethanesi" adıyla anılan bu bina çok katlı ve iskeleti ahşap. 18 zarif sütun üzerinde yükselen terası meydana hakim. Hatta bütün şehir ayağınızın altına yayılıyor.
Bir az ötede bir saray daha... Yine Şah Abbas tarafından yaptırılmış.  Adı Çehel Sütun (Kırk sütun). Aslında 20 ağaç sütun üstünde duruyor. Önündeki havuza da 20 sütun aksediyor. Sayıyorsunuz 40 çıkıyor.  
İranlıların aslan muhabbeti malum, her döndüğünüz köşede karşınıza heykeli çıkıyor. 
Meğer Şah Abbas Venedik'ten bir gemi dolusu ayna sipariş vermiş. Yolda bir dalga, bir fırtına...
Aynalar kırılmış sırça olmuş. Ustalar atmaya kıyamamış, kubbeyi bezemişler onlarla. Ve aynakâri adlı sanat çıkmış ortaya...

Ya Resulallah
Çi bâşed çün...
Isfahan eskiden beri şehir, Isfahanlı nicedir şehirli. Ben hacca gelen İranlılardan tırsmıştım, burada hafifçe dokunan özür diliyor. Gençler parklarda oturup kitap okuyor, şiir yazıyorlar. Farisi gibi bir lisanı olan şair olmasın da n'apsın? Ne söyleseler kulak okşuyor.
Romantik kelimeler bir yana; düşünün mutfak lavabosuna bile, "destşuyi aşpezhane" trafik lambasına "çerağ-i râhmenâyi" itfaiyeciye "ateş nişan" deniyorsa... 
Saray yakınlarında bir çayhanede soluklanıyoruz. Bildiğiniz şark kahvesi, şunu da itiraf etmeliyim çay demlemeyi biliyorlar.  
Ocakçıya "kaçak mı?" diye soruyorum. Yüzüme boş boş bakıyor "niye kaçak olsun ki?" 
Ah nasıl da akıl edemedim, o çay Türkiye'ye sokulunca "kaçak" oluyordu di mi ya...
Hırs gözlerini kör etmemiş, şehri betonla kuşatmamışlar. Birçok seyyahın da hatıratını karıştırdım şehri görenler adeta büyüleniyor. 
Sultanlar, melikler ve hayırsever banular paralarını hayra harcamışlar. Şehrin gerdanlığı tartışmasız Allahverdi Han köprüsü. Acemler ona "Sie se pol" (33 gözlü) diyorlar.
Hacı köprüsü, bir Timur devri eseri, deve kervanları bunu kullanırlarmış zamanında. Köprünün seyir terasları ise ozanları ağırlarmış. Günümüzde de ihtiyarlar sekilere çöküp karşılıklı beyit atıyorlar, Mevlana hazretlerini bizden iyi tanıyor Mesnevi'den beyitler okuyabiliyorlar...
Bir başka gelenek zorhaneler. Bunlar bir nevi idman evi, pehlivanlar lobutlarla gösteri yapıyor, kubbeyi salavatlarla çınlatıyorlar. Sadi Şirazi'den, Firdevsi'den dörtlükler okuyorlar.   

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.