Kastamonulunun eli, Zimbabve'ye bile yetişir

A -
A +
'Bir elin nesi var' demeyin, eğer siz o eli taşın altına koyup öne düşerseniz peşinizden gelen çok oluyor. Zimbabve Şeyh Şaban-ı Veli Camii geçen sene hayaldi, şimdi müminleri kucaklıyor...
Halit Bitkin doğma büyüme Kastamonulu ve her Kastamonulu gibi Şeyh Şaban-ı Veli hazretlerine büyük bir muhabbet besliyor. Sıkıldıkça büyük velinin camisine geliyor, ferahlayıp çıkıyor. "Ya Rabbi dostlarının yüzü suyu hürmetine" diye başladığı duaların kabul olduğuna inanıyor.
Halit Bey Deniz Feneri Derneğinin faaliyetlerini eskiden beri izleyip takdir ediyor, malum medyanın infaz kampanyasına çok üzülüyor, gidip bizzat vazife istiyor ve Kastamonu temsilciliğini üstleniyor.
Küçük bir şehirde hayır cemiyet mensubu olmak kolay değil. Ağır bir yükün altına giriyor. Artık dullar, yetimler, okuyan çocuğuna harçlık gönderemeyenler, bakkal borcu birikenler ve hatta tüpü bitenler onu arıyor. Telefonu gece yarılarına kadar susmuyor. Elinden geldiğince dostları ahbapları dolanıyor, onlardan aldığını fukaralara aktarıyor. Makbuzlar, banka kayıtları, aldım imzaları, parmak basanlar... Bütün bunların dosyalanması bile mesai alıyor. Veren el ile alan el arasında köprü olurken unutulmaz hatıralar yaşıyor. Güldüğü günler de oluyor, ağladığı günler de oluyor, hayatı mana kazanıyor.
DERT BİR DEĞİL Kİ!
 Malum Deniz Feneri 33 ülkede kurban kesen bir dernek. Halit Bey geçtiğimiz yıl organizasyona katılmak istiyor. Bakalım İslam coğrafyası ne âlemde, uzak ülkelerdeki kardeşlerimiz nasıl yaşıyor.
Gönlünde Balkanlar ya da Türkistan yatıyor, okuduğu tarih kitaplarından olacak Yemen'e karşı da ilgi duyuyor. Lakin ona, "Sen Zimbabve'ye gideceksin" diyorlar. Ülke hakkında hiçbir fikri yok, açıp haritayı yerini arıyor.
Bunda da bir hayır vardır deyip yola çıkıyor, ilk gidiş kolay değil tabii, kimseyi tanımıyorsun, insanlar apayrı bir lisandan konuşuyor. Yemeleri içmeleri değişik, trafik bile tersinden akıyor.
Zimbabve, Müslümanların garip kaldığı bir ülke, sayıları az, ellerinden tutan da bulunmuyor. Ortalıkta dişe dokunur bir cami yok, kardeşlerimiz namazlarını çalı çırpıyla çevirdikleri mescitlerde kılıyor.
Avrupalılar Zimbabve'nin iliğini kemiğini sömürmüş, altınını elmasını götürmüşler. Bu arada halkı Hıristiyanlaştırmış ve devasa kiliseler bina etmişler. Kovulmalarına rağmen ellerini eteklerini çekmiyorlar, ortalık misyonerden geçilmiyor.
Müslümanlar sahipsiz, mescitlerini kendileri yapmaya çalışıyorlar, olmuyor. Din adamlarına maaş veremiyorlar, çocuklar okuyamıyor.
Halit Bitkin çok müteessir oluyor, uykuları dağıtıyor. Bu insanlar için bir şeyler yapmalı. İstişare ettikleri Müslümanların hakikaten mahrum olduğu Dzimbunu bölgesini gösteriyor. Evler eve benzemiyor üst baş perişan, sofralarında ıslanmış mısır unundan başka bir şey bulunmuyor.

SU TOPRAK ALTINDA
 Su hayat demektir, garipler ağır kovalar altında hayat tüketiyor. Dile kolay 5 km yürüyor, içinde ne olduğu bilinmeyen bulanık sıvıyı yüklenip geliyorlar. Çamaşırlarını onunla yıkıyor, abdestlerini ununla alıyor ve mini mini bebelere onu içiriyorlar.
Peki kuyu kazılsa, tulumba vurulsa?
Olur da kim yapacak? Bir kuyunun maliyeti 5 bin dolar. Köylü o parayı nereden bulacak?
Halit Bitkin soyadının inadına bitkin düşmüyor. O hızla Kastamonu'ya dönüyor, eşe dosta derdini açıyor. Hemşerileri o Kastamonululara has rahatlıkla "düzeli be" diyorlar, "takma kafana!" Nitekim bir değil 7 kuyu parası veriyorlar ona. Mesela hayırsever evlatları babaları Hacı Cemal Yüksel hayrına bir kuyu üstleniyor. Şerbet gibi tatlı serin sular akmaya başlıyor. Etraftaki Hıristiyanlar da kovalarını alıp cami avlusuna geliyor, bayrağımız ile karşılaşıyorlar.  
Halit Bey, Şeyh Şaban-ı Veli Camii için kimin kapısını çalsa boş çıkmıyor. Mimarlar meccanen projesini çiziyor, işadamları ellerini ceplerine atıyor. Düşünün çocuklar bile mektep harçlıklarını getirip "bir tuğlam olsun" diyor. Bu arada hatırlatalım o göz okşayan cami sadece 30 bin dolara mal oluyor.
Anadolu'da olsa çakarsın çıkarsın ama Zimbabve'de işler o kadar da kolay yürümüyor. Bürokrasi ağır, inşaat ruhsatı bile zaman alıyor. 
Batılı ajanslardan okursan... 
Zimbabve Devlet Başkanı Mugabe 2002 yılında İngilizlere kapıyı göstermiş. Elin Britanyalısı "Peki madem istemiyorsanız gideriz" der mi? Londra, BM'deki gücünü kullanıp bir ambargo başlatıyor. Fabrikalar duruyor, işsizlik yükseliyor, enflasyon yüzde milyona varıyor, 11 sıfırlı banknotlar bile metelik etmiyor. Ve korkulan oluyor, Zimbabve parası tedavülden kalkıyor. Hayat çok pahalı düşünün tarım ülkesi ama salatalık dahi tane ile satılıyor (beheri bir dolar).
İngilizler aynen rahmetli İdi Amin'e yaptıklarını yapıyor, Mugabe'yi gözden düşürmek için sinsice çalışıyorlar. Ama Zimbabve halkı kültürlü, okuyor, görüyor, oyuna gelmiyor.
Başkan Mugabe Müslümanlara karşı çok hoşgörülü, "Bunların sayısı ne ki" demiyor her mezbahada İslamî usullerle kesim yapabilecek ehil bir kasap istihdam ediyor.

SABAH AKŞAM SALSA
Yetimhanedeki çocuklar sabah akşam kaynamış mısır unu yiyor. Salsa adını verdikleri o yemeği yemek pek keyifli olmasa da uzun süre tok tutuyor.


HİÇ YETİM BAŞI OKŞADINIZ MI?
 Anadolu'da anlatılır; adamın biri eline sıvaşan balçığı geçerken bir yetimin saçına sürüveriyor. Çocuk başı okşandı sanıyor, mutlu oluyor, öyle dualar ediyor ki adamın işleri rast gidiyor.
Zimbabve'de bizi üç yetimhaneye götürüyorlar. Bunlardan biri Norton şehrinde hacı Naim isimli bir hayır sahibi yaptırmış. 43 talebesi var, garipler hem dinlerini öğreniyor hem de okula gidiyorlar.
Ortada bir briket mescit, etrafında eğreti barakalar. Akşam yemeğine rast geliyoruz, kazanda kaynayan suya mısır unu atıyor, inşaat küreği ile çeviriyorlar. Bu karışımın adı "salsa" lapa kıvamına gelince ocaktan indiriyor, teneke sahanlarla önlerine konuyor.
Yemesi pek keyifli olmasa da, su içince şişiyor uzun süre tok tutuyor. Gelişmekte olan bir çocuk için protein, vitamin, karbonhidrat da gerekli... Evet bunu onlar da biliyor.
O gün çocukları neşeli gördük. Meğer su içmek için bardakları yokmuş, Şeyh Adem 15-20 plastik maşrapa getirmiş de ona seviniyormuşlar.
Yetimler babalarının niçin vefat ettiğini bilmiyorlar. Ülkede AİDS yaygın, sebep o olabilir mi acaba? Olabilir diyorlar, talebeler içinde de HİV pozitif olanlar var, çünkü bazıları çok dermansız, sebepsiz yere burunları kanıyor.  Ömrü Allah bilir ama hekimler iç açıcı şeyler söylemiyor.
AIDS deyince aklınıza ahlak dışı şeyler gelmesin, Zimbabveliler Batılıların virüsü medikal yollarla yaydıklarına inanıyorlar. Çünkü Afrika'yı Afrikalılardan arındırmanın iki yolu var: Ya hastalık yayacaksın ya da savaş çıkaracaksın. Fransa'nın Hutu - Tutsi fitnesini nasıl kaşıdığını biliyoruz. Peki hastalık yayacak kadar adileşebilirler mi? Bilmiyoruz ama Ebola virüsünün laboratuvarda üretildiği de vakıa...

HERKESİN HARCI DEĞİL
 Ve bir başka yetimhaneye gidiyoruz. Bizi Zeyneb adlı bir kadıncağız karşılıyor. Rahmetli babası Şeyh İbrahim evinin avlusunda bir medrese açmış çocuk okutuyormuş zamanında. Vefat edince kapıyı kapamamış, hizmeti deruhte etmeye çalışıyor bir başına. Aslında kadın terzisi ama dikişten kazandığı kendine yetiyor anca. Medresede kalan yetimlerin okul ücretlerini ödeyemediği için (eğitim paralı zira) çocuklar İngilizce öğrenemiyor. Bu ülkede İngilizce bilmeyenin hiç şansı yok, bir yere gelemiyor.
Yetimlerin iyi kötü bir barakaları var ama sıcaklığın 6-7 dereceye düştüğü Haziran ayında çaresizlikle titreşiyorlar. Yemekleri yine mısır lapası, etliyi sütlüyü rüyalarında bile göremiyorlar. 'Son defa ne zaman meyve yediniz?' diye sormaya korkuyorum, hiç tatlı tattılar mı acaba?
Halit Bitkin "Daha düne kadar bu çocuklardan haberimiz yoktu" diyor "ama şimdi var. Bugün itibarı ile vebal sahibiyiz bir şeyler yapmalıyız mutlaka!.."
Eminim yapacak, Kastamonuluları bilirim, onu yalnız bırakmazlar yolda...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.