Satmayı biliyorlar

A -
A +

Ne tarih, ne iklim, ne mutfak... Londra İstanbul ile kıyaslanabilecek bir şehir değil ama bizden fazla turist ağırlıyor. 

Çınn. O da ne? THY’den mesaj... “31 Aralık’a kadar biriken mil puanlarınızı kullanın, yoksa…”
-Yoksa ne?
-Bir kısmı yanar.
Meğer bayağı bi puanım varmış, bedava bilet alabiliyor muşum onunla.
Eh gidelim gezelim madem. Yumuyorum gözümü, basıyorum parmağımı haritaya: Aaa Londra!
Olabilir mi? Neden olmasın.
Neyse vuruyoruz yola. İstanbul’dan, doooru Gatwick Havaalanına. Adını ilk defa duyuyorum, meğer Heatrow’dan başka beş havaalanı daha varmış Londra’da. Bunlar Yeşilköy’ün Sabuha versiyonları, daha bi vicdansız, iyice kuytuda.
İniyorsunuz, tren kapıda. Demek bir yurt demir ağlarla böyle örülüyormuş baştan başa... Gelgelelim fiyatlar uçuk, sanki hızlı trenden bilet alıyoruz Konya’ya.  
Neyse seyrede seyrede ilerliyoruz, kırmızı tuğlalı kır evleri, at çiftlikleri, duvarları sarmaşıklı şatolar. Yer çim, gök yaprak, gözümüz yeşile doyuyor. 
Londra İstanbul kadar kalabalık değil anlaşılan. (Öyleymiş hepi topu 8 milyon civarında.) Ve son durak diyorlar “Viktorya!”
Çıkıyor ve şehrin kalabalığına karışıyoruz. Tuhaf! Arabı, Afganı, Acemi, Hintlisi... Esmerler boy gösteriyor sokaklarında.
İyi de pipolu, şemsiyeli, ekose ceketli İngilizler nerede ikamet ediyor acaba?
Her yeni şaşkın gibi benim de gözüme ilk çarpan iki katlı otobüsler oluyor. Black Cap dedikleri külüstür taksiler fır dolanıyor ortalıkta.
Her köşe başında kralıyet armalı telefon kulübeleri. Bu devirde kim gider de jeton atar kutuya? Hâlâ tıngır mıngır numara çeviren kaldı mı ya? Bunlar sadece gerilim filmlerinde işe yarar, “Bak sör, yarım saat içinde fidyeyi yollamazsan...”
Yeri gelmişken söyleyelim Londra’da 14 kişiye bir kamera düşüyor, adamlar cepheden profilden çekip duruyor, haberiniz ola.
MİŞLİ GEÇMİŞ ZAMANLAR
Efendim Londra 2 bin yıllık bir şehir. Evet Avrupa ölçeğinde eski sayılabilir ama Anadolu için “daa güccük” diyebiliriz ona. Düşünün Romalılar Londonium’u kurduklarında, Kastamonu 5 bin yaşında.
Şehrin ortasından Thames geçiyor. Hayır kast ettiğim o eski kamyonlar değil, koca bir nehir. Sıkı da akıyor  yatağını zorluyor.
Kıyısında Kral William’dan kalma (1078) kaleyi görüyoruz (Tower of London) burası esas Londraymış zamanında. Saray, kışla, cephane, mapushane, ahır, ambar, darphane, mahkeme, infaz mahali artık ne geliyorsa aklınıza.
Bizim Parlamento Binası diye tanıdığımız Palace of Westminster’ın ise 150 yıllık bir mazisi var. Gelgelelim yüz merdiveni, 1100 odası ve 13 tonluk çanı ile (Big Ben) daha fazla alaka topluyor. Bu arada dünyanın en büyük (135 m) ve en pahalı (70 YTL) dönme dolabı (London eye) arz-ı endam ediyor nehrin yanıbaşında.
Biz bir Hyde parkı biliriz, meğer onlardan çok varmış Londra’da. Ata biniyor, köpek gezdiriyor, bıkıp usanmadan koşuyorlar. Hele bir güneş açsın, soyunan çimlere yatıyor.
Gülhane ve Emirgan kadar zengin değil ama çok daha büyük, tabiri caizse devasa. 
Eskiden bize İngiltere özgürlük ülkesi derlerdi, hatta Kraliçeye bile sövebiliyorlarmış Hyde Park’ta. Evet öyle bir köşe var (Speakers Corner) ve insanların gazı alınıyor ustalıkla. 
Ulen bizim memleket baştanbaşa speakers corner, gözünü yuman saydırıyor devlet adamlarına.
Ağaçlar sincap dolu, eğer onlarla paylaşacak çereziniz varsa bir anda etrafınızı sarıyor dokunabileceğiniz kadar yaklaşıyorlar. Akşamları tilkiler de iniyormuş parklara. 
METRO DEĞİL ÇAPRAZ BULMACA
Londralılar metroya kestirmeden “tube” diyorlar, sistemin 274 istasyonı var ve dolup dolup boşalıyor. Hele pik saatlerinde (sabah - akşam) omuz omuzu sökmüyor. Bizim bindiğimiz vagonlar orta halliydi ama bazıları çok daha eski ve hayli darmış. Olsun 1860’da yapmışlar, iş görüyor hâlâ.
Bu arada metro ucuz değil. Dört kişi 5 durak gittik 20 paund (yaklaşık 90 lira) verdik, limusin tutsak bu kadar olurdu anca.
İngilizler sabahın seherinde tüplere düşüyor, akşam çıkıyorlar publara. İçiyor içiyor içiyor, gidip eve sızıyorlar. Ertesi gün yine metro, yine mesai, gene bira. Robota bağlamışlar âdeta.
Publar full hatta taşıyor sokaklara, ATM ve telefon kulübelerindeki idrar kokusuna bakarsanız rahatça işenebiliyor sağa sola.
Tarihî eserleri koruyup kollamış, yeni yapılan binaları da Viktorya dönemine uydurmuşlar. Hal böyle olunca karakterli bir şehir çıkıyor karşınıza. Ah şu İstanbul’a bir kıymasaymışız var ya...
SAHTE AMA GÖZ OKŞUYOR
Aslında mimarileri orijinal değil. 2. Cihan harbinde Almanlar Londra’nın % 90’ını yıktılar zira. En eskisi 1945’te yapılmış olabilir. Daha evvel yangın yeri gibiydi baştan başa. 
Yiyecek no problem, büfelerin kahir ekserini bizimkiler işletiyor zira. Helal mührünü görüp rahatlıyorsun, “ne veriym abime kebap, felafel, şavurma…”
İngilizlerin fukara mutfaklarında bir tek “fish&chips” var, başka bir şey arama.
Eskiler asacaklarsa İngiliz sicimi ile assınlar derlerdi. Şimdi caddeler Amerikalı markaların tasallutunda. Dikkat ettim ne alırsanız bizimle aynı rakama. Şu kadar ki, biz lira veriyoruz, onlar paund sayıyor. Herşeyi alabilirsiniz, eğer 4.3 misli fazla ödemek rahatsız etmiyorsa.
Londra turizmden iyi kazanan bir şehir, oteller el yakıyor bu arada. Kışın ev pansiyon bulma şansınız var ama en paçoz odanın haftalığı İstanbul’da yalı kirasına. 
Eh ortalıkta vızır vızır dolanan Rolls Royce’ler, Bentley’ler neyle dönecek di mi ama?
MAKSAT TERSLİK OLSUN
İngilizlerin fiş uçlarından, pencere kollarına herşeyleri ters. Uzunluk ölçülerinden tutun da ağırlığa... Caddeye adım attın mı “look right” yazıyor. Bak sağına!
Trafikle ilgilenecek yerde makyaj tazeleyen teyzeyi görünce panikliyorsun, haa diyorsun direksiyon sağdaydı dimi ama. Arabanın sol ön koltuğunda uyuklayan misafirler ayınca debriyaj vites arıyorlar telaşla.
Bir kısmı da kendini spora vermiş. İşe bisikletle gidip geliyorlar mesela.
Bisikletliler mutlaka kask takıyor, sırtlarına fosforlu bir yağmurluk alıp, flaşör asıyorlar seleye gidona. Diyelim kırmızı ışıkta durdunuz altınızda iyi kötü bir araba, elin oğlu pedala bir yükleniyor, fark atıyor anında. Bacaklar belim gibi, içlerinden birini tut, yolla gitsin olimpiyatlara.
Bizden daha uzun ve daha atletikler. Demek ki neymiş? Çalışınca oluyor.
Efendim bütün İngiltere Kraliçenin malıymış. Elinizdeki tapular o mülke sahip olduğunuzu göstermiyormuş aslında, muvakkat bir kullanma hakkı veriyormuş sana. Bunu dikkate alan yok tabii yüz yıl sonra kim öle kim kala…
Peki Kraliçe seviliyor mu? Orasını bilemem de sayılıyor. Öyle ya, saraydan çıkışı bile bu kadar kalabalık topluyorsa...
Müzeler beleş, girsin çocuklar ilham alsınlar. İyi de İngiltere denen ada parçasından ne gibi bir medeniyet geçti acaba? Sergilenen parçaların tamamı araklama. Bunun da bahanesini bulmuşlar “bak biz koruduk duruyor” diyorlar, “Irak’takiler yağma edildi kaşla göz arasında.”
ÇAL ÇIRP SERGİLE
İyi de o yağmacılar kim? Asur tabletlerini British Museum’da görürüz birkaç yıl sonra. Hem kollarım kollamam, sana ne benim malımdan? 
Mısır Kayıtbay Camiinin minberini yekpare söküp Victoria Albert Müzesine koymuşlar. Peki ben de Big Ben’in saatını çalsam, götürsem İstanbul’a?
Tabii boşa konuşuyoruz, adamlar pişkin, hırsızlık “kazanılmış hak” gibi görülüyor burada.
Evet Londra’da yaşayan Müslüman’a Hindu’ya ses çıkarmadıkları vakıa. Adamın ülkesini yiyorsun zaten, bırak mayışsın, nasırına basıp da uyandırma.
Sadece Shell ile BP Türkiye ihracatını 5’e katlıyor. Adam hortumu takmış, Ortadoğu’yu sağıyor da sağıyor. Çarşıda birkaç çarşaflı keyfiyeli dolanıyormuş. 
Amaaan kimin umurunda?

Satmayı biliyorlar

Satmayı biliyorlar

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.