Kalkınmaya kalkışmadık ama...

A -
A +

Osmanlı Sanayi Devrimini yakalayamadı, geri kaldık bu hususta. Peki yakalayanlar ne kazandı ne kaybetti? Ödedikleri bedele değdi mi acaba? 

Ah o bir türlü ulaşamadığımız “muasır medeniyetler seviyesi” ah. Hayallerimizdeki memleket, sanayi bölgesi gibiydi âdeta. Resim derslerinde testere dişi gibi çatılar çizer, uzun uzun bacalar yakıştırırdık yanına. Sonra kıvır kıvır dumanlar eklerdik, göğü kararanın istikbali aydınlık olacaktı güya.
Muallimanım “İngiltere, Almanya, Fransa sanayii devrimini gerçekleştirirken Osmanlı neredeydi ha neredeydi” diye sorardı öfkeden titreyen bir ses tonuyla.
Yaa ben nerden bileyim örtmenim, hem niye parmak sallıyorsun el kadar çocuğa?
Şimdi bakıyoruz da sanayi deyince Çin geliyor akla, Hindistan, Kore, Tayvan, Brezilya...
Avrupalı finans, turizm, takı, moda gibi temiz işlere bakıyor. Öyle ya malı koladan, kolonyadan götürebiliyorsan ne gerek var ise pise dumana. Hele madenmiş, metalmiş, kimyaymış aman aman uzak dura! Ver patentini sefiller oyalansın. Batılıya göre Bangladeşli, Pakistanlı, Vietnamlı ölse de bir, kalsa da!  
Evet Osmanlı Sanayi devrimini kaçırdı kaçırmasına da yakalayanlar bahtiyar oldular mı acaba? Şöyle iki asır evveline gidelim. 
İngiltere’ye bakalım mesela.
ESKİ KÖYE YENİ ÂDET
 Buhar makinesi sıradan bir keşif değildir imalat mantığını altüst eder bir anda. Bir kazan, iki silindir kırk adamın yaptığını yapar. Yemek istemez, üst baş istemez, ev bark istemez. Salla kömürü külhana, of demeden çalışsın üç vardiya.  
İngiltere Asya’nın Afrika’nın altınını aparmış kaçırmıştır. Sermaye vardır fazlasıyla. Telefon, telgraf, tayyare derken haberleşme de kolaylaşır. Demir yolları, deniz yolları mesafeleri daraltır, dünya pazar olur baştan başa.
Üretim hızlanınca mal bollaşır, rekabet artar, mahalli sanatkârın zerre miskal şansı kalmaz. Tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar da çifti çubuğu bırakıp şehirlere akar. Hâlbuki altyapı hazır değildir, ne temiz su yeter, ne yemek, ne hava.
Fabrika sahipleri işçilerin atölyelerden uzaklaşmasını istemez, tesisin civarına barakadan barınaklar kurar, elemanı ellerinin altında tutarlar. Koğuşlara tıkılan sefiller bit nakli yapar, sari hastalıklar hızla yayılır, cesetler çöp arabaları ile toplanıp atılır sahraya.
Bu defa çocuklar itilir bantlara. Doğrusu daha az problem çıkarır ve daha küçük ücretlere razı olurlar. 16 saat ter döken bir tıfıl “onda bir” yevmiyeye “he” der mesela. Zavallılar izbelerde çürür çiklet, gofret uğruna.
Kapitalistler kadınları ise feministler eliyle kullanır, erkeklerle eşit olacağını sanan zavallılar tulum giyer, kazmaya küreğe sarılırlar.  
Öyle ya da böyle Avrupa bütün dış pazarları ele geçirir, âdeta para basar. Çevre diye bir dertleri yoktur, bacalar is, kanallar zift kusar. Mavi gökyüzü hayaldir artık, nehirler pis kokar.
Kirlenen sadece tabiat olsa iyi. Fuhuş, uyuşturucu, kumar da yayılır, değer yargıları değişmeye başlar. İşte materyalistler, inkarcılar bu bataklıkta yetişir. Marks, Engels, Darwin sistemin ürünüdür bir bakıma.
DERT BİR DEĞİL
Tarım makineleşince insana ihtiyaç kalmaz, çiftçi azalır, mahsul artar. Gıda sanayi doğalın peşinde değildir, endüstriyel şeker (1802-Almanya) ve margarin (1869- Fransa) yeni yeni hastalıklara maya çalar.
Bir fabrika kasabaya girdi diyelim, önce cazip ücretler sunulur halka. Zamanla tesis büyür, sektör şekillenmeye başlar. Yeni imalatçılar ve yeni yeni işçiler derken iş ayağa düşer, hayat pahalanır, ücret karın doyurmaz. Çulsuzlar da yasa dışı işlere soyunurlar. 
Mesela Manchester, Lancashire ve Liverpool şaşırtıcı bir hızla büyür, şehir atölyeye döner baştan başa. Doklar, hangarlar, vagonlar. Ortalık arı kovanı gibi insan kaynar ama insanlık ölür bu arada. Aileler bölünür, boşanmalar artar, çocukların eğitimi aksar. Her şey paradır, baba öz evladını madenciye satar. Küçükler dar galerilere rahat girmekte, verimli çalışmaktadırlar zira.
Kalkınmaya kalkışmadık ama...

HANS’IN HATIRINA
Üretim üretim derken enerji ve hammadde ihtiyacı büyür. Uzak ülkelerdeki petrol havzaları ve maden yatakları iştah kabartmaya başlar. Eh para onlardadır, silah onlarda, gider gasp ederler icabında.
Batılının gözünü hırs bürümüştür, sömürünün devamı için ihtilaller yaptırır, çatışmalar çıkarır, kan döktürürler acımadan. Senin odun ocağın yanmış, çile çekmişsin, bizar olmuşsun, kimin umurunda?
Sömürü düzeninden en büyük payı alan Britanya üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk kurar. Ancak Alman’ı, İtalyan’ı, Japon’u da gözünü açmıştır, pastaya sulanırlar.
İşte 1. Cihan Harbi bu yüzden çıkar aslında.
Hâlbuki bizim rekabet edecek malımız yoktur. Sömürgecilik desen işimiz olmaz. İyi de harbe niye girdik o zaman?
Kayzerin paşa hatırına!
Yenilmek mi? Yok canım asla! Almanlar mağlup olduğu için mağlup sayılırız (!) o kadar.
Biz bize konuşursak Kut ül amare haricinde bir başarımız yoktur. Ne Süveyş, ne Filistin, ne Sarıkamış, ne Galiçya… Yetişmiş insan gücümüz ise şehit olur Çanakkale sırtlarında.

KASVET DEHŞET  

İrlandalılar, Rus ve Polonyalı Yahudiler derken Londra’nın nüfusu iyice artar. Hele Doğu yakasının çivisi çıkar. Hırsızlar ayyaşlar kol gezer, fahişeler köşe başlarını tutar. Bilhassa Whitechapel hiiç tekin sayılmaz, Karın Deşen Jak oralarda dolanmaktadır zira. Sherlock Holmes’lar, Hercule Poirot’lar, Arsen Lupen’ler nasıl çıktı sanıyorsunuz? Hem Agatha tüyler ürperten hikâyeleri nereden toplar?  

Kalkınmaya kalkışmadık ama...

İNSANLIK SİZLERE ÖMÜR

PARA PARA PARA

Bakın Charles Dickens, sanayi kenti Coketown’ı nasıl anlatıyor.        “Yıl 1845… Artık Coketown devasa fabrikaların ve yüksek bacaların kentidir, dumanlar yılan gibi kıvrıla kıvrıla dolanır karışırlar. Kömür karası kanallar, kötü kokan nehirler, gürültülü tezgâhlar ve (bu tasvire bittim) deli bir filin başını sallaması gibi sürekli inip kalkan pistonlar…”
Eskiden sadece bir ailenin oturduğu binaların her odasında bir aile kalmaktadır. Fahiş kiraları ödeyemeyenler yeni ortaklar alır mekâna.
Halkta bina yapacak ne vakit vardır, ne nakit. Bu yüzden yataklarını paylaşmak zorunda kalırlar. 1842’de Preston’da hane başına 5 kişi düşer. 1845’de ise 8 kişi “yatak” başına.
Playhouse Yard’daki merkezi barınakta 460 somya mevcuttur, 6681 kişi kalır nasıl oluyorsa. Evler salkım saçak insandır, tuvaletleri şey götürür âdeta.
FARELERLE KUCAK KUCAĞA
Manchester’da 50 bin kişi mahzenlerde yaşar, Liverpool desen ona keza. Londra’da nice insan yarın nerede yatacağını bilmeden uyanır sabaha.
Uyduruk malzemelerden sırt sırta yapılan evler plansızdır, sokaklar diz boyu necasettir, domuzlar yayılır sağda solda.
Nitekim burjuvalar kent merkezlerini amele takımına bırakıp kuytulara çekilirler. İşte Londra banliyölerinde karşılaşacağınız malikaneler o günlerden kalmadırlar.
Memurların yaşadığı sıra evler temizdir ama donuk bir grilik hakimdir havaya. Doğrusu sefil semtlerde hayat daha renklidir, sokak satıcıları, cambazlar, şamata, kahkaha…
Asiller sefaleti göremezler, çünkü geçtikleri yolların iki yanında dükkânlar sıralanır. Hemen arka sokak perişandır oysa, insanlar kapısız, penceresiz kulübelerde iç içedir hayvanlarla. Ve gün gelir sağlık meselesi dank eder kafalarına. Hastalıklı bir işçiden verim alınamaz biiir. Bu cılız nesilden asker de çıkmayacaktır ayrıca.

Kalkınmaya kalkışmadık ama...

BİG SMOKE!

Londra civarında (Fulham, Battersea, Bankside ve Kingston) termoelektrik santralleri vardır, bunlar gece gündüz kömür yakar, şehri dumana boğarlar. Sisi zaten meşhurdur, bir de havaya is katran karışınca şoförler önlerini göremez olur, ambulanslar kaplumbağa hızı ile yol alırlar. Sis delici diye adlandırılan akkor ışıkların kendine hayrı olmaz. Tabelaları görmek ne mümkün, trafik ışıkları bile işe yaramaz. İnsanlar evlerinin yolunu ayaklarını sürüyerek bulur, kör değneği yerine baston şemsiye kullanırlar. Tren hemzemin geçide yaklaştığında tüfek fişek atılır, insanlar raydan uzak dururlar. Takımlar sahaya çıkar, oynayamadan dağılırlar. Vahametin farkına ne zaman varırlar biliyor musunuz? 8 Aralık 1952 sabahı 4 bin insan kalkamayınca. Ölülerin sayısı bir anda 12 bine yükselir, 25 bin kişi de acillik olur kayıtlara bakılırsa.

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.