Taş devri masalmış Tarih dersi yalanmış

A -
A +

Bize mekteplerde ne anlatırlardı hatırlayın.
Çağlar ikiye ayrılır “Tarih öncesi” (prehistorya) ve Sümer yazısından sonrası…
Danimarkalı arkeolog C. J. Thopsen çalıştığı müzede eserleri kendine göre ayırır; “Bunu Tunç Çağı kolisine koyalım”, “Şunu Demir Çağı kutusuna...”  
Devrin tarihçileri bu basit tasnifi, pek bilimsel bulur, hadiseleri o gözle yorumlarlar. Taş devrini de paleolitik (çok eski), mezolitik (orta eski) ve neolitik (yeni eski) diye üçe ayırırlar. Hani kaba taş, yontma taş, cilalı taş diye anlatılırdı ya...
Bu arada evrimciler yaradılışı inkâr için malzeme arar, utanılacak sahtekârlıklara (Piltdown adamı gibi) tevessül eder, kafa bulandırırlar.
Yok balık karaya çıkmış da, yüzgeçleri kaybolmuş da, bacakları uzamış da...
Sonra gözleri renklenmiş, saçları eklenmiş bir sürü maval.
Öyle bir hakları var gibi ceddimizi orangutan sıfatlı çizerler dershane duvarlarına. İlk insanlar konuşmaktan acizdir, işaretle anlaşırlar. Bulduklarını yer, postlara sarınır, inlerde barınırlar. Dil, din, yazı bilmez, hesaptan kitaptan anlamazlar.

GEL GÖR Kİ...
Materyalist tarih telakkisine göre insan önce tarımı keşfeder. Sonra hayvan edinir, ahır, ambar, ev, bahçe derken mülkiyet mefhumu gelişir güya.
Emniyet içinde yaşamak için devlet kurar ve din fikri şekillenir insanların kafasında (haşa).
Yaradılışı, Âdem aleyhisselamı, semavi kitapları kabul etmemek için lafı dolaştırıp duruyorlar.  
İyi de 12 bin yıllık Göbeklitepe’de mimari tarzı olan mekânlar çıkıyor karşımıza. Şekilli sütunlar, stilize resimler, kesilmiş taşlar, örülmüş duvarlar.  
Materyalistlere göre bunları yapamamaları lazım. Henüz yabaniler ve din telakkisine çok var.
İşte tıkandıkları nokta.
Bizim çocukluğumuzda Darwinciler çok baskındı, evde Âdem aleyhisselamın buğday ektiğini, yazı okuduğunu (kendisine suhuflar indirilmişti zira), hukuk uyguladığını öğrenirdik, mektepte karanlık çağlar, baltalı avcılar çıkardı karşımıza. Ateş yakabilmek için habire çomak sürterlerdi oduna.
Bazı uyanıklar da Göbeklitepe’yi “kamusal alan” olarak sunmaya çabalıyor, mabet kelimesini ağzına almıyor. Çünkü ilkel insan sadece yer, içer, yatar, inancı filan yoktur, sokulacak kuytu arar.
Hâlbuki Göbeklitepe’yi kuran cemiyette mabut, mahluk kavramı olduğu vakıa. Bu alanı kutsal biliyor, yıkanmadan girmiyorlar. Girişte taşa kazınmış havuzlar var, banyo yapıyorlar mutlaka.

MÜHİM ÇÜNKÜ…
Birileri “köpürtmeyin canım ne var burada” deseler de Göbeklitepe es geçilecek yer değil. Nitekim UNESCO da ciddiye alıyor ve Dünya Kalıcı Miras Listesi’ne dâhil ediliyor.
İngilizlerin gururla pazarladıkları Stonehenge’den 7 bin yıl daha yaşlı, 7 bin 500 yıl ile Mısır piramitlerine de tur bindiriyor ayrıca.
Ancak burayı tarihin sıfır noktası olarak ilan etmek de abartı olur, tamam “eski” ama “en eski” diyemeyiz. Ya yarın daha eskisi bulunursa?
Efendim bu alan tarlasını süren bir köylünün bulduğu oymalı taşla ortaya çıkıyor. Halet Çambel ve Robert Braidwood yüzey araştırmaları yapıyor (1963) Bilahare Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi Müdürü Adnan Mısır ve Prof H. Hauptmann kazıya başlıyor. Heidelberg Üniversitesinden Klaus Schmidt ise dünyaya tanıtıyor.
Göbeklitepe’den evvel hâkim olan tarih telakkisine göre 12 bin yıl evvel cemiyet hayatı olamaz. En fazla üç beş kişi gelebilir bir araya. Avlanarak ve otlayarak yaşarlar, dili, dini, sanatı olmayan bir sürüdür (!) onlar. Göbeklitepe bunların elinden çıkmış olamaz! Çünkü böyle bir mekân kurabilmek için düzen ve hiyerarşi şart. Bir otorite elemanları toplamış çalıştırmış açıkça.
Ustalar da uzaydan gelmedi, peki nerede yetiştiler? Bu topraklarda. Herhâlde ilk işleri değildi, kimbilir neler yaptılar başka?

T SÜTUNLAR
 Burada insanı en çok şaşırtan “T” şeklindeki sütunlar oluyor. Şimdilik bulunan 120 parça ve bazıları üç adam boyunda.
Peki 60 tonluk taşı nasıl kesip kopardılar? Nasıl taşıyıp diktiler mekâna?
Hem sütunlar niye T şeklinde? Kimi uzmanlar onların insan formunda olduğunu söylüyor. Bazıları da “Mekânın üzeri kapalıydı” diyor, “Ahşap sundumalar oturtulmuş olabilir bunlara.”  
Sütunlarda görünen hayvan figürleri ise farklı aşiretlerin sembolü olabilir. “Bakın bu taşı bizimkiler dikti!” Bir nevi imza.
Göbeklitepe’nin yeri de rastgele değil. Platonun en yüksek noktasında ve havaliye hakim durumda. Zeminin kireçtaşı olmasına dikkat edilmiş bilhassa.
Başlarında bir mimar olmalı tasarım tesadüfe benzemiyor zira.
Ameleler nerede yatacak, kalkacak, karınları nasıl doyacak sonra? Onca adamı çalıştırmak kolay mı, birileri iş gücü hesabı yapmış olmalı mutlaka. 

YAPAN YIKMIŞ
Arkeologlar yaşını tespit için toprak katmanlarını incelemiş çıkan parçaları okumaya çalışmışlar. Ekseri bazalttan mamul havanlar, tokmaklar, bezenmiş plakalara rastlanıyor. Taş kapların ince cidarı ve üzerindeki usta işi bezemeler böyle bir sanat kolunun varlığını getiriyor akla. Biz “aa düğme” deyip geçiyoruz ama araştırmacılar düğme varsa ip, ip varsa iğne, ip ve iğne varsa dokuma da vardır diyorlar.
Çıkan kemiklerden sığır, geyik, yaban eşeği, keklik, güvercin artıkları tespit edilmiş, hatta balık kılçıkları da çıkmış arada. Ama ekseriyet toynaklılarda.  
Dolguların içindeki kaplara, bileme ve öğütme taşlarına bakarsanız topladığını yiyen insanlar değil, ziraat yapıyor, hayvan yetiştiriyor, un öğütüyorlar.
Yüz altmış litreyi bulan taş küplerde mayiler saklanmış. Uzmanlar dibindeki tortuları (oksalat, tartarik asit) inceliyor, şıra, pekmez, zeytinyağı imal edip etmediklerini araştırıyor. Kömürleşmiş bitki artıklarına bakılırsa Antep fıstığı ve bademden haberleri var. Zeytin ve üzümü de tanıyorlar.
Ve şaşırtıcı bir bilgi daha… Birileri (artık kimse o) tapınakların imhasına karar vermiş ve alayını gömüp ortadan kaldırmışlar.  
Sadece bir mekânı kapatmak için 300 metreküp (50 kamyon) taş toprağa ihtiyaç var, bunu teşkilatlı bir cemiyet yapabilir anca. Bütün bunlar Şanlıurfa için şaşırtıcı değil. Medeniyetlere mekân olan, peygamberleri ağırlayan şanlı şehir sırlarla dolu zira.
Peki bu insanlara yabani, hayvani, ilkel, geri zekâlı demeye hakkımız var mı?
İşte materyalistler de burada bocalıyor.

HÂLBUKİ OYSA
Hazreti Âdem ve çocukları, dağda bayırda değil şehirlerde yaşarlardı.
Okuma, yazma bilir, vakit için ayı güneşi takip ederlerdi. Buğday öğütür, ekmek pişirirlerdi. İplik eğirir, kumaş dokurlardı. Hazreti İdris terzilerin piriydi meselâ.
Ama efendim filan yerde bulunan yontma taşlar…
Bugün de Amazonlarda basit yaşayanlar var. Bütün Amerikalıları bağlamıyor ama.

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.