Hac yolunda...

A -
A +

Adım Zeyd. Validem Hacer İhlaslı kadındır, pürtakva...

Babam klasik Suud vatandaşı, boş vermişin teki, ev yansa dönüp bakmaz. Annemi Yemen’e mal getirdiğinde görüp istetmiş. Aile Harameyn âşığı ya, sırf Medineli diye evlendiriyorlar onunla.

Dedemin (Babamın babası) bir dükkânı var, cızırtılı hoparlörde “riyaleyn riyaleyn” diye bağırır, ıvır zıvır satar hacılara. Sürme, takke, tespih, Çin viksi, çakı, çakmak, kına, tarak, toka... İnciler çakma, saatler tel maşa.

Plastik şişelerdeki ıtırlar ağır kokar ayrıca.

Dedem Necd’den geldiğinde fukaraymış, şimdi tapular çantayla.

Yanında birkaç Pakistanlı çalışır, para toplamaya yetişemezler, avuçlayıp, avuçlayıp atarlar kasaya Babamın ise bi Türk ortağı var, ortak derken kanun gereği delillik yapar onlara. Sermaye kattığı yok, cirodan yüzde alır. Doğrusu daha dişe dokunur şeyler satarlar, inciler hakikidir, saatler marka. Dedem zaman zaman karışsa da kaale almaz “tamam baba” der, “verdikleri para yetiyor bana.”

Hac yolunda...

-Ama ya göstermezse, çalarsa?
-Mal zaten kendinin, neyimi çalacak Allah aşkına?

Dedem babamın rahatlığından rahatsızdır, eh bu kadarı da fazla ama.
Babamın kaprisi yoktur, ortağını sıkıştırmaz.
Pasaportlarını ellerine verir, hürriyetlerini sınırlamaz. Hatta keyfi yerindeyse gider yardım eder dükkanda.

O zamanlar Kuba yakınlarında oturuyorduk, yüksek duvarlarla çevrili bir konak, etrafında hurmalıklar. Çok büyük, belki on oda. Sadece üçü döşeli; döşeli derken, kenarlarda minderler, yastıklar...

Eskiden klimalar böyle yaygın değildi, kamyon gibi hırıl hırıl çalışan sulu mükeyyefler vardı. Keyiflidir, ayarında serinletir, hasta etmez asla.

Babam gün boyu yatar, uyuşan kolunu ovuşturur, döner öbür tarafa.

Bazı akşamlar mescide gideriz, namazını kıldığı gibi devrilir halıya. Vazifeliler gelip ikaz edinceye kadar uyur. Annem ise hersaniyesini değerlendirmeye bakar, Yasin ve Tebareke ile kalmaz, Delail-i hayrat okur sallana sallana. Ben büyük bir ilgiyle etrafı izler kare kare fotoğraflarım kafama. Mermer direkler, kayan tavanlar, bej renkli zemzem varilleri, paspas çeken arabalar.

Eğer Kur’ân-ı kerimlerin şeritleri uçuşuyorsa, havalandırmayı aldılar demektir son ayara. Halıların desenini ezbere çizebilirim, bordo zemin üstünde lacivert motifler, köşelerde hurma dalı ve kılıçlar.

Ravda bambaşka âlem. Türk sultanları en güzel çinileri, en gözde mermerleri Medine’ye yollamışlar. Babam “bunlar başka insanlar” derdi “inşaatta çalışırken bile konuşmamışlar.

Lailahe illallah deyince harç, Muhammedün resûlullah deyince taş vermişler ustaya.” Babamın abid biri olduğu söylenemez, namazını aksatmaz ama. El kadar rahlesine Kur’ân-ı kerimi kor, bazen yatarak okur hatta.

Annem “edep, illa edep...” diye diye onu düzeltti sonunda.

Hac yolunda...

Kadıncağızın tek arzusu var, hacı olmak. Babam daha evvel gittiği için ağırdan alır, “gideriz bakalım” der. Bir bahane çıkar sonunda.

Babamın çocukluk arkadaşları var, birlikte takılır, nargile çekmeye giderler şehir dışına. İçecekleri çay gazoz. Bu bile hoş karşılanmaz, ninem “boynu devrilmeyesice” der, ardı sıra.

Babamın arabası eski bir Japon. Kaportası harita gibi yama yama. İçtiği kola kutularını savurur atar arkaya. Orada ben otururum, ayaklarımın altında onlarca şişe giderken bir o yana yuvarlanırlar, bir bu yana. Zamanla alışıyor insan, aranıyor hatta. Arabasına hiç bakmaz. Camları kapıları açık kalır, aldırmaz. Kedi filan mı? Yok canım Arabistan’da güneş altında duran bir araba tandırdan farksızdır, kertenkele bile dayanamaz o sıcağa.

Güneşin yattığı saatlerde ben girer, “Bırrrn bırrrn” diyerek şoförcülük oynarım direksiyonda. Bir gün vites değiştiriyordum, bi kol kırıldı, büküp boynunu düştü yana.

Annem çok telaşlandı, akşam babama “bir şey söyleyeceğim efendi” dedi “kızmayacaksın ama!”

Babam pek bir şeye kızmaz ama erkekleri bilirsiniz eğer mevzu arabasıysa...

-Buyur hanım söyle.
-Söz ver darılmayacaksın ama.
-Amaan uzatma!

Ben annemin arkasına saklanmış bakıyorum korkuyla,

-Zeyd!
-Evet?
-Arabanın bir şeyini kırdı galiba.

Babam gitti baktı “Haa sinyal koluymuş” dedi, kablolarından koparıp attı arkaya.

-Mühim bir şey değil mi efendi?
-Bilmem en son on yıl evvel sinyal vermiştim, lambalarda ampul bile yok, duruyor işte sureta. Plastik gevremiştir, benim de elimde kalabilirdi pekâlâ.

Annem bu alicenaplığın altında kalmadı, ertesi gün arabayı ite ite avluya çektik. Ana oğul bir güzel yıkayıp pakladık. Paslı tamponları bulaşık teliyle ovup parlattık. Kaporta bagaj içinden bakarsan beyazmış, dışı soğan gibi sararmış güneş altında dura dura.

Koltukları silkeledik, onların da rengi geldi tozdan arınınca. Pet şişeleri kola boşlarını attık, paspasları yıkadık itinayla.

Babam görünce çok şaşırdı, “arabamız güzelmiş ya” dedi, “ister misin bir de müşteri çıksın şimdi buna?”

Çıktı da... O akşam taksiyle geldi, elinde bir tomar para.

Üstüne ne ekledi bilmiyoruz, aynı markanın güçlü bir modelini alıp getirdi kapıya. Neşe içinde bindik, El Beik’ten tavuk yedik, üstüne mango içtik. Arabada motor sesi duyulmuyor, klima fısır fısır üflüyor. Babam nasıl mutlu, “elin oğlu yapıyor canım” diyor, “düşünebiliyor musun 3 litrelik canavar yatıyor kaputun altında.”

Annem merakla sordu, “Yani?”

“Yanisi şu” deyip gaza dokundu, koltuk sırtımıza yapıştı, yaydan boşandık âdeta...

Dedem mi? Kızdı tabii, “akarken küpünü doldursana” dedi, “böyle harca harca nereye kadar?”

Babam onu hiç kırmaz, peki der, bildiğini yapar.

Torpido üstüne koyun postunu andıran bir pelüş serdi, evin önüne bir tente çaktı. Güneş kavurmasındı dimi ama?

Arkadaşları da çok beğenmiş, süratine bayılmışlar bilhassa.

O akşam yine nargileye gittiler. Akranı Ebu Ali ver ben kullanayım demiş. Kerata bas bas gaz istiyor, 200’ü görmüşler motor hırlıyor hâlâ. Sonra..

Sonra yolun bir kısmına kum birikmiş, gaz fren derken kontrolden çıkmış. Takla, takla, takla, ezik kola kutusuna dönmüş âdeta.

Arabadan gelen tek şey o beyaz pelüş oldu, kan lekeleri üzerindeydi hâlâ.

Hadi hadi, dediler Mescid-i Nebiye gittik, bir lahzada namazını kılıp Cennet-ül Bakiye uçurdular. Gelenler, gidenler ağlaşanlar, üç gün sonra ses soluk kesildi annemle kaldık mı baş başa. Türk ortak başka bir delil buldu, bizimle işi bitti ama yine de sahip çıktı.

Gelip gider harçlık bırakırdı kibarca. Dedem evi boşaltmamızı istedi, haklı, on oda bize fazla.

Annemin tek arzusu vardı beni okutmak.

Ama Suud okullarına verecek değil, Selefî olacağımdan korkuyor zira. Yemen’e mi dönsek acaba? Onun istediği medreseler Hadramut’ta.

Yemen iyi hoş da, fukara. Para aslanın ağzında. Mecburen gittik, yetimleri gözeten bir vakıf varmış destek oldular bana.

BEŞ YIL ARADAN SONRA

Annem her cuma dedemi ninemi arar, hatırını sorardı. Telefonlar boşa çıkınca meraklandı. Bir şey mi oldu acaba? Dayıma ucuz bir bilet bulabilir misin demiş. O pek bilir, tur şirketinde çalışmıştı bir ara.

Planı şu, dedemi ninemi görüp helalleşeceğiz üzerimizde hakları var ne de olsa. Belki hac farizasını da eda ederiz, onca yıl Arabistan’da yaşadık gidemedik ukde kaldı şuramızda. Onun için zilkadenin sonunu ayarladı, Zilhicce yaklaşınca.

Dayım makul bir bilet bulmuş, almış. Dönüşü açık bırakmış. Tayyare hacı adayları ile doluydu, tanıştık. Dua istedik yana yakıla. Tülbentli teyzeler ellerini açtılar: “Rabb’im size de nasip eder inşallah!”

Annem öyle bir amin çekti hücreleri titredi âdeta.

Neyse indik. Şehir değişmiş, yüksek yüksek binalar...

Meğer dedem vefat etmiş, bize bildirme lüzumu duymamışlar. Ninem iyice çökmüş, hafızası gelip gidiyor. Yengelerin, bakışları zıpkın gibi. Miras peşinde koştuğumuzu mu sandılar ne, tersliyor, azarlıyorlar. Daha evvel birlikte oynadığımız tıfıllar horoz kesilmiş, gagalamak için etrafımda dolanıyor.

Annem yutkundu, sabretti, sonra ani bir kararla “çıkalım oğlum” dedi.

Ayrılırken kibarca el salladı hatta “İlel liga, fi emanillah!”

Cevap bile vermediler, kapı çatırtıyla kapandı, ardına sürgüler vuruldu şakırtıyla.

Ah küçük amcamı görebilseydik, beni çok sever mirinda (sarı gazoz) ısmarlardı mutlaka. Dükkâna uğruyoruz, yokmuş, Cidde’ye gitmiş, mal almaya. Annem var bunda bir hayır dedi, imtihan.

Bu mevsimde otellere yanaşmak ne mümkün, hem hangi parayla?

Münevver Medine’yi bilen bilir. Şehirde bütün yollar Mescid-i Nebiy’e çıkar. Yeşil kubbeyi görünce gam kasavet kalmaz insan da. Kuytularda bir halı bulup oturduk. Annem üzülme dedi, gün doğmadan neler doğar.

Nicedir hasret zaten, uzunca bir namaz kıldıktan sonra oturup Kur’ân-ı kerim okudu, ben salevat getirdim güya, tespihin sonuna varamadan boynum düştü. Yol yorgunluğu da var, gözlerim kapandı. Annem dizine yatırdı, üstüme bir şal attı. Yanımda babamın olmasını ne kadar isterdim şu anda, tamam tembeldi, umursamazdı ama baba ya.

Bir ara konuşmalar duyuyorum. Bakıyorum uçakta tanıştığımız Yemenliler halkalanmış annemin etrafında. Öyle bavullarla görünce sormuşlar “yapabileceğimiz bir şey var mı acaba?” Kafile reisi “bina bizim uhdemizde dedi, boş yer buluruz evvelallah. Hatta takılın Mekke’ye de birlikte gidelim. Siz Suud pasaportu taşıyorsunuz, sanmam ki sıkıntı çıka.” Kaldıkları bina geniş, üst katlardan birinde kullanılmayan mutfağa iki somya attılar, kapısı var, kilidi var ne isteriz daha?

Çok rahatladık. Eski mahallemize gittik, babamın kabrini ziyaret ettik duvar kenarından.

Ertesi gün tanıdık bir ses “Zeyd!”

Döndüm, aaaa küçük amcam. “Yenge hoş geldiniz” dedi önüne bakarak.

-Bizi nasıl buldun amca.
-Kolay, kayıp bürosunda listeler var.

Annem “Başınız sağ olsun” diyor, “hacı vefat etmiş.”

-Sorma yattı biraz, buranın hastanelerini biliyorsun, defin ayrı meşgale, gelen giden, duyursak iyiydi ama inan aklıma gelmedi o telaşta.

Koşup bacaklarına sarılıyorum, başımı okşuyor. İçim bir hoş oluyor, baba yarısı ya.

-Yenge sizi misafir etmek isterdim.
-Sağ ol rahatız, burada.
-Bak bir sıkıntınız olursa. Dükkânı biliyorsunuz, ben olayım olmayayım, tembihlerim çocuklara. Bir ara birlikte gidelim, iş takibi için vekâlet verin bana. Hacıdan bir sürü mülk kaldı, abimin payı sizin. Biliyorsunuz tapu işleri yavaş yürür burada.

Ayrılırken elime bir zarf tutuşturuyor. İçinden riyaller dolarlar bir sürü fülüs çıkıyor.

Annem kafile reisine “artık paramız var” diyor, “katılmak istiyorum masraflara."

Hiç gerek yok, bence tatlı al, meyve al, çerez al yedirelim hüccaca...

Grup Medine’de 8 gün kalıyor, hacı adayları 40 vakit namazı Mescid-i Nebi’de kılıyor.

Ve düşüyorlar Mekke yoluna... Kafile reisi hacıları otobüslere yerleştirdikten sonra “biz ciple gideceğiz” diyor “geçin oturun hacı hanımın yanına. ”

-Zahmet etmeseydiniz, otobüse sıkışabilirdik pekâlâ.
-Burada otobüse kayıtlılar biner anca, pasaportları topluyor şoföre veriyorlar.

İhramımı Zülhuleyfa’da giyiyorum, iki rekat namaz kılıp niyetleniyoruz hacca. Mekke’ye tekbirlerle salevatlarla giriyoruz, lebbeyk nidalarıyla.

Şehir kapısında kontrol sıkı, korkuyoruz bir arıza çıkmasa...

Büroda “İclis” diyorlar, oturuyoruz, cuvazatımıza mühür vurup “faddal” diyorlar, geçiyoruz yan tarafa.

Korkudan ölmüştük. Hepsi bu kadar mı ya?

Hacı hanım “böyle olacağını biliyordum kızım” diyor, “çünkü vermek istemeseydi istek vermezdi Cenâb-ı Mevlâ.”

Kalacağımız bina Mesfele denen bölgede, biraz eski ama ferah. Münhal mutfakları var mı acaba?

Gerek kalmıyor boş bir oda buluyorlar, hademeler kalmış bir ara. Kliması çalışmıyormuş, amaaan kimin umurunda.

Mescid-i Harama Babüsselâm’dan giriyor, ayaklarımıza bakarak yürüyoruz, say yapanları geçince duruyoruz bir lahza. Kafile reisi “Şimdi” diyor, kafamızı kaldırıyoruz, Kâbe-i muazzama bütün ihtişamıyla karşımızda.

Gel de ağlama...

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.