Türk'ün Batı mâcerâsı

A -
A +
"Batının pek yakında dünyâ hâkimiyyetini kaybedeceği çok kişi tarafından söyleniyor. Kim bilir belki bugün açlıkla boğuşan Afrika ülkeleri yarının süper güçleri olacak." Yaklaşık ikiyüz yıldır batılılaşma hastalığının pençesindeyiz. Muhâfazakârların önemli bir kısmı da dâhil olmak üzere cem'iyyetimizin büyük kısmı geminin tam yol batıya gitmesi gerekdiğine inanıyor. Ne kadar batılılaşırsak Avrupalılardan o derece kabûl göreceğimizi düşünüyor bu insânlar. Kabûl görmenin saygı ve sevgiyi de berâberinde getireceğine inanıyorlar. Hâlbuki bu kanâatleri hiçbir doğruluk değeri taşımıyor. Karşısında riyâkârca diz çökmüş bir düşmâna kim saygı duyar, kim sevgi besler? Evet, mert düşmân bu hisleri uyandırabilir. En azından işin saygı kısmını te'mîn edebilir. Nitekim Avrupa'yı fethe koyulan Osmânlı ordusu Macar'ın nazarında kahramân bir düşmândı. Türk ordusunun Avrupa'da uyandırdığı hislerden ikisi korku ve saygıydı. Osmânlının giderek irtifâ kaybetdiği yıllarda İstanbul'a gelen Amicis'in duyguları daha da ileri giderek hayrânlık şeklini alıyordu. Fakat onun hayrânlık duyduğu ordu gelip gördüğü değil, hükümdârlar hükümdârının kumanda etdiği ordu-yu hümâyûndu. Bu orduyu heyecânla tasvîr eden Amicis'in son satırlarına kulak verelim:"Yeniçeri kıt'aları, sarı silâhdârlar, erguvan azebler, kırmızı işâretli sipâhîler, beyaz sancaklı eyâlet süvârileri, taş ve kurşun gülleler kusan toplar, üç kıt'anın tîmârlı askerleri, imparatorluğun uç eyâletlerinden gelmiş ölüm erleri, sancak bulutları, sorguç ormanları, sarık selleri, demir çığları, arkalarında tüten enkâzlardan bir çöl ve kesilmiş kellelerden meydâna gelmiş dağlar bırakarak avrupanın üstüne atılmaya gidiyorlar..."On dokuzuncu asrın sonları Türk kültürünün istîlâcı batı kültürüne karşı direnişine şâhid oluyordu. Devletin zayıflaması ve halkın kuşatılmış bulunması müstevlîye karşı taarruz ihtimâlini azaltıyordu. İslâm dünyâsı Osmânlının şahsında bir istiklâl mücâdelesi veriyordu, fakat yelkovan sömürgeci lehine ilerliyordu. Gerçi cem'iyyetimiz hâlâ millî kimliğini koruyordu; sıkıntı, işgâlcinin her geçen gün yeni bir adım atması, insânımızı birer ikişer avlamasıydı. Milletimiz nefse tatlı gelen bir dünyânın câzibesi ve kendi medeniyyeti arasında seçim yapmak zorundaydı. Batıyı tercîh eden küçük azınlık hayâtlarının hemen her alanında Türk kültüründen uzaklaşdı. Bunların islâmiyyetle bir ilgileri kalmamışdı, hattâ ona düşmândılar, fakat Müslimân bir toplum içinde yaşamaları sebebiyle oruç tutmadıklarını, nemâz kılmadıklarını gizlemeliydiler. Bir başka kesim şark ile garb arasında bulunuyordu ve bu bakımdan biraz Osmânlı biraz da Avrupalıydı. Batılı hayât tarzını tercîh etmelerine rağmen İslâmiyyetden vazgeçemiyorlardı. İbâdet etmek ve batılı gibi yaşamak başlangıcda biraz ters gelmişdi ama bir müddet sonra buna alışdılar. Alışmak inanmayı getirdi. Artık bu tenâkuz onların vazgeçemeyecekleri bir doğruydu. Yaşadıkları hayâtı tam ma'nâsiyle benimsediklerinde İslâmiyyetle bağları pamuk ipliğinden daha kalın değildi. Osmânlı Türkü olup bitenleri ihânete uğramanın verdiği acıyla ta'kîb ediyordu. Sarsılmaz bir îmâna sâhib olduğu için vakârından hiçbir şey kaybetmemişdi. 18. asırdaki gerileme Osmânlıyı sarsmış, fakat yıkamamışdı, çünkü toplumun değerlerine olan bağlılığında bir azalma meydâna gelmemişdi. Münevverinden köylüsüne kadar herkes batıyı bir mikrop olarak görmeye devâm ediyordu. Avrupa hakîkat güneşini boğmaya çalışan küfrü temsîl ediyordu. Dâhilî ve hâricî konularda baş gösteren sıkıntılar millî reçetelerin uygulanmasiyle çözüme kavuşdurulabilirdi. Ne var ki son dönemde cem'iyyetimizdeki bu fikir birliği ağır yara almışdı. Bu yıllarda Türk, kendisini cân evinden vuran frengi ile karşı karşıyaydı. Münevver olmakdan hayli uzak bulunan aydınlar onun değerlerini paylaşmıyorlar, "piyano, tiyatro ve mersi"ye meftûn bulunuyorlardı. Yolları masonlukdan veyâ pozitivizmden, işin Türkçesi îmânsızlıkdan geçiyordu. Osmânlı cem'iyyetinden kopmuş zümreler batılı da olamadılar. İslâm ahlâkının üstün vasflarını kaybetmekle kalmayıp zevklerini de yitirdiler. Bu insânların ortak özelliği, beterini yirminci asrın eblehlerinde göreceğimiz inanılmaz derecedeki seviyesizlikdi.Batıcıların kendine gelmesi neredeyse imkânsızdı; zîrâ hem îmânları zedelenmişdi ve hem de avrupa onlar için henüz çok esrârengîzdi. Garbın sırlarını bütün ahlâksızlıkları da dâhil olmak üzere keşfetmek istiyorlardı. Bu yolculukdan kendilerine kalanın dünyâ ve âhiret felâketi olduğunu anlayamadılar. Batının ahmaklar gürûhunu kâinâtın sırlarını çözen dâhîler olarak gördüler. Hâlbuki peşlerine takıldıkları bu zevallılar ne kendilerine ne de milletlerine faydalı olabilmişdi. Allahü teâlâya meydân okuma küstâhlığında bulunan bu zihniyyetin nasıl bir iflâs içinde olduğunu ne hazîn ki kabrde anladılar. Bugün de kâinâtın sırlarını zekâyla çözmeye kalkanlar bir arpa boyu mesâfe alabilmiş değiller. Beynin sınırlarını ta'yîn edemedikleri için nerede durmaları gerekdiğini de bilmiyorlar. Dünyâ nedir, hayât nasıl başladı, sonunda ne olacak gibi soruların insân aklıyla cevâblandırılması bu konuda bir milyon sene de kafa yorsan mümkün değildir. Eflâtûn'dan beri bu mevzû'da ne kadar ilerleme kaydedildi? Bugün batı her konuda olduğu gibi bu husûsda da tam bir bölünmüşlük içindedir. Kimi şu görüşü kimi bu görüşü benimsemiş bulunuyor. Dolayısiyle cevâblar birbirinden farklı olabiliyor. Ancak bunlar doğruyu kabûl etmemek için uydurulmuş safsatalardan ibâret. İslâmiyyetin bildirdiği hakîkatleri türlü bahânelerle reddedenler toplumlarını ve kendilerini avutmak maksadıyla akıl almaz yalanlar uyduruyorlar. Önemli bir kısmının tarafsız olma iddiâsı da aslında hakîkatden kaçışın bir başka yolu. Hıristiyan saçmalıklarıyla büyüyen bu kişiler ne yazık ki hakla bâtıl arasında tarafsızlığı seçmekdedirler. Filhakîka burada da tam bir tarafsızlık söz konusu değildir. Objektif görünmek düşüncesi gerçeğe açıkdan savaş açmaya mâni' olmasaydı her birinin tavrı çok daha aşırı olurdu.Batının rönesans hamlesi Osmânlıyı yıkacak güçde değildi. Devlet bu ilk sarsıntıyı muvaffakiyyetle atlatmış, hattâ üstünlüğünü korumuşdu. Türk ordusunun 1680 Avusturya harblerinde kullandığı tüfekler düşmânınkinden daha uzun menzilliydi. Osmânlı devleti askerî sâhada olduğu gibi sanâyi' alanında da mücâdelesini sürdürüyordu. Bilhassa pamuklu i'mâlinde önemli bir yeri vardı; on sekizinci asırda Fransa ve Hollanda Edirne boya tekniğini çalmaya uğraşıyordu. Osmânlıların on dokuzuncu asırdaki sanâyi' teşebbüsleri bekleneni veremedi; çünkü onlar bu konuya gereği gibi eğilebilecekleri bir ortam bulamadılar. Batı kibirli tavrına rağmen bu teşebbüslerden çok tedirgin olmuşdu. Fidanlar büyük bir ağaç olmadan kökünden kesilmeliydi. Dev her ne kadar uykuya dalmışsa da uyanması bir an mes'elesiydi. İşin en tehlikeli tarafı ise beynin, ya'nî hükümdârların uyanık olmasıydı. Sınâî kalkınmanın önündeki en mühim engel batıcılardı. Bu zümre küçüklüğü, daha doğrusu köleliği başdan kabûllenmişdi; dolayısiyle onlardan sırtlanlara meydân okuyacak bir tavır beklemek imkânsızdı. Yapabilecekleri yegâne iş büyük tâvizler vererek Avrupa'ya el açmakdı ve öyle de yapdılar. Medenî dünyâ ve gayri medenî osmânlı; kendileriyse geri bir toplumda filizlenmiş dehâlar. Avrupa'nın üstün (!) değerlerini Osmânlı ülkesine taşımayı gâye edinmiş kahramânlar. (!) Bu bakımdan onlar yirminci yüzyıl aydınının dedeleriydi. Ma'lûm, bu ikinciler de tıpkı onlar gibi birer akıl hocasıydı; diğer insânlarda bulunmayan zekâ onlarda vardı ve kendileri bu büyük deryâdan herkesi faydalandırıyordu. Üstelik cebren. Kimsenin verilen aklı kabûl etmemesi diye bir şey söz konusu olamazdı. Onlar Deli Dumrul'dan mı ilhâm aldılar bilinmez, bir akıl köprüsü kurmuşlardı; geçenden otuz üç, geçmeyenden döve döve kırk akçe alıyorlardı.Cumhûriyyet devri batıcılarını konu etmeye gerek yok, fakat muhâfazakârları hakkında birkaç şey söyleyelim: Bunlar kendi medeniyyetlerine i'timâd etmedikleri hâlde onunla barışık göründüler. Bilhassa târihimize temâyül etdiler. Nümâyişlerde Fâtih'den, Yavûz'dan bahsedince muhâfazakârlıklarını da isbâtlamış oluyorlardı. Ateşli konuşmalarda söylenen sözlerin akl-ı selîmle düşünülen ortamlarda, meselâ meclisde savunulması söz konusu olamazdı, hem zâten o sözler aydın insânların huzûrunda değil, modern zihniyyetin fersah fersah gerisinde bulunan câhil halkın karşısında sarf edilmişdi. Sizden, kafalarındaki doğruları duymaya gelen bu insânları hayâl sükûtuyla geri çevirmek olmazdı. Memleketde en azından bir oy hakkı bulunan bu insânlar eğer küstürülecek olurlarsa rakîblerin kucaklarına düşebilirlerdi. Aydın insân onlarla karşılaşınca ezan-bayrak-millet, nemâz-zekât-oruç diyecek, lâkin Ramezân-ı şerîfde sabâh kahvaltısını kuş sütünün eksik olmadığı sofralarda yapabilecekdi. Halkla karşılaşdığı esnâda onun ağzıyla konuşarak elleriyle pide yiyip su bardaklarıyla ayran içecek, seçkin insânların arasına döndüğü vakitlerde ise İngilizce espriler eşliğinde içki kadehini büyük bir zarâfetle kaldıracakdı. Modern bir insân olmanın gereği buydu. Muhâfazakâr aydınlarımızın târihimize ve kısmen de olsa dînimize temâyül etmelerinin diğer sebebine gelince: Âhirete inandıklarını söyledikleri için hiç olmazsa bu vesîlelerle onu ifâde etmeli, böylece öteki dünyâyı da garanti altına almalıydılar. İcrââtda gösteremediklerini mitinglerde söylemek esâsen zor da değildi ve başka yerlerde ağızdan çıkdığı zemân pek çok kimseyi ürkütecek bu sözlerin halka söylenmesinin îzâhı da kolaydı. Bütün bunlar yapılırken âhiretin kazanılması ise ikinci bir fayda idi. Bu sûretle günlük hayâtın sıkıntılarından bunaldıkları, konuşarak râhatlamak istedikleri anlarda, meydânlara on binlerce insân toplayarak nefislerini tatmîn etme imkânı da bulmuş oluyorlardı. O konuşmalarda bahsedilen şahsiyyetler zirvelerimiz olduğu için, günün icrâ mevkiinde bulunan kendileri de onlardan biriydi... Sık sık târihe mürâcaat etmelerinin bir başka sebebi de dikkatleri başka tarafa çekerek türlü konulardaki başarısızlıklarını örtme isteğiydi. Hâlbuki böyle ortamlarda sitâyişle bahsedilen şahsiyyetler fikirleri, hayât tarzları ve bütün vasflarıyla târih olmuşdular. Hukûkumuz, örf ve âdetlerimiz, giyim tarzımız artık bizim ihtiyâclarımıza cevâb veremez durumdaydı. Müesseselerimizin birbiri ardınca çözülüşü, medeniyyetimizin batıyla olan mücâdelesinden mağlûb ayrıldığına işâret ediyordu. Direnmekde devâm etmek çok daha ağır netîceleri berâberinde getirebilirdi. Yapılacak iş batıya zeytin dalı uzatmak, ne yapıp edip bu dünyânın içerisine girmekdi. Görüldüğü gibi bu herzelerle bin senelik mâzîmiz inkâr edilmiş oluyordu...Garbcılar içinde eridikleri âlemin dâimâ güçlü kalacağını sanıyorlar ama dünyâ bugüne kadar böyle bir vak'aya şâhid olmadı. Batının pek yakında dünyâ hâkimiyyetini kaybedeceği çok kişi tarafından söyleniyor. Kim bilir belki bugün açlıkla boğuşan Afrika ülkeleri yarının süper güçleri olacak. Horlanan zencîlerin bunun da sâikıyla büyük bir hamle yapmayacağını kim garanti edebilir? Kıt'anın bugünkü durumuna bakarak bunun gerçekleşemeyeceğini söyleyenler çıkabilir. Ne var ki şu yaşlı târih bu gibi hâdiseleri epeyce gördü. İşin en önemli tarafı ise şu: İnsanlık yeni bir adâlet dönemini yalnız ve ancak Müslimânlar eliyle yaşayacakdır. İslâmiyyet dışındaki her yolun felâketden başka bir şey getirmediği ve getiremeyeceği anlaşılmış bulunuyor. Kapitalizm, komünizm ve diğerleri ancak bir çıkmaz sokak. Yeni bir gayri islâmî hamle dünyâya ancak yeni sömürgeciler getirebilir, başka bir şey beklemek en hafîf ifâdeyle ahmaklık olur...  
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.