UCÛBE

A -
A +
Bayrak kelimesini bayraklaşdırdık da ne oldu? Ya vatanı? Vatan diyerek, bayrak diyerek birbirimizi yiyip durduk. Bayrağımızı çok daha büyük bir vatanda dalgalandırmak aklımıza gelmedi. Her vesîleyle her cihetden küçüldük. Millînin başına gelenler de farklı değil. Bu kelime yüz sene boyunca milletimizi imhâ planının kılıfı oldu. Hangi mefhûmun başına eklendiyse orada Türk ve İslâm düşmânlığı yapıldı. Kaç kişinin nemâz kıldığını, kaç hanımın başını örtdüğünü ispiyon eden çeteye millî denmişdi. Ayrıca iki güzel ve köklü kelime de bu tenekeye fedâ edilmişdi. Hâlbuki adı “Ulusal İspiyon Kurumu” olmalıydı. Gerçi bugün ne zemâna kadar devâm edeceğini bilemediğimiz müsbet bir yapı sergiliyor ama bu onun iğrenç târihini değişdirmez. Millî eğitim dedikleri ucûbe için de farklı şeyler söylenebilir mi? Unutmayalım ki bu çark İngilizlere âid! Yeni devletin mi’mârı beyinleri de başıboş bırakamazdı. Devrin süperi, zekâsını da kullanarak memleketimizi sömürge hâline getirmişdi. Bizler düşmânı kovduk, hürriyyetimizi kazandık diye sevinirken boynumuza geçirilen ilmeği fark edemedik. Bu alçak millet diğer sömürgelerinde uyguladıklarını daha ileri bir seviyede memleketimizde tatbîk etdi. Kurduğu çark çocuklarımızı öğütmeğe devâm ediyor…
 
Aklı rehber edinmeyi eski filozoflardan öğrenen batı dünyâsı insanımızı yoldan çıkaran bir zihniyyeti temsîl ediyor. Zekâdan başka ölçü tanımayanlar bizde de çoğaldı. Batılı, zekâyı putlaşdırırken isevîliğin bozulmuş şekli olan hıristiyanlıkla muhâtabdı. Bu dîne mensûb insanların hemen temâmı İsa aleyhisselâmda ulûhiyyet sıfatları olduğuna inanıyordu. Gerçi gerek reformcular gerekse sonrakiler bu konuları doğru olarak anlayabilecek bir imkâna sâhib değillerdi. Fakat bunun şuûrunda olmadıkları için kısa akıllarına göre dinlerindeki tutarsızlıkları tesbît ediyorlar ve hıristiyanlara yeni bir rota çiziyorlardı. Bu yolu ta’kîb eden gemiler bilâistisnâ dinsizlik sâhiline demir atdı. Birçoğu yapdıkları işin dinsizlik olduğunu bilmiyordu. Bir kısmı ise biliyor fakat i’lân etmiyordu. Başka bir ifâdeyle reformla başlayan mâcerâ ateistlikle son bulmuşdu. Bu hâdiseleri lise ve seviyesindeki târih kitâblarından okuyan yirminci yüzyıl Türkiyesi resmî ve gayrı resmî olmak üzere iki tavır ortaya koydu: İdâreciler memleketi aynı noktaya sürüklemek için büyük bir heyecân duyarken münevverler mes’eleyi anlamaya çalışıyordu. Yöneticiler hedefi belirlemişlerdi ve ona bir an evvel varmak istiyorlardı. Ne var ki bu son derece tehlikeliydi. En az üççeyrek asra yayılması gereken bir işi derhâl halletmeye kalkmak ayaklanmalara yol açabilirdi. Bu yüzden acele edilmemeli, maksada adım adım varılmalıydı. Avrupa’nın bu yöndeki îkâzı devlet adamlarını temkînli davranmaya sevk etdi. Hedefe, beyin yıkama metoduyla varılacakdı. Bunun en kolay gerçekleşdirilebileceği mekânlar okullardı. Devletin maârif yoluyla îmânsız bir toplum hedeflemesi yeni nesillerin kimlik buhrânına düşmesine sebeb oldu. İnançsızlıkları i’tibâriyle şarklılık şansını kaybedenler garblı da olamadı. Batının dehrîliğini alanlar ve ahlâksızlığına özenenler, paris kaldırımlarında şaşkın ördekler gibi dolaşmakdan kurtulamadılar. Bu yüzden hiçbir zaman ciddîye alınmadılar, sağırların birbirlerini ağırladığı mekânlar hâriç.
 
Millî Eğitim Bakanlığı’nın ta’lîm-terbiyeyle ilgilenmek gibi bir kaygısı bulunmuyordu. Bu örgüt işgâl kuvveti gibi hareket ediyor, hedefine varmak için her yolu deniyordu. Türk çocuklarının ahlâkî yapısı bunca tahrîbâta rağmen nezâreti rahatsız etmiş olacak ki 28 şubatdan sonra yeni bir adım atarak bütün mekteblerin karma yapılması mecbûriyyetini getirdi. Cinsî eğitim konusunda da talebeyi sâhibsiz bırakmayacaklardı. Bu karârla varılmak istenen hedef hayâyı külliyyen ortadan kaldırmakdı. Ahlâksızlığın ahlâk olduğu bir sistem hayâllerini süslüyordu. Anadolu insanından rahatsız olmalarının sebebi buydu. Hâlbuki Osmanlılar yükselmenin temelini edebde görmüşdü. Tahsîlin o temel üzerine binâ edildiğinde fâide getireceğini düşünüyorlardı; aksi takdîrde insanın hayvandan farkı kalmıyordu. Onlar edebi edebsizlerden öğrenen bir dünyânın çocukları oldukları ve “Edeb tâc-est ez-nûr-ı ilâhî; Binih ber-ser bürev her câki hâhî” beytindeki ma’nâya gönülden inandıkları için bu değerin kıymetini çok iyi biliyorlardı. Bizse bunca zemândır edebsizlik denizinde yüzdüğümüzden olsa gerek sudaki balıklar gibi içinde bulunduğumuz vasata alışdık…
 
Dinsiz bir nesil yetişdirmek için bütün tedbîrler alınmışdı. Resmî makâmlar dindâr insanı tehlike olarak görüyordu. Yargıtayın okul dışında başörtüsü takan öğretmenin müdîre olmasını mahzûrlu görmesi çemberin daha da daraltılmak istendiğini gösteriyordu. Memleketimizde insanların toplum nezdinde mahkûm edilmesi tek kelimeyle mümkin olabiliyordu: Mürteci! Aslında gerek irticâ gerek mürteci bir asırdır İslâmiyyete hücûm edenlerin süngüsüydü. Maksadlarına doğrudan varamayacaklarını bilenler niyyetlerini bu iki kelimenin ardına saklıyordu. Unutdukları şey insanlık târihindeki ilk dinsiz olmadıklarıydı. Kimler gelip kimler geçmişdi. Şu hâlde kemikleri un ufak olmuş nice dinsizin peşinden gitmekle asıl gerici onlardı!
 
İnsânları dantel dantel işleme gayretlerine ta’lîm-terbiye denir. Eğitimde ısrâr edenlerin gözbebeklerimize hayvan nazarıyla bakmadıklarını isbâtlamaları gerekiyor. Maârif’in evlâdlarımızın önüne koyduğu okul kitâbları milletimizi en azından eğitilebilir geri zekâlı olarak gördüklerini delîllendiriyor. Türkiye’de eskiden insan hakları yokdu, her şeyi yeni rejime borçluyuz gibi saçmalıklar milletimize yapılan ve yenilip yutulması mümkin olmayan büyük bir hakâret değil mi? Bunu düşünemiyor olamazlar; belki insanımızın o satırların tahlîlini yapamayacağına güveniyorlar. Bir an için bütün bu iftirâların doğru olduğunu kabûl edelim. Türk milleti gerek Selçuklular ve gerekse Osmanlılar zemânında insan haklarından mahrûm bir şekilde yaşadıysa bu onun aczinden başka neye işâret edebilir ki? Haklarını savunamamış bir topluluk millet olabilir mi? Bu gürûh olsa olsa yığındır. Büyük bir milletin bu duruma düşmesi ve asırlarca aynı hâlde kalması düşünülebilir mi? Hayır düşünülemez ancak bu iki devlet zulm etdikleri için kurtulma imkânı olmadı denirse o zaman sorulacak suâl şudur: Göklere çıkardığınız bir millet bu zulmü yıkacak imkânı nasıl olur da bulamaz? Ya Türk milleti övdüğünüz kadar yok, ya da zulüm yok!
 
Müfredâtın ağır olduğu husûsunda neredeyse bir ittifâk söz konusu. Körpecik dimağlar istîâb hadlerinin kat kat fevkinde yükle muhâtab oluyor. Minikler bu yükü bir müddet taşımaya çalışsa da sonunda pes ediyor. Pes etmek sınıfda kalmak, okuldan atılmak gibi netîceler doğurmuyor. En azından böyle netîcelenen hâdiseler umûmun içinde büyük bir yekûn teşkîl etmiyor. Yavrularımızın ekseriyyeti gözlerindeki zekâ kıvılcımlarını fedâ ederek çıkıyor bu tünelden. Yükün ağırlığı ma’denin değerine işâret etmiyor. Çocuklarımızın sırtındaki yük maalesef molozdan ibâret. Başka bir ifâdeyle ışık saçan bakışlar üç aded kırık tuğlaya fedâ ediliyor… Müfredât tesbît edilirken nev’i şahsına münhasır bir anlayışla hareket edilmiyor. Şuranın buranın kendi şartları dâhilinde uyguladığı program iktibâs ediliyor; ne getirir ne götürür suâli sorulmadan. Kompleksler hâlâ var, hem de öldürücü seviyede. Evrim yalanı bütün sofralarda bulunan bir yemek gibi. Bu saçmalığın “bilimsellik” adı altında nesillerimizi zehirlemesine daha yeni son veriliyor. Tabîî henüz kitâblar yazılmış değil. İnşaallah söyledikleri gibi olur ve “insansı”lar târihe karışır. Cilâlı taş devrini tedrîsâtımızdan çıkarabilmiş değiliz. Toplayıcılığı, mağaraları ilh… Bunlar cumhûriyyet târihinin değişmezleri. Hani şu değişdirilmesi teklîf dahi edilemez maskaralığı var ya, bunları da şâmil…
 
Ta’lîm-terbiyenin en mühim mes’elelerinden biri de hiç şübhe yok ki ingilizce. Bu lisâna kendi dilimizden çok daha fazla önem veriyoruz. Anaokullarına kadar indi. Öğrenmeyelim veyâ öğretmeyelim demiyoruz. Merâmımız bu dilin hak etdiği mevkide tutulması. Bu mevki aslâ ve kat’â birinci sıra değildir. Arabcadan sonra gelebilir. Ardından farscaya dönmek îcâb eder. Bu arada uzak doğu dillerinden birini öğrenmek de düşünülmeli… Yalnız bütün bunlar bir maksada hizmet etmeli. Cennet lisânı olan Arabcayı müşterek dil hâline getirmek Müslimânlar arasındaki birliği daha da sağlamlaşdıracakdır. Bu mühim vazîfe başka bir dile ve hele ingilizceye verilemez. İngilizceyi bilmek dünyâyı ta’kîb açısından faydalı olabilir. Dünyânın bizi ta’kîb etmesi gereken bir noktaya geldiğimizde buna da gerek kalmayacakdır…
 
Kötü niyyetlilerin vaz’iyyeti ortada. Onlardan ayrı olarak bir de şuûr fukarâları var. Aslında bunlara “dünyayı kurtaran adam” demek daha doğru olur; çünki bu edâdalar. Yapdıklarının hıyânet olduğunu bilemeyecek durumdalar. Harıl harıl çalışıyor, günde üç öğün müfredâtı değişdiriyorlar. Şu müfredât ne menem şeydir aslını bilen yok. Kafa yoran da yok. Keşmekeşe ve katliâma müfredât deniyor. Öyle ki bu yolla işlenen cinâyetler cengizinkileri geride bırakdı. Şimdi çok daha iyi anlıyoruz ki inkılâbcıların yabancı okulların mühim bir kısmını kapatması onların îfâ etdiği vazîfeyi der’uhde etmelerinden kaynaklandı. Yabancı maksadları yerli bir kılıfla sunmak daha kolaydı. Masonlukla alâkalı gelişmeler de bu kabîldir. Şuûrsuzları kâtillerle muâdil görmek lâzım. Bunlar yakın zaman önce özel öğretim kurumlarına belli kriterler getirmeyi düşünmüşdü. Neydi bunlar? Bale salonu olmayan okullar yeterince puan alamayacakdı. Mektebler buz pateni pistleriyle dolacakdı. Çünki o da puan getirecekdi. Herkesin gözü önünde kadınlı erkekli kıvrılıp bükülerek gösteri yapmanın vahâmetini henüz idrâk edemeyen şaşkınlar cinâyete yeltenmişdi. Olan hepimize olacak, lâkin en büyük zarârı yavrularımız görecekdi. Onları teşhîr edecekdik. Hayâ damarlarını kendi ellerimizle çatlatacakdık. Sonra da İslâm’ı hiç kimseye bırakmayacakdık. Buna en hafîf ifâdeyle ahlâksızlık denir!
 
Bugün de çok fazla bir şey değişmiş değil. Târih yine Sümer’de başlıyor. Âdem aleyhisselâma suhûf gönderildiğinin şuûrunda değiliz. Biliyoruz fakat şuûrunda değiliz. Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, Urartular, İyonyalılar, Bâbilliler, Asurlular, Akadlar gibi putperestler ya’nî müşrikler el’an parlatılıyor. Utanmadan, sıkılmadan. Fir'avnlara da dokunan yok. Aman piramitlerin ne kadar önemli olduğunu anlatmakdan vaz geçmeyin. Öyle mühendislik hârikaları (!) ki bunu yapan kim dedirtiyor! Zâten cumhûriyyetin ilk yıllarındaki hedef buydu. İşin üzücü tarafı aradan geçen bunca zemâna rağmen idrâksizlik hastalığından kurtulamamış olmamız. Velhâsıl, “kellim kellim lâ-yenfa”dan öte bir durumla karşı karşıyayız. Anlasak da anlamasak da vaz’iyyet bu!
 
Tellâllar salmakla bir arpa boyu yol alamayız! Birbirinin aynı olan binlerce değersiz dosya üst üste yığılır o kadar. Yapılacak iş Osmanlıya cân u gönülden mürâcaat etmekden ibâret...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.