KADER

A -
A +
Dedikoduya çok meraklıyız. Bundan kasdımız gıybet değil. Kîl ü kâl ya’nî boş lâf! Sayısız bilgi bu kabîl. Bunları polisiye roman gibi kaleme alıyoruz. Yetmiyor ateşli konuşmalar yapıyoruz. Üstelik heyecânımızı herkesin paylaşmasını istiyoruz. Yabancı istihbârâtlar için çalışanlar başka. Onlar ne yapdığını biliyor. Kamuoyunu adım adım belli bir noktaya götürüyor. Haber değeri olarak ikisinin de ehemmiyyeti yok. Ne var ki büyük ilgi uyandırdıkları ortada. Mal bulmuş mağribî ifâdesi halkımızın bunlara karşı gösterdiği tavrı çok güzel anlatıyor…
 
Basın toplantısı yapanların hâline bir bakın. Öyle bir hava ile mikrofonun başına geçiyorlar ki “bu ictimâ dünyayı yıkar” diyorsunuz. Saatler süren açıklamayı preslediğinizde elinizde toplu iğne başından daha küçük bir şey kalıyor. İşin trajikomik tarafı ise konuşanların ve dinleyenlerin rol yapmaması, herkesin anlatılanları ayniyle yaşaması. Mes’ele basît konularla sınırlı kalsa hâdiseyi komedi niyetiyle seyredilen “Yeşilçam” filmleri gibi görebiliriz. Ammâ ve lâkin en mühim mevzûlarda bile farklı bir manzara yok!
 
Osmanlı’nın bitmek bilmez mîrâsını yediğimizi unutmayalım. Henüz bunun üzerine bir şey koyabilmiş değiliz. Atdığımız adımlar ecdâdınkilerle mukâyese edilemeyecek kadar küçük. Ayrıca bu işin sâdece maddî tarafı. Ehl-i sünnet cebhesindeki vaz’iyyet kelimenin tam ma’nâsıyla fâcia. Kırılan cevizin kırkı geçdiği nokta epeyce geride kaldı. Henüz boğulmadıysak bu mübârek atalarımızın hürmetine olsa gerek. Âlem-i İslâm’daki i’tibârımıza bakarak yanlış kanâatlere varmayalım. Bu bize değil Âl-i Osmân’a. Gördüğümüz alâkayı kendimizden bilirsek her şeyi kaybederiz. Kibre düşmekle kalmaz hakîkate de muhâlefet etmiş oluruz. Mîrâs yedi durumundan kurtulmak için kalıbımızla berâber kalbimizi de ecdâda uydurmamız gerekiyor. Kaldı ki kalıp da meflûc…
 
Maamâfîh kader bizi tarihî misyonumuz için geri çağırıyor. İstesek de istemesek de farkında olsak da olmasak da ehl-i sünnetin kal’ası biziz. Bu bakımdan Suudlarla yaşadığımız son sıkıntıyı büyük ni’met bilmeliyiz. Vehhâbî ile siyâseten de olsa kol kola girilemeyeceğini bir kerre daha görmüş olduk. Rûhî ve bedenî olarak ihânete kurulu olduklarını tekrâr müşâhede  etdik. İran için de aynı şeyler geçerli. Ehl-i sünnet dâiresinin dışına çıkdığı andan i’tibâren gayr-i müslimlerle kucaklaşmakdan başka bir iş yapmadı. Onlarla bir olup Osmanlı’yı arkadan vurdu. Şu hâlde bugünki icrââtlarına şaşırmamak lâzım.
 
“Bunları dile getirmeyelim. Birliğe her zamankinden çok ihtiyâcımız var” tarzındaki sözler iyi niyetli insanların kuracağı cümleler değil. Doğrunun müdâfii olmayacaksak niye varız? Selçuklu niye vardı? Osmanlı niye vardı? Yanlışda bir araya gelinmez. Osmanlı kritik zamanlarda dahi onca ısrâra rağmen dört hak mezhebin dışında bir mezheb tanımadı. Bunu yapsa İran coğrafyası da nüfûzumuza girmiş olacakdı. Lâkin din gidecekdi. Siyâsî menfaatler uğruna seâdet-i ebediyye tehlikeye atılamazdı. Nitekim atılmadı. Sürhserin onca gayreti boşa çıkdı. Halîfe-i rûy-i zemîn onlara “gel fakat hakka gel” dedi.
 
Tıpkı Mevlânâ hazretleri gibi...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.