MESELE

A -
A +
Bugün milletimizin önüne gâye olarak konulan yegâne şey nefsin istekleridir. İnsânımızın hemen her kesimi bir şekilde bu tuzağın içine çekilmiş bulunuyor. Kadın, para ve nihâyet makâm kurulan tuzakların başlıca malzemesini teşkîl ediyor; çoğu zemân bunların hepsi aynı anda kullanılıyor. Memleketinden çıkıp gelmiş temiz Anadolu çocuklarının birkaç ay içerisinde tanınmaz hâle geldiğini büyük bir üzüntüyle müşâhede ediyoruz. Biraz mukâvemet edenlerin şu veyâ bu sebebden sür’atle eridikleri görülüyor. Şimdi çocukların rü’yâsını atv, gençlerinkini araba ve kız arkadaş, yetişkinlerinkini ise bütün arzûlarını gerçekleşdirebilecekleri kadar para süslüyor. Bugün muhâfazakâr olduğunu söyleyenler dahi çok şeyini kaybetmiş durumda. Tutduğumuz dalların her biri teker teker elimize geliyor. Cem’iyyetin derin bir çukurda bulunduğu konusunda aklı başında herkes hemfikir. Hattâ dibe vuranlar da bu görüşde. Ahlâkın bozulması şahsî sebeblere de dayanıyor ammâ bunda mevcûd yapının te’sîrini de unutmamak lâzım. Edebsizliğin alkışlandığı bir ortamda edebden bahsetmek akıntıya kürek çekmekden farksız. Ancak çok az kimse işinin hakkını vermek gibi bir zihniyyetde. Hâdisenin ma’nîdâr tarafı insânımızın yalnızca kendi ülkesinde böyle düşünüyor olması. Almanya’ya giden veyâ Fransa’da çalışan vatandaşlarımızın büyük başarılara imzâ atdıklarını sıklıkla duyuyoruz. Yabancı ülkelerde parmakla gösterilenler kendi memleketinde acebâ neden bu durumda?
 
Memleketimizde öyle bir çark var ki ona girip de doğru çıkmak neredeyse imkânsız. Bataklıkda yürüyüp üzerine çamur sıçratmamak sâdece rü’yâda yapılan bir yolculukda mümkin olabilir. Meyyâller şartların müsâidliği, halk ise kuşatılmışlık sebebiyle bu değirmenin öğütdükleri arasına giriyor. Buna direnebilmenin ancak bir nasîb mes’elesi olduğunu sırası gelmişken ifâde edelim. Topyekûn küçüldüğümüzden olacak büyük da’vâları unutduk. Artık hemen hiç kimsenin zihninde arzı “i’lâ-yı kelimetullah” için fethe koyulmak gibi bir fikir yok. Muhâfazakârlar bile bu düşüncede olanları yadırgar hâle geldi. Menfaati kalbimizin tam ortasına yerleşdirdik; birbirimizle olan günlük münâsebetlerimiz bile fâide üzerine kurulu. İ’tirâzı putlaşdırıp inâdcılığı bayraklaşdırdık. Birinin söylediğine diğeri mutlakâ ve mutlakâ karşı çıkıyor. Haksız da olsak ve bu gün gibi ortada da olsa dediğimizde diretiyoruz.
 
Hemen her konuda üstünkörülüğe alışdığımız için dedelerimizin de böyle olduğunu düşünüyoruz. Hâlbuki ceddimiz her işin hakkını vermeye a’zamî derecede dikkat ederdi. Vazîfenin aksatılmasını ihânet olarak gördüğü için bu duruma müsâmaha göstermezdi. Ciddiyyetsizlik, îcâbında başın teslîmi ma’nâsına gelirdi. Hem de öyle seneler süren mahkemeler netîcesinde değil; peşînen, en geç âcilen. Üstelik kimse bunu yadırgamazdı. Karârların adâletle verilmesi kabûllenmenin en önemli sebebiydi. “Şerî’atın kesdiği parmak acımaz” sözü boşuna söylenmedi. Mahkemeler batı hukûkuna göre karâr vermeye başladıkdan sonra hiç kimsenin parmağı kesilmedi ama zulüm kılıcının biçdiği milyonlarca insânın feryâdı da bir an olsun dinmedi. Osmânlıdan beri hukûk vicdânlarda da kelimelerde de değil; yalnızca sözcüklerde. Medenî hukûkun çağdaş bekçileri (!) böyle bir anlayışı temsîl ediyor. Onların hukûkdan anladıkları nefislerinin o anki isteklerinden ibâret. Ya’nî batı hukûku da dâhil olmak üzere hiçbir kâideye bağlanmak istemiyorlar. Âdetâ kâidesizlik kâidesine bağlanmış durumdalar. İşlerinde intizâm yok; olması da mümkin değil. “Kelâm-ı kibâr, kibâr-ı kelâmest:Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür” buyuruyorlar seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri. Bu netîceye o büyük evliyânın bir başka mubârek sözlerinden varıyoruz…
 
Milletimiz bugün endîşe verici bir noktada bulunuyor. Yakın zemânlara kadar batı kültürü halkımızın benliğine işlemiş değildi. Artık en müte’assıblarımız bile tiyatroyu sevmeyenleri ayıplıyor. Kız arkadaş ifâdesini çokdandır hemen herkes tabîî karşılıyor. Erkek arkadaş ta’bîrine de alışdık. Manzara gerçekden ürkütücü. Çeyrek asır önce, bozulanlar bile bu memleketin insânıydı. Başka bir ifâdeyle ortadaki misâl cümleyi utandıracak kadar kötüydü ama bu bizim kötümüzdü. Dursun dayının oğlu Durmuş yaramaz bir adam olup çıkmışdı lâkin her zemân için kulağından tutup çekmek mümkindi. Hattâ bırakın babasını amcasını mahalleli bir büyüğü tarafından dahi sîgaya çekilebilirdi. Ses çıkarması düşünülemezdi. Yanlış bir yolda olmasına rağmen gitmesi gereken istikâmeti bilirdi. Bu yüzden değerlerine hürmetkârdı. Bugünse öyle bir nesil yetişmiş bulunuyor ki temâmen farklı bir dünyâya mensûb. Cem’iyyetimizin ölçüleri onun nazarında en ufak bir değer taşımıyor. Sultân Ahmed Câmii’ne duyduğu hisler bir almanınkinden farksız. Durmuşa yapdığımız gibi onun kulaklarına yapışamayız; yapışsak bile alacağımız tek netîce boyumuzun ölçüsüdür. Kültürümüz dâiresinden çıkmış bu insâna ulaşabilmek nasıl mümkin olabilir? Gâlibâ düâ etmekden başka yapılabilecek bir şey yok! Kendine gel diyemeyiz çünki o gözlerini bay ve bayanın bulunduğu bir evde açdı. Bey ve hanımdan nasîbsizdi. Çevresinde olup bitenleri henüz anlamaya başlamışdı ki ablasının erkek arkadaşıyla tanışdı. Yedi yaşında dansı öğrendi. Dokuz yaşında başlayan çocukluk aşkı on birinde sona erdi…
 
Türkiye’de kapitalizmin yeni keşfedilmesi bu alçak sistemin anlaşılmasını zorlaşdırmış bulunuyor. İnsânlar bir cevher bulmuşcasına ona sarılıyor. Bunu yapanların bir kısmı basamakları üçer beşer atlayıp büyük zenginler sınıfına giriyor. Onların yükseliş esnâsında çıkardığı gürültü altda ezilen milyonların feryâdını basdırıyor. Kapitalizmin bugünki ma’nâda ülkemize gelişi seksenli yıllarda gerçekleşdi. Zâten insânımızda görülen öldürücü değişiklikler de bu yıllardan i’tibâren başlamadı mı? Yetmişli yıllarda son derece idealist olanlar seksenli yıllarda inanılmaz derecede egoistleşdi. Artık herkes kapısının önündeki iki ton kömürü içeri alabilmek için ya kolları sıvıyor ya da kesenin ağzını açıyordu; mahalledeki çocukların hadi Ahmed amcaya yardım edelim dedikleri devir gerilerde kalmışdı. Hattâ “Ahmed amca kolay gelsin” demek bile söz konusu değildi; lâf olsun diye söylenmiş bu söz yardım etme zorunda bırakacak bir diyaloga sebeb olabilirdi. Bu arada el arabasının çıkardığı sesler yandaki apartmanın üçüncü katında aerobik yapan bayanı râhatsız ediyordu…
 
Osmânlıdan sonra milletimizin başıboş kalması insânımızın yanlış noktalara sürüklenmesine yol açdı. Hâlbuki kayının çarkından geçip de bozuk çıkmak mümkin değildi. Böyle bir durum vâki olursa o ma’mûl derhâl mengeneye alınırdı. Eğrinin tesbîti zor da olmazdı çünki doğrunun kat’î hâkimiyyeti vardı. Nizâmın sarsıntı geçirmeye başlaması bozukların tabîî sınırı aşmasından sonra oldu. Tanzîmât ve Islâhât fabrikalarının piyasaya serî hâlde bozuk ma’mûl sürmesi yıkımı getirdi. Yirminci yüzyıldaki durumu ise yalnız ve ancak “imhâ” kelimesiyle îzâh edebiliriz…
 
Târih olan hasletlerimizden biri de vefâ. Gerçi bu kelimeyi unutmuş değiliz fakat o sıfata bürünenlerimiz öylesine az ki... Esâsen diğerlerinde de böyle. Cömerdlik, kanâatkârlık, fedâkârlık ve daha nicesi ortadan kalkmadı mı? Bu satırların yazarı da dâhil olmak üzere kaçımız onlarla mücehheziz? Bizler kıymeti kalıbda arayarak pek çok değerimizi kaybetdik. Değerlerimiz gökyüzüne doğru çekilirken hangimiz peşlerine düşdü? Bir kısmımız dönüp bakmadı bile, hattâ horon tepdi, ba’zılarımızsa arkalarından mendil sallamakla iktifâ etdi. Ve netîcede hiçbir kıymeti olmayan kuru bir gövde hâline geldik. Ne var ki onun bunca zemândır yıkılmaması bizleri ümîdlendiriyor. Acebâ diyoruz cevher hâlâ cânlılığını koruyor mu?
 
Televizyonlardaki onlarca dizi yüzlerce yeni isme kapı açdı. Bunlar büyük-küçük bütün rolleri üstlenmiş durumdalar. Vazîfelerini gereği gibi yapıyorlar. Ekran başındakiler filmin bir senaryoya göre ilerlediğini düşünemiyor bile. O kadar inandırıcılar. Hâlbuki bu oyuncular eskiden bir avuçdu. Her şey onların etrâfında dönerdi. Oynadıkları filmler ilgi çeker, diğerleri çok yapmacık kalırdı.  Aradan geçen kısa zemân çok şeyi değişdirdi. Şimdilerde bir filmin tutması için belli isimlere gerek yok. Âdetâ yoldan çevrilenlerle çekilen diziler büyük ilgi görüyor. İyi de bu nasıl mümkin oluyor? Yoksa cümle âlem san’atcı mı oldu?
 
Şahsî hürriyyetin putlaşdırılması insânımızın büyük bir kısmını yığın hâline getirdi; da’vâsız bir nesil türedi. Ekseriyyetin sakız çiğner gibi yalan söylediğini görüyoruz. Bu mevzûdaki değişim maalesef baş döndürücü. Şimdi yığın olanlar vaktiyle de zemân zemân yalana başvururdu. Bugün ise kurdukları cümlelerin içerisindeki doğru adedi parmakla gösterilebiliyor. Üstelik yalanlar öyle bir kılıfla servis ediliyor ki işin hakîkatini anlamak neredeyse imkânsız. Hücrelerimizi sür’atle ele geçiren korkunç bir mikropla karşı karşıyayız. Aslında yukarıdaki suâlin cevâbı da burada saklı. Halkımızın san’atcı olduğu yok. Sâdece geniş kitleler yalana alışdı. Bununla da iktifâ etmedi yalanı benimsedi. Herkese karşı gözünü kırpmadan yalan söyleyebilmek milyonların karşısında soğukkanlılıkla rol yapabilmeyi mümkin kıldı.
 
Maddenin kalblere hükmetdiği bir ortamda ulvî gâyeler peşinde koşmak ancak seçilmişlere nasîb olsa gerek. Osmânlının ardından milletimizin hemen her kesimi kendi değerlerine yabancılaşdı. İnsânımız din konusunda kendisine rehberlik edecek bir merci’ bulamadı. Bu ortamda devreye sahte rehberler girdi. Onlardan islâmiyyet adına yanlış olarak öğrenilen her şey bugünki manzaranın zemînini teşkîl etdi. Bunca tahrîbâta rağmen halkımız çok şükür müslimân olduğunu unutmadı. Târihe dönüp bakdığımızda hiçbir milletin bu denli büyük bir yıkımla karşılaşmadığını görüyoruz. İkinci cihân harbinde almanların uğradığı yıkım halkımızın geçirdiği deprem yanında çok küçük kalır. Mübâlağa etdiğimize hükmedenleri tekrâr tekrâr tefekküre da’vet ediyoruz. Bir an düşünelim, ingilterede kanlı bir devrim yapılıyor ve iktidâr yabancı ellere geçiyor. Yeni yönetim latin harflerini kaldırıp islâm elifbâsını uygulamaya koyuyor. Kânûnlar ilgâ edilip temâmen ayrı bir toplumun kâideleri getiriliyor. Arablar gibi giyineceksin diyor mütegallibe. Artık diyor özingilizce var, Shakespeare‎ gibileri okuma! Ve ekliyor: Hıristiyanlığa âid hiçbir unsuru hiçbir şekilde izhâr edemezsin. Sen bugün doğdun, eskiye sırtını döneceksin, hattâ onu hâfızandan sileceksin… Böyle bir durumda ingilizlerin bugünki yapılarını korumaları ne kadar mümkin? Bu suâle cevâb verebilmek elbetde çok zor ancak milletimizin gösterdiği direnişi ortaya koyamayacaklarını söylemek yanlış olmasa gerek çünki dayandıkları sağlam bir temel yok. Milletimizin bunca yıldır şânlı bir mücâdele vermesi islâmiyyetle şereflenmiş bulunmasından ileri geliyor. Cânı bahâsına da olsa dînini koruması lâzım geldiğini biliyor ve bu yüzden kat’iyyen teslîm olmuyor. Belki ba’zı cebhelerde geri çekiliyor lâkin nihâî zaferin kendisine âid olacağından bir an olsun şübhe duymuyor. Tabîî burada milletden kasdımız yığınlar değil…
 
Şu gün için başlıca mes’elelerimizden biri yaşadığımız dehşetli fikir hercümerci. Dehşetli diyoruz zîrâ bu hâl memleketimizde aynı dîne inanan ve aynı dili konuşan insânların birbirine ba’zan zâhirî olarak ve fakat çoğu zemân temâmiyle yabancılaşması şeklinde tecellî ediyor. Hattâ milletimizin ba’zı kesimleri söz konusu fikir karmaşasının doğurduğu hâl netîcesinde farklı kutublara giderek hakîkî türklükden o derece uzaklaşıyorlar ki bu farklılıklar ancak iki değişik milletde müşâhede edilebilir. Zîrâ karşımızda hemen her şeyiyle yekdiğerinden farklı insânlar bulunmakdadır.
 
Cem’iyyetimizin fikrî birliğini te’mîn eden müesseselerin asrımızın başında inanılmaz bir düşmanlıkla yok edilmesi yukarıdaki netîceyi doğurdu. Filhakîka insânlar düşünceleri ve fi’lleri i’tibâriyle i’timâd edecekleri makâmların inhisârı altındadır. Bunun târihimizdeki karşılığı hilâfetdir! Gel gör ki bu mubârek makâm ingilizlerden alınan emir gereğince büyük bir hışımla ortadan kaldırılmışdır.
 
Milletimiz hâl-i hâzırda büyük bir dönüm noktasında bulunmakdadır. Zîrâ şu günki hâl bin senelik târihimizde yabancı olduğumuz bir vâkıadır. Gerçi gerek moğol istîlâsı netîcesinde içine düşdüğümüz hâlet-i rûhiyye ve gerekse Tanzîmât’dan sonraki psikolojimiz ba’zı bakımlardan bu duruma benziyor. Ancak adı geçen devirlere dikkatlice bakdığımızda söz konusu keyfiyyetin mevziî olmakdan öteye geçemediğini ve dolayısiyle bütün cem’iyyetimizi şâmil bir hâl arz edemediğini görüyoruz. Ve zâten milletimiz bu şekilde millî bütünlüğünün en kuvvetli bânîlerinden biri olan fikrî bütünlüğünü korumuş oluyordu. Birincisinde Yûnüs Emre gibi gönül sultânlarının gayretleri fikrî ve buna bağlı olarak da millî bütünlüğü te’sîs ederken ikincisinde bilhassa hilâfet makâmı rol oynuyordu. Vesîleler değişik netîceler aynıydı.
 
Vaktiyle devlet ve millet olarak aynı inancı paylaşıyor ve aynı hisleri duyuyorduk. İkimiz de samîmî müslimânlardık. Oturmamız kalkmamız, yememiz içmemiz, sevincimiz tasamız aynı idi. Hâkânlar hâkânı “i’lâ-yı kelimetullah” uğruna sefere çıkarken Anadolu’daki bir cebelü de, “ne için savaşıyorsun” denildiği zemân “i’lâ-yı kelimetullah” cevâbını veriyordu. Aralarındaki fark pâdişâhın daha teferruâtlı bir cevâb vermesinden ibâretdi. Devletimizin yegâne varlık sebebi olan i’lâ-yı kelimetullah milletimizin de biricik ideali idi. Bin senelik fikrî bütünlüğümüz işte bu anlayış üzerine binâ edilmişdi. Vahîdeddîn hân da dâhil olmak üzere bütün pâdişâhlar bu konuda îmânlarından kaynaklanan sarsılmaz bir kanâate sâhibdiler. İkinci Mahmûd hânın şu sözlerine cân u gönülden katılmayacak hiçbir Osmânlı pâdişâhı yokdur: “Cülûsumdan beri kıl kadar kânûn ve şeri’at ve an’aneden ayrılmadım. Esâsen böyle hareket etmek benim vâcibe-i zimmetimdir. Bana cenâb-ı Hakkın emâneti olan milletimi ve tab’amı sıyânet zımnında ne kadar gayret eylediğim cümlenin ma’lûmudur.” Milletimizin umûmî vaz’iyyeti de hep böyleydi. Nitekim dedelerimizin Çanakkale savaşlarındaki rûh hâli bunu te’yîd etmekdedir. Atalarımız çöküş asırlarında bile fikrî bütünlüğünü te’mîn eden millî telâkkîsinden tâviz vermemiş, hâlîfe sultânlarımız da aynı istikâmetde mevzi’ almışdır. Demek ki fikrî birliğimiz Osmânlı sonrası döneme kadar gelecek lâkin bu dönemden sonra ta’kîbi imkânsız bir sür’atle bozulacakdır. Fotoğrafın en son karesi yukarıda tasvîre çalışdığımız fecî hâldir. Ancak burada yeri gelmişken şunu ifâde etmeliyiz ki bu son durum Tanzîmâtdan i’tibâren hız kazanan değişimin tabîî bir netîcesi değildir. Vâkıâ her ictimâî hâdise kendinden önceki ve sonraki olaylarla sıkı alâka içerisindedir. Dolayısiyle hepsinin birbirinin devâmı olduğu kabûl edilebilir. Fakat bu yapılırken Osmânlı batılılaşmasiyle Cumhûriyyet devri batılılaşmasının karakter i’tibâriyle çok farklı husûsiyyetler arz etdiği de unutulmamalıdır. Bunlardan birincisi şaşkınlık hâlet-i rûhiyyesinde devleti kurtarmak için girişilen uygulamalardı. Ne var ki ikincisi hassaten islâmiyyet ve bin yıllık türklüğe reddiyye ma’nâsına geliyordu. Yine bu ikincisinde geri kalışımızın sebebi olarak islâmiyyet gösteriliyor ve müslimân kaldıkça bu durumdan kurtulamayacağımız iddiâ ediliyordu. Bizler bin sene önce girdiğimiz bu batakdan (!) şöyle veyâ böyle çıkmalı ve hıristiyanlığı kabûl ederek muâsır dünyâdaki yerimizi almalıydık. (!) Ne yazık ki devlete hâkim güçlerin o dönemdeki düşünceleri bunlardı. Hâliyle bu durum sosyal bünyemizi temelinden sarsıyor ve bin yıllık birliğimize ağır darbe vuruyordu.
 
Fikrî birlik olmadan millî bütünlüğün korunması son derece müşkil ve hattâ imkânsızdır. Her grubun farklı bir doğruya inandığı topluluklarda insânları bir araya getirecek müşterekler buhârlaşır. Böyle bir cem’iyyetde i’timâddan bahsetmek mümkin olmaz. “İyi de Osmânlı da onlarca milletden müteşekkildi? Bunlar arasında din ve mezheb birliği de yokdu” diye düşünülebilir. Evet, Osmânlı böyleydi fakat devleti temsîl eden zümre dâimâ aynı mısrâ’ları dillendiriyordu. Orada çatlak bir ses yokdu. Zâten bu âheng bozulunca devlet de gitdi… Şunu da unutmayalım: Yukarıda türlü vesîlelerle îzâhına çalışdığımız aynı fikirleri paylaşma hâdisesi bir yeknesaklık değildir. Buradaki fikrî birlik temel mevzûlardaki birlikdelikdir. Yoksa tâlî konularda herkesin aynı düşünmesi mevzû-i bahs olamaz ve zâten bu durum insân tabîatına da uymaz. Ayrıca fikrî birlik hâdisesinin yeknesaklık olarak değerlendirilmesi bizi târihî hakîkatlerle de çatışdıracakdır. Zîrâ biraz önce ifâdesine çalışdığımız düşüncede birlik hâdisesinin bütün ma’nâlariyle mevcûd olduğu dönemlerde milletimiz en güzîde eserlerini vücûda getirmişdir. Selîmiye o dönemin mahsûlü olurken Kemalpaşazâde’nin nesri ve Bâkî’nin şi’ri yine aynı devrin semereleridir. Harb teknolojimizin Kânûnî zemânında vardığı mertebe ise bir diğer müşahhas misâldir.
 
Şu hâlde ictimâî sâhada karşılaşdığımız başlıca mes’elemiz imhâ edici gücünü hücrelerimize kadar hissetdiğimiz “fikir hercümerci”dir. Başka bir deyişle neye nasıl inanacağımızı bilememekdir. Bu durumun yol açdığı en büyük felâket çok kişinin bir hiç uğruna kendini ateşe atması, ya’nî se’âdet-i ebediyyeyi kaybetmesidir!
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.