AFYON

A -
A +

“Pâk dîndi Orhan pâk i’tikâd” diyor kaynak. Bu ufacık mısrâ cihânı ayağımıza seren bir şifre aslında. Türke kıt’aların kapısını açan bir anahtar. Gel gör ki ne bunu ne Sultân Alp-Arslan’ı anlayabilmiş durumdayız. “Biz temiz müslimânlarız; bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebebledir ki Allah hâlis Türkleri azîz kıldı” ifâdelerine boş gözlerle bakıyoruz. Yeryüzünü fethe koyulmuş gerçek kahramânlardan fersah fersah uzağız.

Garb mikrobu bizi yoldan çıkardı. Başlangıçda ana câddeye yakındık. Günler, aylar, yıllar derken makas açıldı. Çınar devrilince işin rengi değişdi. Görülmemiş bir zulümle muhâtabtık. Kıyâfet dahi i’dâm sebebiydi. Ne zemân başımızı kaldırdıysak biçildik. Bir müddet sonra ince işçiliğe geçildi. Ardından rötuşlar yapıldı. Nihâyet hamur istenilen kıvâma gelmişdi…

Vaktiyle boynumuzu vura vura kabûl etdirilen safsatalara bugün hakîkat diye yapışmış vaz’iyyetdeyiz. Kanımıza zerkedilen felsefe mikrobu din hâlini aldı. Dumanlı kafamızdan çıkan herzeleri âb-ı hayât zannediyoruz. İmâm-ı Gazâlî hazretleri “Tehâfüt”de felâsifenin iflâsını delîlleriyle isbât etmişdi. İbn Rüşd’ün cevâba yeltenmesi küfrün çemkirmesinden başka bir şey değildi. Hem Eflâtun tâifesi hem bizim şaşkınlar ebedî felâkete yürümüşdü. Bugünün mürekkeb yalamışları onlardan çok daha alçak. Zîrâ zağara köpeklik yapıyorlar!

Afyon çekmiş gibiyiz. Hareketlerimiz şuûrsuz. Adımlarımız hedefe varmakdan uzak. Ona doğru gitdiğimiz anlarda bile ondan uzağız. Neye nasıl yaklaşdığını bilmeden yol almanın ne ehemmiyyeti olabilir? Sahâbe nedir bilmiyoruz. Tâbi’în nedir bilmiyoruz. Tebe-i tâbi’înden hiç haberimiz yok. İctihâdı yorum zannediyoruz. Müctehid olmak için nelerin lâzım geldiğini bilen birisi ictihâd etmeyi ağzına alamaz. Hattâ bunun hayâlini dahi kuramaz. İmâm-ı a’zam hazretlerini birazcık olsun tanıyan kişi utancından yerin dibine geçer. Tabîî aklı varsa, din düşmânı değilse… Matrakçı Nasûh’a kulak verelim: “Sâhib-i mezheb-i millet-i bâhire ve zâhib-i me'âsir-i sünnet-i zâhire su'ltâni'l-ulemâi'r-râsihîn üstâd-ı eimmeti'l-müctehidîn câmi'u'l-usûl ve'l-fürû' muhakkıku'l-ma'kûl ve'l-mesmû' müfti-i ehli'l-yakîn ve rehnümây-ı dîn-i metîn ve mübeyyin-i şer'-i mübîn imâmu'l-enâm ve'l-ümem allâme-i fühûli'l-Arab ve'l-Acem İmâm-ı a'zam hazretleri”

Osmanlı için ehl-i sünnet i’tikâdı her şey demekdi. Onun dışındakiler hiçden ibâretdi. Nâdir Şâh İran’ı halîfe-i rûy-i zemîne tepsi içinde sunmuşdu. Tek isteği ca’ferîliğin beşinci hak mezheb olarak kabûlüydü. Ehl-i sünnet âlimlerinin ve evliyânın üstâdı Ca’fer-i Sâdık hazretleriyle hiçbir alâkası bulunmayan bu bâtıl mezheb Ca’fer bin Hüseyin Kummî ve Ebû Ca’fer Muhammed Tûsî’den geliyordu. Şâh elbette beklediği cevâbı alamadı. Atalarımız teklîfi elinin tersiyle itdi. Dünyâyı satıp âhireti aldı…

Mezhebler sonradan çıkdı diyenler bilmiyorlar ki eshâb-ı kirâmın hepsi müctehiddi. Resûl-i Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin mubârek cemâlini görmekle, mubârek sohbetlerinde bulunmakla kısa zemânda bu mertebeye çıkmışlardı. Zâten Allahü teâla insanların en iyilerini O’na eshâb yapmışdı. Dolayısıyla her birinin mezhebi vardı. Bunun ma’nâsı eshâb-ı güzîn efendilerimiz sayısınca mezheb olduğudur. İyi de bugün neden dört hak mezheb var? Kitâblara geçmediği için hepsi unutuldu da ondan! Mezâhib-i erbe’aya dil uzatan câhillere hak etdikleri cevâbı ecdâd versin. Hani şu ecdâd ecdâd diyoruz ya, işte o! Bakın Ebüssü’ûd efendi bir vesîleyle ne buyuruyor:

“MES’ELE: Dört mezheb üzerine cümle verilen fetvâlar bid’atdir, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında yok idi diyene şer’an ne lâzım olur?

ELCEVÂB: Ta’zîr-i şedîd olundukdan sonra aklı var ise şübhesi hallolmak lâzımdır.”

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.