Mayıs ayının demokrasi ile imtihanı

A -
A +
Mayıs, Türkiye'de demokrasinin gerçek anlamda ilk yeşerme ve aynı zamanda da en derin darbeyi aldığı aydır. 14 Mayıs 1950 günü, çeyrek asır süren tek parti idaresi veya "zulmü" sona ererken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının özgür iradesi sandığa yansıyordu.
 
Cumhuriyet tarihinde ilk kez halkın seçtiği bir parti yönetime geçerken, diğer parti ise Türkiye'nin ebedi kaybedeni olarak yerini almaya hazırlanıyordu. Bu seçimin bir önemi de Cumhuriyet Halk Partisi'ne halk tarafından muhalefet vazifesinin verilmesidir.
 
Ancak bu görev CHP tarafından farklı algılandı ve kendilerini demokrasinin koruyucusu addederek, canları sıkıldığında darbe yapmaya hakları olduğunu düşündüler. Çünkü onlar için muhalefette kalmak ve hükmedememek kabul edilebilir bir durum değildi.
 
Gösterilen bu çabalar maalesef henüz daha emekleme çağında olan demokrasimizin baltalanmasına yetti. 1950 senesinin 14 Mayıs'ında başlayan sandık özgürlüğü, on yıl sonra yine aynı ayın 27'sinde bir "darbe" ile kesintiye uğratıldı.
 
Demokrat Parti üyeleri en ağır hakaretlere maruz bırakılırken, halkın infialinden korkulduğu için saçma sapan sebeplerle yargılanmalar yapıldı. Netice olarak birçoğu ağır şartlar altında hapis cezasına mahkûm edilirken, Adnan Menderes ve iki arkadaşı da idam edildi. Celal Bayar ise yaşlılığı sebebiyle en azından yağlı urgandan kurtulmuş oldu.
 
O zamanlar kaybedenin Demokrat Parti olduğu düşünülmüştü ama asıl kaybeden Türkiye ve Cumhuriyet oldu. Bu fark edildiğinde de iş geçmiş, bir dönem kapanmıştı.
 
Peki, bu olay nasıl başladı ve demokrasi nasıl katledildi. Bir Başbakan'ın idam edilmesine kadar giden olayların arkasında gerçekten İsmet İnönü'nün parmağı var mıydı?
 
Demokrat Parti'nin sandığa koyduğu ambargonun ardından on yıl geçtiğinde, iktidarda olmaya ve tahakküm hakkını elinde bulundurmaya alışkın azınlıklar, artık rahatsızlıklarını açık bir şekilde dile getirmeye başlamıştı. Halk Partisi'nin veya askerin ayrı ayrı yapamayacağı darbe için, her iki taraftan tarafından da gizliden gizliye ve üstü kapalı sözlerle yürütülen bir birleşme zemini oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu konuşmaların bazıları da milletin dedikleri meclisin kürsüsünden yapılıyordu. İsmet İnönü'nün Menderes ve kabinesine bakarak hiddet ve nefretle "Artık sizi ben de kurtaramam baylar" diye haykırması, bu zeminin oluşması için yakılan yeşil ışıktan başka bir şey değildi.
 
Bir daha seçimle devletin başına gelemeyeceğini daha o zamanlarda hissetmiş olmalı ki; büyük aşk ve şevkle darbenin çığırtkanlığını yapmaktan geri kalmamış. Sebep ise sözde aydın geçinen birilerinin, günümüzde bile ısrarla kafamıza sokmaya çalıştıkları paşanın "demokrasi tutkusunun" aksine, her ne şartlar olursa ölümden önce bir kere daha Cumhurbaşkanlığına oturmak olduğu aşikârdır.
 
İhtilali dört gözle beklediğinin ve darbenin olacağını çok önceden bildiğinin de en büyük alametini gelin, damadı Metin Toker'in hatıralarında okuyalım:
"Geç vakte kadar oturduk. Yandaki bizim eve geçerken, İsmet Paşa benimle birlikte bahçeye çıktı. Koluma girdi. Biraz yürüdük. Bugün gibi hatırımdadır. 'İhtilal kapımızda' dedi..."
 
Paşanın bu sözleri ve ruh hali, ihtilali sanki bir kurtarıcı gibi beklediğini göstermekte. Nihayet aynı gece sabaha karşı düşüncelerinde yaşattıkları darbenin gerçekleşmesiyle, paşa ve damadı tereddütsüz olarak gelecek planları yapmaya başlamıştı bile.
 
Ancak her şeye rağmen "Milli Şef" tedirgindir. Bunca yıllık iktidarda bulunabilmek adına yaptığı onca şey onu hayatının son deminde de olsa aşırı derecede şüpheci yapmıştır. Askeriyenin içinden çıkmış da olsa, subayların her sözünü emir telakki edeceğinden emin de olsa yine de o duyguyu yenemiyordu.
 
Ancak gecikmeli de olsa Cemal Gürsel'in kendisini araması ve bu kısa denilebilecek konuşmada iltifat üzerine iltifat yağdırması üzerine rahatlar. İlk olarak Cemal Paşa konuşur ve ilk sözü beklenildiği gibi "Sayın Paşam" şeklinde olur. İsmet Paşa da aynı nezaketle cevap verir. "Buyurun paşa hazretleri"
"Size karşı kusurluyuz İsmet Paşam. Hareketimizi size önceden haber veremedik. Emirleriniz bizim için daima peygamber buyruğudur Paşam."
 
İsmet Paşa'nın bir siyasetçi olarak böyle bir konuşma içinde bulunması, demokratlık anlayışına ne kadar sığar düşündürücü. Devamında İsmet Paşa'nın, Gürsel Paşa'ya verdiği cevap ise hırs ve ihtirasın en büyük tezahürüdür:
"Memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız. Büyük bir iş yaptınız. Mutlu ve uğurlu olmasını dilerim. Başarınız için asıl ben sizlerin emrinizdeyim. Paşa hazretleri ben sizi anlıyorum. Ne zaman bir arzunuz olursa emrinize amadeyim."
 
Metin Toker'in hatıralarında geçen bu satırlar birçok anlamda düşündürücü.
 
Darbecilere her şeyiyle yardımcı olacağını söylemesi, hele hele Milli Şefliği döneminde Alay Komutanı olan bir subaya emrinize amadeyim demesi kusura bakmasınlar ama hiçbir demokratik kaideye uymaz.
 
Zaten bazılarının iddia ettikleri gibi İsmet Paşa gerçekten demokrasiye inansaydı, 1960 sonbaharında yapılacak erken seçimi bekleme olgunluğunu göstermesi gerekmez miydi?..
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.