O günler!.. Ve bugünler!..

A -
A +

O günler!..
Ben, 1955’lerin son aylarında “spor yazarı çıraklığına başladığım” zaman, o yılların imkansızlıklarına  rağmen, “spor basını, gerçek bir spor basını idi!..”
Bilgisayarımın başına oturdum; “Rio Olimpiyatlarındaki bozgunumuz” konusunu yazacağım. “Dur” dedim kendi kendime; “Bir ufuk turu yap, spor sayfalarına bak. Rio için yazılmışları oku, yazılanları tekrar kuyusuna düşmezsin!..”
“Bir saate yakın” sürdü turum ve yazıma başlayacağım sözü, sevgili kardeşim Hıncal Uluç’un sütununun “Sevdiğim lâflar” bölümümde buldum; demiş ki, “en sevdiğim” yazarlardan Stefan Zweig; “Gözler az gördüğü, kulaklar az duyduğu ölçüde hayal gücü artar."
İşte, “Türkiye’nin Olimpiyat hezimetini en iyi anlatacak” söz; “Az gören gözler, az duyan kulaklar ve de Rio için kurulan hayaller”; püfff!..
“Az gören gözler” nerede; spor teşkilatında; “az duyan kulaklar” nerede; spor basınında ve işte bu tablonun sonucu; 100 bilmem kaç kişilik kafilenin getirebileceği madalya sayısı, görülüyor ki, “hayallerdeki” sayının dörtte biri bile olmayacak!.. Düne kadar, “ikisi devşirme” üç sporcumuzun aldığı madalya sayısı sadece 3 ve de “ikisi yarım, biri dörtte bir!..”
Kim sorumlu; elbette spor teşkilatı ve federasyonlar, ama dahası da var, “en az onlar kadar” sorumlu olan; spor basınını devletin, halkın televizyonu TRT de dahil, “futbol basını”, hatta “3 Büyüklerin futbolu basını” hâline dönüştüren spor medyamız!..
Ben, 1955’lerin son aylarında “spor yazarı çıraklığına başladığım” zaman, o yılların imkansızlıklarına rağmen, “spor basını, gerçek bir spor basını idi!..”
Bazı gazetelerde “birer sayfalık”, bazılarında “yarım sayfalık” spor yeri vardı. Bir - iki tane “kapanan” sonra “başkası” açılan spor, futbol, Fenerbahçe, Galatasaray dergileri vardı.
Ve de “Ankara’da spor teşkilatından, federasyon odalarından çıkmayan” spor muhabirleri vardı, haftanın birkaç günü, güreş, atletizm, basketbol, voleybol, boks hatta tenis, bisiklet başta ülkede yapılan bütün spor branşlarının haberleri, hatta zaman zaman manşetleri süsleyerek, “eleştirileri, yorumları, kritikleri ile beraber”, o “bütün / yarım” sayfalarda yerini alırdı!..
O zaman “spor bakanlığı yoktu”; adı “Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü” olan spor teşkilatının genel müdürleri, ülke insanı tarafından “bakanlar kadar” tanınır, saygı görürdü. Dahası, bıraktım futbol, basketbol, voleybol, güreş, boks gibi çok yazılan çizilen spor branşları, bisiklet, tenis, eskrim, kürek, yüzme, hatta dağcılık, okçuluk federasyonları başkanları ve sporcuları bile spor camiasınca “tanınan, saygıyla selamlanan, sevgiyle kucaklanan” insanlardı.
Yıllarca ve yıllarca cumartesi / pazar günleri hariç “Ankara Ulus’taki Genel Müdürlüğün özel kaleminden, genel müdür odasından, federasyonların odalarından ve ayrı binada bulunan Futbol Federasyonu özel kaleminden, başkanlık odasından” çıkmadım. O günlerde de yerim futbol, basketbol, voleybol maçlarının basın tribünleri, atletizm pistleri, güreş minderlerinin, boks ringlerinin kenarları olurdu. Benim gibi koşturan onlarca “rakibim” spor yazarı ile beraber!..
O günlerde futbol bir yana basketbolun, voleybolun, güreşin, atletizmin, boksun yazarları, yorumcuları vardı ve “o tek ya da yarım sayfalarda” yerleri de vardı.
Zira “o günler” spor sayfalarının, 3 büyüklere ve onların futboluna bugünkü gibi “tahsis edilmediği” günlerdi!..
Başarısız federasyonlar, önce spor basının diline dolanır, kamuoyunca öğrenilir, tepkiler gelir, sonra da “istifaları” genel müdürlerin önüne konulurdu!..
Bu sistem içinde olimpiyatlardan da “sadece yarımlar, çeyrekler değil, tam madalyalar, altın madalyalar gelir”; Türkiye’nin adı madalya sıralamalarında “ilk 10’lara girerdi!..”
Sonra “yavaş / hızlı” her şey değişti ve “bugünler” geldi!..

Şaka!.
Şenol Güneş, cesaretle “gerçekleri ve doğruları söyledi” ve de sosyal medyadan, spor sayfa ve ekranlarından “olumlu / olumsuz” büyük tepkiler geldi, bunlardan bir tanesi çok tuttu; “Güneş, Orman’ı yaktı!..” Aslında, iyi ki Güneş doğmuş ve Orman aydınlanmış, uyanmıştı; yoksa “Şampiyon takımın iskeletini bozan” ve de “transfer yerine papatya falı açmaya başlayan” Fikret Orman, az daha kendini de, Beşiktaş’ı da yakıyordu!..

Ve bugünler!..
Evet, yukarıda anlattığım o günlerde “federasyonlar özerk değildi, maddi şartlar ve imkanlar çok kısıtlıydı”.  Federasyon Başkanlarının seçimi, pardon tayini “Genel Müdür tarafından yapılırdı”, sonra “Bakanlık kuruldu, müsteşar ve bakan da bu sürece dahil oldu”; seçim / tayin sistemi devam etti ve var ki, “kriteri” uzun yıllar ve çoğunlukla “idarecilik ehliyeti / spor bilgisi” olarak kaldı.
Sonra, “basın rota değiştirdi”; sayfalar, mikrofonlar, sonra da yeni yeni açılmaya başlayan ekranlar, futbolun, 3 büyüklerin futbolunun ve yönetimlerinin peşine takıldı. “Halk adına denetim” sorumluluğunu yüklenen ve bu sebeple “4’üncü kuvvet” olarak tanınan basın, sporda bu görevini yapmamaya başladı.
Buna “federasyonların özerkleşmesi” ve de “seçimle iş başına gelmeleri” eklendi. Ne var ki, “özerk (!) federasyonlar”, tamamen “yukarıların, dolayısıyla spor teşkilatının istediği ve desteklediği başkanlar tarafından kurulur oldu; kriter de “yöneticilik yeteneği ve bilgi” yerine “bizden birisi” oluverdi. Önceleri “gerçekten seçim yapılacağını zannedildi” ve çok adaylı seçimler vardı. Sonra anlaşıldı ki; “hep teşkilatın ve yukarının istediği adaylar seçiliyor”, genel kurullarda “tek adaylı seçimler” yapılır oldu.
Ve de sonunda sporumuz işte bugünlere, “az görenler, az duyanlar ve hayaller” günlerine geldi!..
Bugün Futbol Federasyonu Başkanı hariç, spor genel müdürünü, hatta basketbol dahil bütün federasyon başkanlarını, getirelim Urla’ya; Urla meydanında, caddelerinde dolaşalım, bakalım “onları tanıyan” kaç Allah’ın kulu çıkacak?..
Zaten onların da “pek tanınmak istediklerini” sanmıyorum. Onlar, futbol medyasından ve “bugünkü içe kapanık düzenden çok memnunlar”, haber yok, eleştiri yok; oh ne âlâ, ne âlâ!..
O günün şartlarının ve imkanlarının yüz misline kavuşulduğunu bu günlerde, “devşirmeler dahil” ne halde olduğumuz ortada. Katar, Bahreyn kadar bile “devşiremiyoruz”, adamların devşirdikleri “altın madalyaları götürüyor”, bizimkilerin çoğu yarı finale çıkınca, “altın madalya almış gibi” seviniyoruz!..
Peki, kim soracak bu acı ve hazin tablonun hesabını; spor basını zaten “sporu bırakmış”, kamuoyu bir yana spor camiası bile “federasyonlarda ne olup bittiğini bilmiyor, tanımıyor, ilgilenmiyor, tepki koymuyor, koyamıyor ve de “rekor katılım” diye övünülerek gidilen Rio “hayal ve gezinme mahalli” olmaktan öteye gidemiyor; yazıklar olsun!..

Levent Nazifoğlu!..
Bir zamanlar bir Galatasaray Başkanı vardı; “Ben başkan olduğum sürece, O, bu kulübün kapısından giremez” demişti.
“O” dediği adam, Gündüz Kılıç’tı. “O” Gündüz Kılıç, Galatasaray Tarihi’nde de, Türk Spor Tarihi’nde de “efsaneler arasında” anılmaya devam ediyor; bilmem ki, o sözü söyleyen Galatasaray Başkanı’nı hatırlayan var mı; bir “bilmem” ki daha; anladın mı, Levent Nazifoğlu?..
Sen Galatasaray Kulübü yönetimine, Genel Sekreterine, Sportif AŞ Başkan vekiline basın yoluyla “hakaret eden” Sneijder’i baştacı et, sonra da “aşağılamalara maruz bırakılarak, küçük düşürülerek” kapı önüne konulmaya, basına anlattığınız ifade ile “temizlenmeye” çalışılan ve “onur mücadelesi yapan” futbolcular için  “ellerindeki sözleşmede yazılı haklarını istiyorlar” diye, “Ben olduğum sürece bu kulübün kapısından giremezler” de!..
“Ruhsuz” Hollandalı Donk kalacak, “nice maçlar kurtaran” Olcan gidecek öyle mi, “hakaretçi” Hollandalı Sneijder kalacak, “fedakar” Umut gidecek öyle mi ve de bu rezalet  Hollandalı bir “alt yapı” hocasının raporuna bağlanarak, “Riekerink böyle istiyor” denecek, öyle mi; kuzum Nazifoğlu, sen gerçekten Galatasaraylı mısın?..

 

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.