1897’den 28 Şubat’a!

A -
A +
28 Şubat post-modern darbesi, son 22 senedir en fazla konuşulan, atıfta bulunulan, yerine göre sulandırılan bir mesele oldu. Çok önemli gelişmeleri beraberinde getirdi. O dönemin başrolündeki askerleri, iş adamları, sendikacıları, siyasetçileri hep tartışıldı. Belki de en dikkat edilmeyen husus bunların kimin taşeronluğunu yaptığı meselesi idi. İşte Türkiye’nin bence asıl olarak bu noktaya odaklanması gerekmektedir. Zira içerideki yani sahnenin önündeki kavga, sahnenin gerisindeki güçleri hep görünmez kılıyor. Dolayısıyla da oyunlar aralıksız yenileniyor. Sadece figüranlar değişiyor. Kısır bir döngü içerisinde birileri bizi öğütmeye, gücümüzü tüketmeye devam ediyor. Diğer taraftan tarihî hadiseler, ekonomik verilerle, “dün fiyatlar şu idi bugün bu oldu” cinsinden değerlendirilemez. Milletlerin tarihî hedefleri, gayeleri, ülkelerin, devletlerin ileriye yönelik aldığı kararları önemlidir. Bunlar unutulursa, gün gelir hatırladığınızda iş işten geçmiş olur. İşte bu noktada 28 Şubat’tan tam yüz sene önce 1897 Basel’deki Siyonist Kongresini unutmamak lazım. Burada ne kararlar alınmış ve neler yaşanmıştı? Bunu kongrenin mimarı olan Theodor Herzl hatıratında şöyle açıklamıştı: "Ben, Basel’de 'Yahudi Devletini' tesis ettim. Ben bunu bugün yüksek sesle söylesem bütün dünyada bir kahkaha tufanı yükselir. Fakat bundan beş sene sonra, belki elli sene sonra ise muhakkak herkes bunun böyle olduğunu anlayacaktır.” Devlet, elbette ki kurdum demekle kurulmuyordu. Bunun için zaman, imkân, ter akıtmak gayret göstermek lazımdı. Herzl de bu itibarla elli sene sonrasını hedef koymuştu. Ancak Herzl’in en büyük engeli, elbette ki bu maksadına tam karşı vaziyet alan Osmanlı Devleti idi. Nitekim o dönemde Osmanlının başında bulunan Sultan II. Abdülhamid Han, bütün gücüyle Siyonistlerin bu tasavvurunun önünü kesmek için faaliyet yürütecektir. Abdülhamid Han, müthiş istihbaratı sayesinde Herzl’in ve Siyonistlerin gerçek maksatlarına vâkıftı. Asıl hedeflerinin Avrupa’daki zulümden kaçan Musevileri Filistin’de yerleştirip, onların güya tarımla uğraşmalarını sağlamak değil de, bağımsız bir devlet, hatta “Devlet-i Aliyye’nin Asya vilayetlerinden bir kısmını da içine alan bir imparatorluk kurmak olduğundan” kuşkusu yoktu. Nitekim şu sözleri bu hususu yansıtmaktadır: “Siyonistlerin şefi olan Herzl, fikirleriyle beni ikna edemez. Siyonistler Filistin’de yalnız ziraat yapmak değil, orada hükûmet kurmak, siyasi temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzu ediyorlardı. Bu haris tasavvurlarının manasını gayet iyi anlıyorum. Lakin Siyonistler bu teşebbüslerini kabul edeceğimi zannetmekle saflık ediyorlar. İmparatorluğumuz dâhilinde, halkımızın fertleri olarak ve Bâbıâli’nin dirayetli hizmetkârları olarak Yahudilere ne kadar kıymet veriyorsam Filistinlilere dair kurdukları tasavvurlara da o kadar düşmanım.” İşte Sultan’ın bu duruşu çok geçmeden okları kendisine yöneltecek ve aleyhinde korkunç kampanyaların düzenlenmesine yol açacaktır. Sonunda içeriden kendi evlatlarının çıkardığı isyan ile saltanatına son verilecektir. Oysa son verilen sadece onun saltanatı değil aynı zamanda devlet-i ebed müddet olan Osmanlı olacaktır. Nitekim darbedeki Yahudi parmağı o kadar açıktır ki… 31 Mart Vakası'ndan sonra Mahmud Şevket Paşa ile Harbiye Nazırı Salih Paşa, ilk olarak Hahambaşı Haim Nahum’u ziyaret etmişlerdir. Her iki paşa da, Selanik Yahudilerinin verdiği destek için kendilerine özel teşekkürde bulunmayı ihmal etmediler. Konu hakkında ciddi araştırmaları bulunan Cevat Rıfat Atilhan daha sonra şu değerlendirmede bulunacaktır: “31 Mart Vakası, Türk milletini her şeyi ile dize getirmek, vatanını parçalamak ve bir kısmı üzerinde hâkimiyet sağlamak için Siyonizm ve Farmason iş birliğinin tertip ettiği sistemli ve planlı bir suikasttır. Hedefleri müstakil son Türk devletini yıkmak, onu ayakta tutan bütün manevi faktörleri ortadan kaldırmak, Filistin topraklarında Yahudi devleti oluşturmak ve İslam âleminin rehberi olan büyük Türk milletini küçültüp bu âlemin başından koparıp atmaktı. Bu hedefe ulaşabilmeleri için Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indirmeleri gerekiyordu. Bu maksatla Siyonistler, Dönmeler, Masonlar ve komitacılar birleşerek hedeflerine ulaştılar.” Gerçekten de Emanuel Karasu’nun defalarca ve iftiharla, “Sultan Hamid’e beş milyon altına yaptıramadığımız işi, İttihatçılara dört yüz bin altına yaptırdık” diye övünmesi bu tezi ispatlamaktadır.     İngiliz Mary’nin belgelerini de incele!   Şimdi şöyle düşünelim. Abdülhamid Han gitti iş bitti mi? Büyük İsrail projesi kapandı mı? Büyük Ortadoğu Projesi bunun gerçekleşmesi için atılmış makyajlı yeni bir adım değil miydi? İslam’ın gücü ve etkisi kırılıp yok edilme noktasına getirilmeyecek miydi? Onlar bunu unutmuş muydular? İşte Türkiye’nin darbeler tarihi ile yüzleştiğimizde hep bu soruların cevabını ve bunları gerçekleştirme noktasında atılan adımları görürüz. Ne yazık ki sadece figüranlar değişmekte ve biz içeride bölünüp birbirimizi yemekteyiz. Oysa birileri de arkada gülerek ellerini ovuşturmaya devam etmekteler. 28 Şubat’ın 22. yıl dönümünde sadece bir iki hadiseyi gözler önüne sermeye çalışacağım. Birincisi neden bu ülkede hâlâ Sultan II. Abdülhamid Han tartışılır ve gözden düşürmeye çalışılır. FETÖ’nün devlete hâkim olduğu sırada Millî Eğitim Bakanlığı’nı hep elinde tutan Hüseyin Çelik’in Abdülhamid Han ile ilgili dinmek bilmeyen kini ve iftiralarına bakınız! On sene önce böyle yazılar kaleme alır mıydı acaba düşününüz? İngiliz Mary’nin yönlendirmesi ile Sultan II. Abdülhamid Han’a darbe teşebbüsünde bulunan Ali Suavi’ye methiyeler düzen bu adam, işi gücü bıraktı, II. Abdülhamid Han ile uğraşmaktadır. Onun fikren nemalandığı hocalarının da nasıl bir Abdülhamid Han düşmanı olduğunu erbabı iyi bilmektedir. Bu zat, Mary’nin İngiltere’ye kaçırdığı belgelerden de haberdar mıdır acaba? Hüseyin Çelik, İngiliz aklıyla hareket ederek “Dinde halifeliğin yeri olmadığını savunan” bu sarıklı ihtilalciyi (Ali Suavi) “darbe yapamadı” diyerek oldukça hayıflanmaktadır. Acaba başka darbe ve işgallerin gerçekleşmemesinden duyduğu üzüntüyü böyle mi gidermektedir! Şurası muhakkak ki birileri, “Abdülhamid Han’ı anlamak, bugünü anlamaktır” sözüne muhalefetle, bu siyasi dehayı hâlâ karanlığa gömmek istemekte ve hâlâ birilerinin bugünleri de yönlendirmesine çanak tutmaktadır.     Ya ilahiyatçılar!   İkinci sözüm ise yine İlahiyat camiasından birilerine olacaktır! Malumunuz Siyonist Kongrede ele alınan konulardan biri de İslam’ın etkisini kırmaktı. Peki Abdülhamid Han düşürülüp, Osmanlı Devleti yok edilip, yeni Türkiye Cumhuriyeti üzerinde de nice nice planlar yürürlüğe konulurken İslamiyet’e karşı verilen savaş unutuldu mu sanıyorsunuz? Asıl bu savaşın artık sessiz sedasız değil bağıra çağıra yapıldığını görmüyor musunuz? Hem de ilahiyat camiasının bu konuda baş figüran olarak kullanılması ne kadar manidardır. Zira matematik ve fizikçiler bu tahribatı asla gerçekleştiremezdi. Öyleyse işi erbabına(!) vermek gerekirdi. Çıktığı programlarda Yahudilerin Türkleri çok sevdiğini ısrarla savunan Prof. Dr. Nuh Arslantaş’ın maksadı bugünlerde net olarak ortaya çıktı. Meğerse Tevrat’ın tefsirini yapıyormuş. Kullandığı kaynak, 10. yüzyılda Bağdat’ta yaşayan ve Tevrat’ı Arapçaya ilk tercüme eden kişi olan Saadya Gaon isimli bir Yahudinin "Tefsiru’t-Tevrat bi’l-Arabiyye" isimli eseridir. Eser, Kültür Bakanlığı Yazma Eserler Kurumu tarafından iki cilt hâlinde yayınlandı. Evet bakanlığımız ve ilahiyat hocamız Müslümanların hararetle beklediği (!) bu eseri binbir çaba ile Türk ilim âlemine kazandırdılar. Sultan II. Abdülhamid Han’ı devirmek için büyük gayretler sarf eden Efgani ve Abduh’un hararetli savunucusu Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Ali Köse Bey de artık ilahiyat talebelerine ders olarak bu kitabı da okuturlar. Malum Ehl-i Sünnet yolundan gittikçe uzaklaştırılan talebelerimiz için boşluk doldurmak açısından böyle derslere ihtiyaç vardır(!). Ayrıca "dinler arası diyalog masası" da boş kalmasın(!). 28 Şubat sürecinin FETÖ’ye yol açtığı bugün hemen herkesçe bilinmekte ve belirtilmektedir. Peki, o günün aktörleri bunun farkında mıydılar, bilinmez! Bugün de bazı figüranlar aynı kuyuya su taşıdıklarının ne kadar farkındalar bilemiyorum!     TEFEKKÜR
Sâr-bân-ı vakt isen hazm eyle zîrâ vakt olur
Bir topal merkep belâsıyle katar elden gider
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.