Ne oldu da değişti?

A -
A +
Eski başbakanlarımızdan Ahmet Davutoğlu Bey siyaset yolunda sistemli bir tarzda yükselen devlet adamlarımızdan birisidir. Ben onun bu yükselişinde bilhassa zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan Bey’i takdir eder ve hareketini misal gösterirdim. Neden?
Ahmet Davutoğlu Bey iyi yetişmiş bir bilim adamı idi. 1990 yılında, Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak göreve başladı. Burada Siyaset Bilimi bölümünü kurdu ve 1993 yılına kadar bu bölümün başkanlığını yürüttü. 1995-1999 yılları arasında Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde çalıştı. Bu arada doçentlik ve profesörlük payelerini aldı. 1998-2002 yıllarında, Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Harp Akademilerinde misafir öğretim üyesi olarak ders verdi. Aynı zamanda Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde de misafir öğretim üyeliği yaptı.
İşte Tayyip Bey bu kıymetli bilim adamını 2003-2009 yıllarında dış politika danışmanı olarak kullandı ve kendisine, dünya siyasetini ve dönemin liderlerini tanımasında engin ufuklar açtı. 2009 yılında ise muhakkak ki bilgi ve tecrübesi zirveye çıkan bu akademisyenimizi dışarıdan (milletvekili olmadığı hâlde) dış politikanın başına getirdi. Yani o artık Dışişleri Bakanı idi. 2011 seçimlerinde ise Konya milletvekili olarak Meclis'e girdi. Dışişleri Bakanlığı vazifesi ise devam ediyordu. Tayyip Bey, 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğunda Ahmet Bey de artık Başbakanlık makamına geçmiş bulunuyordu.
İşte ben kıymetli bir akademisyenimizi çekirdekten alarak bu noktaya taşıması ve tecrübeli bir siyasetçi olarak milletimize kazandırması açısından Tayyip Bey’i alkışlıyor ve bu davranışını her vesile ile gençlere anlatarak geleceğin siyasetçilerine emsal olmasını diliyordum.
Fakat ne olmuştu da Ahmet Davutoğlu Bey Başbakanlığından sonra bambaşka bir role bürünecekti! Bu sadece kendini ispatlama savaşı mıydı? Yoksa yeni bir strateji belirleme işi miydi? Oysa Türkiye 2010 yılından beri çok önemli bir noktaya doğru gidiyordu! Çok farklı bir kaosun içine sürükleniyordu. Bunu köylü Mehmet Ağa’nın dahi gördüğünü bilirken tecrübeli bir siyasetçinin anlamamasına herhâlde ihtimal dahi yoktu!
Nitekim Davutoğlu’nun Başbakanlıktan ayrılması (22 Mayıs 2016) iki ayını doldurmadan Türkiye’nin bir işgal projesi ile karşı karşıya kalması her şeyi özetlemiyor muydu?
 
 
MHP, neden hep hedefte!
 
İşte Türkiye bu işgalden milletin topyekûn birlikteliği ile kurtulmaya muvaffak olurken devletimiz de artık bilhassa işgal projesinde rolü açıkça ortaya çıkan stratejik ortağı (ABD) ile alakalı olarak farklı bir siyaset belirlemeye başlayacaktı.
Fakat bu sırada milleti şaşkınlığa düşüren tavırlar da görülmeye başlayacaktı. Devlet Bahçeli Bey’in, bu zor dönemlerde neredeyse kayıtsız şartsız Tayyip Bey’in yanında yer alırken, Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi kırk yıllık dostları ile birlikte bir fâninin çıkabileceği en yüksek makamlara getirdiği Ahmet Davutoğlu Bey artık kendisine neredeyse zerre kadar destek vermeyeceklerdi.
Bilhassa her seçimde ayağının tökezlemesini kedi fare bekler gibi bekleyeceklerdi. Nihayet ilk tökezlemede de kendini gösterecek adımları atacaklardı.
31 Mart seçimlerinin ardından her yazar gibi ben de iki değerlendirmede bulundum. Eksikleri gösterdim. Ancak Davutoğlu’nun söylemleri hiç aklıma gelmemişti.
Zira Sayın Davutoğlu meseleye ülkenin geleceği açısından baktığında ilk olarak MHP ile ittifakın zararlı olduğunu vurguluyor ve şöyle diyordu:
“Cumhurbaşkanlığı sistemi ile birlikte gelen ittifak yapılanmaları beklenenin aksine siyasi yelpazedeki dağınıklığı gideremediği gibi siyasi kutupların oluşmasına ve toplumu bir arada tutan ortak değerlerin yıpranmasına yol açmış görünmektedir. Seçim sürecinde ittifak yapılarının cepheleştirici karakterinden kaynaklanan sert söylemler siyasi kutuplaşmayı tehlikeli boyutlara taşıyarak toplumsal barışımızı ve ortak aidiyet bilincimizi zedelemiştir.”
Evet dikkat olunursa Davutoğlu’nun tek derdi AK Parti’nin MHP ile birlikteliği olduğu anlaşılmaktadır. Aslında biz bu rahatsızlığı toplumun belli kesimlerinden, 15 Temmuz işgal girişiminden beri görmekteyiz. Şunu unutmamalıdır ki, 15 Temmuz bir milattır ve sadece Davutoğlu için değildir. Tayyip Bey’in 40 yıllık dostları bu tarihten sonra ve hatta 2013 yılından itibaren kendisine mesafe almışlar ve ellerine geçirdikleri her fırsatta bu birlikteliği yıkma teşebbüsünde bulunmuşlardır.
Nitekim görüldüğü üzere Davutoğlu da 31 Mart’ta parti hafif bir yara aldığında hemen ilk yumruğu bu birlikteliği yıkmak için atmıştır...
Peki o zaman Davutoğlu’nun şu değerlendirmesini nereye koyacağız. “…2013 yılında Gezi olayları ile başlayan, 17-25 Aralık komploları ile devam eden, çukur eylemleri ile tehlikeli boyutlara ulaşan ve nihayet 15 Temmuz hain darbe girişimi ile zirveye çıkan iç gerilimler ülkemizi vizyoner ve atılımcı pozisyondan reaksiyoner ve savunmacı bir pozisyona sürüklemiştir.”
Şimdi ben de soruyorum: Bu iç gerilimler kimin eseri idi? Ülkemizi bu hâle kimler düşürdü? Yenikapı ruhu olmasa idi bu savaşların sonu nereye varırdı tahmin edebiliyor musunuz? Karşınızda birleştiler diyerek savunduğunuz grup bu noktaların hangisinde sizin yanınızda yer almıştı?
“Stratejik Derinlik” kitabını yazmakla stratejik davranabilmek aynı olamıyor maalesef.
Siz iki yıldır kenarda kalmakla kimin yanında saf tuttuğunuzu görebiliyor musunuz?
 
 
Derin yazmak değil, doğru düşünmek!
 
Aslında Sayın Davutoğlu partisini tenkit ederken karşı safın söylemlerini ve ittifaklarını da bir kez gözden geçirse ne kadar iyi ederdi!
Mesela 15 Temmuz’a "kontrollü darbe" tanımlaması yapmak ne manaya gelmekte idi? Şayet kontrollü darbe ise bu kontrollü darbeyi son ana kadar neredeyse bizzat başında bulunduğu hükûmetin düşünmüş ve gerçekleştirmiş olması gerekmiyor mu?
Çukur eylemleri sırasında “Ey halkım, senin için şehit düşüyorum” diye haykıran kahramanlar ne çabuk unutuldu? Davutoğlu şehit yakınlarını sert bir dille kınarken bunları hiç hatırlamaz mı? Ayrıca teröristleri neredeyse bir kez olsun kınamayan adamlar, seçim şaibelerinin de gerdiği bir ortamda birdenbire şehit cenazesinde neden arz-ı endam etsin ki? Bu tamamen bir provokasyon değil midir?
Senin kapına çocuğun, Sur’dan kanlı gömleğiyle yahut da el-Bab’dan veya Afrin’den erimiş bedeniyle gelmedi değil mi?
Şayet gelmiş olsaydı ana muhalefet liderine yapılan saldırıyı, oradaki şehit yakınlarını rencide etmeyi hiç düşünmeden ve psikolojilerini anlamadan bu kadar acımasız bir tarzda tenkit edebilir miydin? Teröristlerle ittifak kuranları hangi şehit anası veya babası yanında görmek ister söyler misin?
Şurası muhakkak ki Stratejik derinliğin bir yazarları bir de yürüten aktörleri vardır. Yazarları her ülkede çıkar ancak aktörleri bir ülkededir. Onlar derin yapıları ile stratejileri kurgularlar, planlarlar ve yürütürler.
Mesela şöyle düşünelim!
AK Parti ile MHP her an bir araya gelebilecek birlikte hareket edebilecek iki siyasi harekettir. Millî Cephe hükûmetlerinde ve yakın tarihimizde çeşitli şekillerde ortaya çıkan bu birlikteliğe pek çok kez şahitlik ettik. Fakat Saadet ile CHP, İyi Parti ile HDP ve Saadet ile HDP gibi siyasi oluşumlar bir araya geliyorsa asıl oraya dikkat etmek gerekir. Zira Stratejik derinliği kurgulayan el oradadır! Aksi hâlde ister farkında olarak ister gaflet hâliyle o elin etki alanına girmiş olursun! Zira Stratejik derinlikteki o elin her renkte, her şekilde, her düşüncede ve her platformda kolları vardır!
“Stratejik Derinlik” kitabı yazmadım ise de Sayın Davutoğlu’na şunu hatırlatmak isterim.
Evet, 31 Mart’ta bir darbe yemiş AK Parti’ye şimdi de ilk seçimde öldürücü darbeyi vurdurmak için yeni maşalar aranmaktadır. O düşünülen ve kurgulanan maşalardan biri olmayasınız sakın!
 
 
TEFEKKÜR
 
Kötüye katılma sen doğru yürü
Doğrunun eğriyle, dar olur günü
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.