Batı Şeria’nın ilhakı

A -
A +
İsrail seçimlerinden Binyamin Netanyahu’nun liderliğindeki Likud Partisi’nin birinci çıkmasından daha çok, iki devletli çözümü destekleyen partilerin hezimete uğraması endişe verici. Şayet Netanyahu seçimden önce dile getirdiği gibi Batı Şeria’daki gayrimeşru Yahudi yerleşimlerinden başlayarak Filistin topraklarını ilhak etmeye kalkışırsa, Knesset içinden buna karşı çıkacak güçlü bir siyasi muhalefet yok. Netanyahu’nun 20 yıldır vazgeçmediği genişlemeci tutumunun bugün İsrail’de bu kadar geniş bir destek buluyor olmasının ardında ülkenin toplumsal yapısında meydana gelen değişikliğin de büyük rolü var.
1991’de Madrid Orta Doğu Barış Konferansı’yla başlayan ve Washington İlkeler Bildirgesi’yle (Oslo Anlaşması) İsrail-Filistin barış süreci, dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin’in 1995 sonunda fanatik bir Yahudi tarafından öldürülmesinin ardından sallantılı bir döneme girmişti. 1996’da ilk kez başbakanlık koltuğuna oturan Binyamin Netanyahu Filistin’in o güne kadarki kazanımlarını yavaş yavaş ortadan kaldırdı. Beklentilere göre 2000 yılına kadar nihai statü anlaşması yapılacaktı. Görüşmeler dört konuda tıkandı: Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimcilerin durumu, Filistinli mültecilerin geri dönüp dönmeyecekleri ve Filistin Devleti’nin sınırları... Ehud Barak’ın başbakanlığı döneminde son bir kez taraflar nihai statü için masaya otursalar da, anlaşma sağlanamadı. Eylül 2000’de Likud lideri Ariel Şaron’un kışkırtıcı El Aksa baskınını müteakip başlayan İkinci İntifada sırasında İsrail bir yandan orantısız güç kullanarak Filistin kentlerindeki hayatı felç etti, diğer yandan da intihar bombacılarına karşı bir önlem alma gerekçesiyle ‘güvenlik duvarı’ planlarını hayata geçirdi.
Barış sürecinin başladığı 1991’le aşağı yukarı aynı tarihlerde SSCB’nin dağılmasından sonra yüz binlerce eski Sovyet ve Doğu Avrupa Yahudi’si İsrail’e göç etti. Bunlar yeni geldikleri topraklarda bir an önce kendilerine ait bir mekân ve statü elde edebilme saikiyle ekseriyetle barış karşıtı ve genişlemeci siyasi akımları desteklemeye başladılar. İsrail aşırı sağı tarihte hiç olmadığı kadar güçlenirken, merkez partilerinin içindeki genişlemeci Siyonist siyasetçiler de daha fazla öne çıkmaya başladılar. Netanyahu’nun yıldızı tekrar parlamaya başlamıştı. Uluslararası ortam da İsrail aşırı sağının önünü açtı. 11 Eylül saldırıları, ABD’nin Irak’ı işgali, İran’ın nükleer programı, Arap Baharı ve Suriye iç savaşı gelişmeler, İsrail’in o bitmek bilmeyen ‘güvenlik endişesinin’ siyasetçilerce daha da derinleştirilmesine yol açtı. Filistin’le barışa daha sıcak bakan siyasetçiler bile, seçim kazanabilmek için, barış söylemini bir yana bırakarak Filistin kentlerini hedef almayı tercih ettiler. Yani İsrail aşırı sağı hem kalabalıklaştı, hem doktrinini güncelledi, hem de merkez partilerin söylem ve pratiklerini kendisininkine yaklaştırmayı başardı.
2006’daki Filistin Ulusal Konsey seçimlerinden sonra Batı Şeria ile Gazze’nin birbirleriyle mücadeleye tutuşması ya da daha doğru bir ifadeyle birbirleriyle çatışmaya sürüklenmesi elbette İsrail’in işini kolaylaştırdı. Ramallah başlangıçta Hamas’ın giderek etkisizleştirileceğini ve Gazze dâhil Filistin’in yönetiminin kendilerine geçeceğini, bunun da İsrail’le barış masasına tekrar oturmanın önünü açacağını hesapladı. Hâlbuki İsrail genişlemeci sağının niyeti farklıydı. Bir yandan duvar inşaatıyla Filistin kentlerinin birbirleriyle ve İsrail’de yaşayan Araplarla bağlantısı kesildi. Ardından Gazze’ye defalarca askerî harekât yapıldı. Gazze dünyanın en büyük açık hava hapishanesi hâline getirildi. Bu arada işgal altındaki topraklarda yeni Yahudi yerleşimlerinin açılmasına devam edildi. İsrail Filistin’i küçük parçalar hâlinde yutmayı sürdürdü.
Muhammed Mursi döneminde Filistinli taraflar bu gidişatın önüne geçebilmek için bir millî mutabakat içine girmeyi kabul etseler de, Mursi’nin devrilmesinden sonra Ramallah-Gazze ayrılığı tekrar belirginleşti. Daha önce Filistin’e destek veren Orta Doğu hükûmetleri yavaş yavaş bu desteklerini kestiler. Hatta Suudi Arabistan ve BAE örneklerinde görüldüğü gibi, İsrail’le üstü kapalı bir dayanışma içine girdiler. Bütün bunlar olurken, hakkındaki yolsuzluk iddialarına rağmen, Netanyahu dört kez seçim kazanarak barış karşıtı İsrail politikalarının kökleşmesini sağladı...
Donald Trump’ın Filistin politikası, belki kendisinin bile ihtimal vermediği hâlde Netanyahu’ya bir kez daha başbakan olmanın yolunu açtı. ABD’nin büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması, İran’la nükleer anlaşmadan çekilmesi, Filistin toprakları için artık ‘işgal altındaki topraklar’ ifadesini kullanmayacağını açıklaması, son olarak da Golan Tepelerinin İsrail tarafından ilhakını tanıması, Netanyahu’ya olan seçmen desteğine yansıdı.
Yaz aylarında, David Ben Gurion’u geçerek İsrail’in en uzun süre başbakanı olan kişi unvanını almaya hazırlanan Netanyahu şimdi Filistin’e karşı son iki hamlesini yapmayı planlıyor. Bir yandan, Batı Şeria topraklarını ilhak etmeyi diğer yandan da Filistinlileri bu topraklardan çıkartarak sözde Yüzyılın Anlaşması çerçevesinde Filistin’i tam olarak İsrailleştirmeyi hedefliyor.
Ne acıdır ki, uluslararası hukukun lime lime edilişini çaresizce seyredenlerin kesif sessizliği bu adaletsizliğe dur demeye çalışanların haykırışlarını bastırıyor.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.