İslâm’ın kılıcı: Türkler

A -
A +
 
Kati bir çöküşe geçmiş olan Hilafet, Türk’ün ortaya çıkmasıyla İslam dünyasında Dört Halife devrindeki iç birliği kurarak, genişleme ve fetih gücünü tekrardan kazandı. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşu, can çekişen Müslüman coğrafyayı yeniden ayağa kaldırmıştı.
 
Bazı hadsizler Türk sultanlarını, Arap adı alıp Araplaşmakla suçladılar. Hâlbuki aldıkları adlar, Efendimizin ve Sahâbe-i kirâmın şerefli isimleri idi.
 
İstanbul’un fethiyle ilgili hadis-i şerif Müslüman Türk’ün “Kızılelma”sıdır.
 
 
 
Yeni bir devletin kurulması, yeni bir insanın yaratılması gibidir. Devlet de bir ufak hücreden gelişerek her şeyiyle olgunlaşan ve sonra insan hüviyetiyle dünyaya gelen bu varlık gibidir.
Devletler de bir ufak topluluk, bir oba, bir kabile vb. bir çekirdekten hâsıl olur. Tabii ki her topluluk devlet kurma kabiliyetinde değildir. Toplumların yapısında devlet kurmaya müsait bir gen olması gerekir. Tarihte nice toplumlar anlamsız, geniş coğrafyalara sahip olmuş, ama devlet olamamışlardır. Bazı topluluklar da âdeta devlet kurmak için yaratılmıştır.
Her işin başı nasıl “besmele” ise her İslâm devletinin başı da Efendimizin kurduğu İslâm devletidir. Arap Yarımadası siyasi yönden hem çok karmaşık hem de ufak gibi görünen devletlerden oluşuyordu.
İslâm öncesi Arap siyasi tarihinde teşekkül olarak şöyle bir manzara vardı:
1-Yemen bölgesi: a) Sebâ Devleti b) Himyerî Devleti
2-Kuzey Arabistan’daki devletler a) Nabâtî Krallığı b) Tedmür c)  Hire Devleti ve Gassânîler
3- Hicaz bölgesi: Kutsal şehir Mekke (Büyük İslâm Tarihi,  C.1.s. 113-127, Çağ Yay. İstanbul-1986)
İslamiyet’ten evvel de bir sürü devlet kurulmuştur ama bu güç coğrafyada İslâm Devleti’nin kurulması takdir-i ilâhîdir.
 
MOĞOLLAR: KURU CİHANGİRLİK
 
Dünyayı kasıp kavuran bir Moğol Devleti, kan ve istilaya dayalı amaçsız bir askerî harekettir. Bu kuru cihangirlik, insanlara sadece felaket ve bezginlik getirmiştir. Putperest, zalim Cengiz ve torunlarından Müslüman olmayanları, hep zalim ve gaddardır. Bu taife sadece insana değil, medeniyetlere de düşmandır. İnsan elinin yaptığı en mükemmel yapıları ve insan elinin yazdığı en nadide eserleri yakıp yıkmışlardır.
Büyük Selçukluya esaret sıkıntısı yaşatan ve onların yıkılmasına da sebep olan bu kavim, Osmanlının kurulmasını da geciktirmiş, Batı’ya yönelip asli düşman Bizans’la savaşması gerekirken, Moğollar hep buna mâni olmuşlardır. Gerçi küfür, dalalet ve zulüm yönüyle bunlar aynı fırkaya mensupturlar. Ne var ki Osmanlının kurulmasında, bu iki fırkayla ayrı cephelerde savaşması, onlar için Doğu ve Batı’da dengeli savunma ve yayılma politikalarına yardımcı olmuştur. Devlet geleneği olan Büyük Selçukluya bağlı en büyük obalar, dolaylı olarak Moğol’a vergi ödemek zorunda kalmıştır. Gerçi Büyük Selçuklunun hedefi hep Bizans, dolayısıyla da İstanbul olmuştur. İstanbul’un fethiyle ilgili hadis-i şerif Müslüman Türk’ün “Kızılelma”sıdır.
 
EMEVİ VE ABBASİ HİLAFETİ
 
Emevi ve Abbasilerde de hedef, İslam’ı mümkün mertebe yaymak ve İstanbul’u fethetmekti. Emevi ve Abbasi hilâfetleri iç mücadeleler yüzünden istenen hamleleri yapamamasına rağmen, ilim ve içtihat sahasında büyük âlimler yetiştirdiler. Ama otorite devşirmeye kalkan Emevi ve Abbasiler, İslam’ın süsü olan İmam-ı Azam’a zulmetmişlerdir. Bu topraklar sancıların içinde kıvranırken bir kurtarıcı kavim ve Allahü teâlâya adanmış bir millet bekleniyordu.
 
FÂTIMÎ, KARMATÎ, BÛYÎ İSTÎLÂLARI
 
İslâmiyet’in en krizli dönemi Abbasi hilafetinin Fatımilere karşı düştüğü durumdur. Dördüncü Fatımi halifesi El-Mu’izi’dinillâh devrine tesadüf eden 969 tarihinde ve sonrasında, Mısır’da iki asır devam edecek olan Fatımi istilasının sonuçları ağır olmuştur.
Mısır’ın fethiyle Suriye’nin kısmen işgali ve yeni dönemde Abbasi sınırlarını tehdit etmekte olan İstanbul Hristiyan İmparatorluğu, Fatımi halifesini İslam’ın temsilcisi hâline getirdi. Bunun neticesinde Halep’i de zapt eden Fatımiler, Kuzey Suriye’deki Asi Nehri’nden Yemen’e kadar uzanan toprakları ve Fas’ı istila etmişler; Afrika tarikinden Kızıldeniz’le Atlas Okyanusu arasındaki Kuzey Afrika, Sardinya, Sicilya, Malta vs. Akdeniz adalarını hâkimiyetleri altına almışlardı. Emevi ve Abbasi döneminde Sünni olan bu ülkeler, İsmaililerin eline geçmiş, Batınileşmiş ve İslâm’a en büyük zararları vermişlerdir. (Türk Irkı. Age. S.203-204 )
Bu cümleden olarak 317 Hac mevsiminde Ebû Tâhir-i Karmatî ve ordusu tevriye günü (Zilhiccenin 8. Günü ) Mekke-i Mükerreme’yi basıp hacıları her yerde, hatta Harem-i Şerif’te katledip mallarını yağmaladılar. Çoğunun cesetlerini Zemzem Kuyusu’na attılar. Hiçbirisini gasletmeden ve cenaze namazlarını kılmadan topluca gömdüler. Hacerü’l-Esved-i yerinden çıkarıp hükûmet merkezi olan Hecer’e götürdüler. Mübarek taşın Kâbe’ye dönüşü M. 950-51 yıllarına tekabül eder ki, bu ayrılık 21 sene 4 ay sürmüştür. (İbnü’l- Esîr Târhi, c1. S. 161)
Hacerü’l-Esved husumeti Fatımilerde de görülür. 1024’te bir Mısırlının bu mübarek taşı necasetle pisletip asasıyla vurduğu belirtilir. Bunu yapan, Fatımi halifesi El-Hâkim’in müritlerindendir.
İsmailî olan Fatımi Karmatî fitnesi, hilafeti o kadar zayıflattı ki, Sünni hilâfet mahkûm ve iktidarsız bir duruma düştü. Hilafet kurumu üç daireye ayrıldı. Kuzey Afrika, Suriye ve İran’a Şiiler, Ceziretü’l-Arab’a komünizmin ilk temsilcilerinden olan Karmatîler hâkim oldu. Bu durumda iki Sünnî, bir Şiî hilâfet meydana geldi.
Ceziretü’l Arab’a hâkim olan Karmatîlerin İslamiyetle alakaları yoktur. Namaz kılmayı dahi -hâşâ- eşeklik olarak kabul ettiler. İsmailîyye’nin diğer kolu olan Fatımilerin 6. Halifesi El-Hâkim bi Emrillâh 1017’de -hâşâ- ilâhlığını ilan etmiştir. Bugün Lübnan’da bu kol Dürzîler olarak yaşar. 1021’de muhtemelen katledilen Hâkim ortadan kaybolunca, sayıları az olan taraftarları onun öldüğüne inanmadılar. Günün birinde döneceğini beklemeye başladılar. Assasins=Haşşâşîn olarak tanınan bu kol da bu inanış sonucu doğmuştur.
10-11 asırlarda İran’daki Buyi hanedanının hâkimiyetinde iken, Bizanslılar Suriye ve Irak hudutlarını Sünnî-Şii mücadelesinden istifade ederek genişlettiler. 1048-49 yıllarında Halep’in batısındaki İmm kasabası Bizans’ın eline geçince orada ezan okunmasına müsaade etmediler. Bütün bu felâketlerin neticesi, İslâmiyet’in maddi ve manevi çöküşüne yol açtı. Artık İslamiyet bir kurtarıcı kavim bekliyordu. (Türk Irkı, Age, s.229 )
 
BİR BAYRAK RÜZGÂR BEKLİYOR
 
Artık İslamiyetin halaskârı ve hamisi (kurtarıcı ve koruyucusu) olan kavim gelmeliydi. Allah’ın, “İslâm’ın kılıcı” olarak yarattığı, mütevazı, dini adına her şeyden vazgeçen, bid’at nedir bilmeyen Ehl-i Sünnet Türkler, İslâm ufuklarına güneş gibi doğmaya başlamışlardı.
René Grousset, Samani saltanatına nihayet verip Buyilerden (Büveyhi) Irak-ı Acem’in bir kısmını kurtaran Hindistan fatihi büyük Türk kahramanı Gazneli Mahmud’dan bahsederken şu ifadeye yer verir: “Her ne kadar Mahmud’un fütuhatını takip eden günlerde bizzat halifeden sultan unvanını almış olduğu sabit değilse de, Doğu İran’ın Gazneliler tarafından fethedilmesiyle Türk ırkının saltanatın sâhibi olduğu kati surette sabittir.” (René Grausset, Ehl-i Salîb Târîhi,  Medhal, XXVII. Sahife )
Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşu, can çekişen İslam dünyasını yeniden ayağa kaldırmıştır. Sünni İslam’ın ilk Selçuklu padişahı olan Tuğrul Bey, pazartesi ve perşembe günleri aksatmadan oruç tutardı. Kendi idari heyetinin oluşturduğu cemaatle, bazen de genel mescitte beş vakit namazını kılardı. Hilafete sahip çıkması da bu samimi Sünni dindarlığındandı. Zira İslam devletleri 11. asra kadar Bizans’tan çok Fâtımi, Karmati ve Büveyhilerden çekmişti. Artık Türk’ün ihlaslı, tertemiz ve bid’atsiz inancının müdahale devri başlamıştı.
Tuğrul Bey evvela halifeye yazdığı bir mektupta “Köleniz ve tebaanız Mikail oğlu Tuğrul Bey” diye başlar. (Ebu’l-Ferec, Süryânî Vakâyi’nâmesi, c.1, s. 229, Ankara, 1945)
Bu hitabı onun İslam halifesine değil, İslam Hilafeti’ne verdiği değeri gösterir. Zira o sırada halife olan El-Kaaim bi Emrillah son derecede acizdi ve Tuğrul Bey’e hilafeti devretmeyi can-ü gönülden istiyordu. Tuğrul Bey’in o zamanki gücü halifeden kat kat üstündü. Fakat Tuğrul Bey hilâfet müessesesinin Resulullah’ın halifesi Ebûbekri’s-sıddîk’in hâtırası olduğu için, baş bükerek hâdim (hizmetçi) olmayı, halife olmaya tercih ediyordu.
Tuğrul Bey fetihleri sonunda elde ettiği bütün topraklarda hutbeleri El-Kaaim adına okutarak bu müesseseyi âdeta yeniden canlandırdı ve Hulefa-yi Raşidin’in ruhlarını taziz eyledi (yüceltti).
Kati bir çöküşe geçmiş olan Hilafet, Türk’ün ortaya çıkmasıyla Dört Halife devrindeki iç birliği kurarak, genişleme ve fetih gücünü tekrardan kazandı. (René Grausset, Age, Medhal, c.1, s, VIIXX )
Sultan Tuğrul ihlası ve sadakatiyle Hazreti Ebûbekir’e, şecaatiyle Hazreti Ömer’e, hayâ ve ihsanıyla Hazreti Osman’a, ilim ve cihad aşkıyla Hazreti Ali’ye (radıyallâhü anhüm ecmain) benzerdi.
Hac yollarını Müslümanlara açmak için gösterdiği gayret takdire şayandı: “Peygamber’e hizmetle şeref kazanmak için Mekke’ye gidip orada dua etmek ve ibadette bulunmak istiyorum. Hacıların geçtiği bütün yolların emin olmasını istiyorum. Yollarda eşkıyalık eden göçebeleri ortadan kaldıracağım. Sonra Suriyeli asilerle ve yanlış yol tutan Mısırlılarla Allah’ın izniyle harp edeceğim” (Ebu’l-Ferec, Age, s.306), ( Age, s. 236 )
Sözün özü Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin şu ifadesinde gizlidir: “Türkler olmasaydı bugünkü manada İslâmiyet olmazdı.”
 
SAMİMÎ DUÂMIZDIR Kİ...
 
Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Muhammed Alpaslan oğlu Melikşah, oğlu Melik Tapar’ı Gence emiri olarak gönderirken, Tapar adının önüne Muhammed, diğer oğlu Melik Sencer’i de Horasan’a gönderirken Ahmed ön adını vermiştir.
İlk Müslüman Türk hükümdarı Satuk Buğra Karahan’ın ön adı Abdülkerim, Tuğrul Bey’in ön adı, Muhammed, Çağrı Bey’in ön adı, Davud, Gazi şehid Alpaslan’ın ön adı Muhammed, Osmanlı Sultanı I. Çelebi’nin adı Muhammed, Fatih’in adı Muhammed ve diğer bazı Osmanlı padişahlarının adı da Mehemmed ve Mehmed’dir.
Bazı hadsizler onları Arap adı alıp Araplaşmakla suçladılar. Aldıkları adlar Efendimizin ve Sahâbe-i kirâmın şerefli adları idi. Onlar Türklüklerini hiç unutmayan İslâm mücahitleriydi ve Türklüklerini İslam’la şereflendirmişlerdi. İşte bu yüzden bir aşkla gönül verdiği davasına Seyyid Ahmed Arvâsî, “Türk İslâm Ülküsü” dedi.
Türklük sevgisi ne kan ırkçılığına ne de kemik yığını olan kafatasına dayanır. Rabbimiz bizi İslam’a böyle gönül vermiş ve onun bayraktarı, hamisi ve hadimi olan Türk milletinin bir ferdi olarak yarattığı için, ona sonsuz hamd ü şükür kılarız. Selef-i Sâlihîn Efendilerimizden sonra İslâm’a en büyük hizmeti yapan bu aziz Türk milletini Rabbim ebediyen dinimizin hizmetkârı kılsın. 
Görüşebilmek dileğiyle… 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.