Devlet unutsa da millet unutmaz

A -
A +
“Oturun oturduğunuz yerde, bize bağımlı olun, biz de sizi sömürelim” diyen Batı zihniyetine ilk ciddi tepki Abdülaziz Han’dan geldiği için ona tahammül edemediler. “Hasta Adam” dirilmeye başlamıştı. Hele Abdülhamid Han da “korkunç” hamleleri başlatınca, Batı öldürücü darbeyi vurdu!
 
Batı, Türk Osmanlı gibi düşünmüyordu. Osmanlı Makyavelist olamazdı. Bu siyasette her şey mübahtı. Niccolo Machievelli’ye göre insanlar verdikleri sözü tutmayan beş para etmez mahluklardı.
 
Osmanlı Batı ile başa çıkabilirdi ama ah o ihanet şebekeleri olmasaydı…
 
 
Her canlı organın, organizmanın ve vücudun bir ömrü vardır. Bu ömrün ne kadar olacağına insanlar karar veremezler. Bugün insan ömrünün 70-80 sene olduğu istatistiki verilerin sonucudur. Asırlarca evvel bin yılı aşkın yaşayan peygamberlerin varlığı bize haber veriliyor. Zamanımızın istatistiklerine uymasa da 18-20. asrın insanı olan Zaro Ağa, 157 yıl yaşamıştır. (DT: 16 Şubat 1864 Mutki; ÖT: 29 Haziran 1934 Hamidiye Etfal Hastanesi.) Zaro Ağa öldüğü zaman yapılan otopside kendisinde kırka yakın önemli hastalığı olduğu tespit edildi. O bir hasta adamdı ama hastalıktan ölmedi. Hasta diye onu öldürmeye de kalkmadılar. Eceli geldi, vadesi doldu ve öldü. Bugün hayatlarından ümit kesilen hastalar “palyatif bakım ünitesi”ne alınıyor ama yaşamaları için bütün tıbbi imkânlar kullanılıyor.
İşte devletler de insanlar gibi belli bir ömre sahiptir; bu ömrün ne kadar süreceğine insanlar karar veremezler. Osmanlı Devleti’ne son zamanlarda Batı “Hasta Adam” dedi. Öldü ölüyor dediler. İşin acı yanı iç düşmanlar sanki böyle bir teşhisi bekliyormuş gibi ona bir ümit ipi, bir müjde gibi sarıldılar ve onlar dıştan, bizim hainler içten, hasta adamı öldürdük.
Devletlerin ömürlerinin uzun veya kısa olması tabii ki sosyal sebeplere bağlıdır. Türklerin kurduğu bazı büyük devletlerin ne kadar yaşadıklarını bir hatırlayalım:
Hun Devleti: 376-469 (93 yıl), Avar Devleti: 560-805 (245 yıl); Göktürk Devleti: 552-745 (193 yıl); Uygur Devleti: 745-849 (95 yıl); Karahanlılar: 840-1212 (372 yıl); Gazneliler: 963-1182 (224 yıl); Büyük Selçuklu Devleti: 1040-1157 (117 yıl);  Harzemşahlılar: 1093-1231 (134 yıl) ; Anadolu Selçuklu Devleti: 1092-1307 (215 yıl) Osmanlı Devleti: 1299-1923 (624 yıl).
Görüldüğü üzere Karahanlı Devleti’yle Müslüman olan Türkler, Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar geçen yaklaşık 1686 sene, dünyaya ilayı kelimetullah şuuruyla ve adaletle hükmetmişlerdir. Onlardan zulüm ve haksızlık sudur etmemiştir. Onların ataları olan eski Türk Devletleri de zulmetmediler. Rabb’im kendi dinini yüceltecek olan bu kavmi İslam’la şereflendirmek lütfunda bulundu. Osmanlı Devleti 18.yy başlarına kadar asrının en ileri devleti idi. İleri tarım seviyesi (ikta sistemi), mükemmel devlet yönetimiyle diğer devletlerden kat kat üstündü. İnsan haklarının korunması, gayrimüslim tebaanın huzuru ve küçük el tezgâhlarıyla modern devlet örneğiydi. Asrın başlarında kol gücünün yerini makineleşmeye bırakmasıyla Osmanlı Devleti bu değişime hemen intibak edemedi. Yine de özellikle insan hakları bazında Batı’yla kıyaslanamayacak kadar ileriydi.
 
BATI’NIN DERDİ
 
Batı’nın derdi önce demokrasi idi. Bu sistem kanla ve dehşetle de kurulsa fark etmezdi. Demokrasi devrimi ekonomik bir ivme de yakaladı. Makine devrimi makinenin değil, kol gücünün zaferi idi. Çünkü her ne kadar işgücü kapasitesi azalsa da kol gücü işçileri hiçe sayılan hayatları ve ağır şartlı çalışmalarıyla çok can kaybına uğruyorlardı. Burjuvazi, yeni gelişen işçi sınıfına munis gibi görünürken, sermaye sayesinde emeğe de hükmetmeyi başardı. Feodal sistemin köleleri için yine bir şey değişmemişti. Şimdi de global sermayenin kölesi olmuşlardı. Bu emek ile sermaye dengesizliği, sonunda komünizm sistemine kadar dayandı. Belki sistem tam Batı’yı etkilemedi ama Batı’dan kaynaklanan Marksizm, evvela Çarlık Rusya’yı etkisi altına alsa bile, zaruri sendikalaşma sermaye sınıfı için en az komünizm kadar sıkıntılıydı.
Osmanlıda şartlar böyle değildi. Tarıma dayanan ekonomisinde zaten teşkilatlı bir işçi sınıfı yoktu. Batı, Türk Osmanlı gibi düşünmüyordu. Osmanlı Makyavelist olamazdı. Bu siyasette her şey mübahtı. Niccolo Machievelli’ye göre insanlar verdikleri sözü tutmayan beş para etmez mahluklardı. O hâlde amaç için insandan vazgeçilecekti. Hâlbuki İslam’da insan Rabb’imizin yarattığı en mükemmel varlıktı. Hukûk-ı ibâd (kulların hakkı) İslamiyet’in temellerindendi. Bu gayrimüslimler için de aynıydı.
Batı denen medeniyetsiz karışım, Makyavelist-kapitalist-sosyalist, burjuvazi ve en mühimmi de antihümanist sistemin Greko-Latin devşirmesi bir anlamsız topluluktur. Çünkü bu temel unsurlarla hümanist (insancıl) olunamazdı. Dünyayı devre mülk gibi paylaşmak için iki cihan harbi yapıldı. Milyonlarca insan öldü. Olsun, sonunda dengeler kurulmuş ve iki büyük blok oluşmuştu. Kapitalist sistem büyücü, komünist sistem halkını kendisine âşık eden cellat gibi hüküm sürmeye başladı. Para, reklam ve sınırsız tüketimin önünde durulamayacağı için kapitalizm, mutlaka komünizmi bitirecekti. Rusya bunun en açık örneğidir.
 
Fitnelerin öncüsü: Gazete
 
Osmanlıda 1831‘deki ilk resmî gazete Takvim-i Vekâyi’den sonra serbest basına geçildi. Öyle ki Osmanlıda ilk gazeteleri yabancılar çıkardılar. Mesela Bulletin de Nouvelle,1795’te Pera’da (Beyoğlu)  Fransız elçi Verninac Saint-Maur tarafından çıkarıldı. 1800’de Mısır’da Arapça al-Tanbîh, General Jacques François Menois tarafından kuruldu. Dikkat edilirse bizde gazetecilik yabancılar tarafından başlatıldı: Tabii ki amaç haber değil, fitneydi.
 
Paylaşılmak istenen vatan
 
Bizde temelli islahat hareketi Sultan Abdülaziz ile başlatıldı. “Oturun oturduğunuz yerde, bize bağımlı olun, biz de sizi sömürelim” diyen Batı zihniyetine ilk ciddi tepki Abdülaziz Han’dan geldiği için ona tahammül edemediler. “Hasta Adam” dirilmeye başlamıştı. Hele Abdülhamid Han da “korkunç” hamleleri başlatınca, Batı öldürücü darbeyi vurdu!
Aslında Osmanlı Batı ile başa çıkabilirdi, ama ah o ihanet şebekeleri olmasaydı… Osmanlının münbit toprakları vardı; kıtalar arası denizlere hâkimdi, stratejik boğazları vardı. Bir de son zamanlarda buna neft (petrol) eklenince sırtlanların ihtirasları gemi azıya aldı. Bu nimetler medeni(?!) Batı’nın olmalıydı. Bu devlet mutlaka yıkılmalıydı. Dış düşmanlar surları dışarıdan döverek bu metin kalayı yıkamıyorlardı. Kapıyı içten birileri açmalıydı. Onu da buldular. Yeni Osmanlılar Cemiyeti basınla, Jön Türkler Avrupa destekli provokasyonlarla ve nihayet giderek profesyonelleşmiş uluslararası mason teşkilatlarının desteğiyle komitacı bir zihniyet olan, tedhiççi İttihâd ve Terakkî ile Sultan Abdülhamid’i devirerek Osmanlının ipini çektiler.
 
Görünüşte legal (kanuni) bir parti olan İTC (İttihâd ve Terakkî Cemiyeti) sonrasında siyasi cinayetlerin kol gezdiği, kin ve şiddetin kokusunun sindiği Selânik merkezli bir ihtilal fırkasıydı. İTC’nin idaresi bu mübarek topraklara bir kara bulut gibi çöktü. Bu aralarda monte edilen dinî-siyasi platform, Mısır ekolü devreye sokularak gözle görülür bir ivme kazandırıldı. Bu hareket de uluslararası Mason teşkilâtları tarafından destekleniyordu.
İTC’liler mücadeleci şahsiyetleri ile taraftar kitleleri oluşturdular. M. Abduh ve CEfgani’nin başını çektiği “yalnız Kur’ân’a dayalı ve ilhamını sadece ondan alan reformist İslam anlayışı, rejim muhalifi daha doğrusu Abdülhamid düşmanı olan aydınların dikkatini çekiyordu. Bu teşkilatlar sadece Osmanlıyı yıkmadılar, dünya Müslümanlarının da hayatlarını kararttılar.
Uluslararası mason teşkilatlarının güdümündeki İTC, nihâyet II. Meşrutiyet’i kurdu. Bu hareketin içinde şairler, yazarlar ve maalesef din adamları da vardı. Artık bayramdı! Huzur ve sükûn gelmişti. Esas bayramı da Batı yapıyordu. Osmanlıyı yıkmak için hiçbir engel kalmamıştı. Ama öyle olmadı. Meşrutiyet kurulup İTC ipleri ele alınca hiç de beklenen olmamıştı. Gazeteciler, siyasiler, paşalar artık sokaklarda öldürülüyor ve kimse sesini çıkaramıyordu. İşlerin hangi noktaya geldiğini herkes gördü. Sultan Abdülhamid’in titizlikle yürüttüğü Batı ülkeleriyle olan denge politikası bitti. Yüce Hakan olacakları önceden gördüğü ve bir umumi harbe girileceğini sezdiği için Çanakkale’de öyle bir tahkimat yapmıştı ki, sonradan gecikmiş bir utanç içine kendisini ziyarete gelen heyete “Eğer Çanakkale’ye kurdurduğum tahkimatı bozmadıysanız, düşmanın Çanakkale’yi geçmesi mümkün değildir” dedi.
 
Önce muhalif sonra mağdur bir vatan şairi
 
II. Meşrutiyet’in en ateşli taraftarlarından birisi de Mehmed Âkif’ti. Abdülhamid’e muhalifliği herkes gibi şuursuz değildi. Âkif, o zamanki İTC ile pek içli dışlı değildi. Turan meselesi de onu alakadar etmiyordu, ama reformist Abduh’un tesirinde ileri derecede bir Abdülhamid düşmanı olmuştu. Onun için önce Sultan Abdülhamid gitmeliydi. Rejim sonra kendiliğinden oluşurdu.
“(Âkif)1908 hürriyetinin ihtirasları nasıl başıboş bıraktığını ve cemiyeti nasıl korkunç bir anarşiye sürüklediğini Hürriyet şiirleriyle tasvir ediyor. Galeyanı hürriyet sananlar sarhoş veya deli gibi ne yaptıklarını bilmiyorlar. Akıl ve mantık tanımayan kalabalık anarşik bir hâlde sokaklara dökülüyor. Şuursuzluk, cemiyetin en hayati sahalarına, hükûmet dairelerine, mekteplere kadar yayılıyor. Matbaat sosyal birliği parçalamaktan çekinmiyor. Dine hücum etmek vicdan hürriyeti sayılıyor.” (Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, s. 174-177)
Hürriyeti en çok destekleyen Âkif baştan yazdığı hürriyet şiirlerinde, “Geçti mâzî denen o devr-i melâl/// Haydi feth et senindir istikbâl”, “Derken alkış geliyor sonra nevbet nevbet/// Ya vatan şarkısı yâhut ona benzer bir şey”, “Bir mezarlık gibi dalgın yatıyorken dün /// Bu sokaklarda bugün dalgalanan rûhu görün” diyordu.
Ama Âkif bu rüyadan çabuk uyandı. Sonrası ümitsizlik ve kararsız bir pişmanlıktı…
“Süleymaniye Kürsüsü”nden aldığımız bu şiir Âkif’in çok istediği hürriyetten (II. Meşrutiyet’ten) sonraki tabloyu anlatır. Şair âdeta ne umduk ne bulduk dercesine pişmanlık ve şaşkınlık içerisindedir. Ama iş işten geçmiş gafil din adamlarının, mason İTC’lilerin hürriyet âşıklarının istediği olmuş Abdülhamid devrilmiş, II. Meşrutiyet de ilan edilmişti. Tablo meydandadır. İçlerinde mutlaka pişman olanlar da olmuştur. Sonradan huzura bir heyetle gelen Talat Paşa, iktidarın ne kadar ağır bir yük olduğunu da Yüce Hakan’a söyleyecektir. Ama rejime bu kadar kızmasına rağmen, sonrasında da Âkif’in Abdülhamid’e karşı kini hiç dinmemiştir. Hürriyetten istediğini bulamayan Âkif’in sukût-ı hayâl ile yazmış olduğu o itiraf şiirinden önemli bölümler şunlardır:
“Bir de İstanbul’a geldim ki bütün çarşı Pazar /// Nâradan çalkalanıyor, öyle ya hürriyet var
Galeyan geldi mi mantık savuşurmuş doğru ///Vardı aklından o gün kimi gördüysem zoru
Sanki zincirdekiler hepsi boşanıp zincirden/// Yıkıvermiş de tımarhâneyi çıkmış birden
Ötüyor her taşın üstünde bir dilli düdük///Dinliyor kaplamış etrâfını yüzlerce hödük
Ne devâirde hükûmet ne ahâlîde bir iş/// Ne sanâyi’, ne maârif ne alış var ne veriş
Çamlıbel sanki şehir zâbıt yok râbıta yok /// Aksa kan sel gibi bir durduracak vâsıta yok
Zevk-i hürriyeti onlar daha çok anlamalı /// Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı
Türlü adlarla çıkan nâmütenâhî gazete///Ayrılık tohumu bol bol atıyor memlekete
İt yetiştirmek için toprağı gâyet münbit ///Bularak fuhuş ekiyor salma gezen bir sürü it.”
 
Ah Âkif! Sen ki İstiklâl Marşı’mızın yazarısın. Demir hafızdın. İnanmış bir Müslümandın. Bunlara eserlerin şahittir. Tevfik Fikret sana dindar olduğun için “Molla Sırat” dedi. (Sırât-ı Müstakîm dergisinden dolayı). Sen de ona İslam düşmanı olduğu için “Zangoç” dedin. Hiç kimseye yaranamadın. Uzun sürgün hayatın 1936’da hazin ve mağdur bir vaziyette son buldu. Senin iyi niyetinden olsa gerek, reformist, “sadece Kur’ân” diyen Abduh’a kandın. Şimdi senin açtığın yoldan giden “sâdece Kur’ân” diyen sözde din âlimleri türedi. Bunlar hadîs-i şerifleri bile kabul etmiyorlar. Dîn-ü devlet ve Hilafet’in hamisi Abdülhamid’e hasım oldun. İlhamını yalnız Kur’ân’dan aldın. Abduh’a inandığın kadar bir Ehl-i Sünnet İslâm âlimine tâbi’ olsaydın bu veballe vefat etmezdin. Ne diyelim, inşallah iyi amellerin seni korur. Tekrar görüşebilmek ümidiyle...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.