En büyük Türk devleti: Osmanoğulları

A -
A +
Osmanlı Devleti baştan beri “hakânî” veyâ “sultânî” denilen bir sistemle yönetilmiştir. Bu sistem devletin yüksek menfaatlerini gözeten bir yapılanmaydı. Mülk hakanın veyâ sultânındı, ama mülkü koruma mesûliyeti de sultânın omuzlarındaydı.
               Türkler tarafından kurulan târihin kaydettiği en muazzam devletlerden biri olan Osmanlı-Türk devletinin üzerinde bu kadar çok araştırma yapılması boşuna değildir. Araştırmaların daha çok Batılılar tarafından yapılması daha da mânidardır. Özellikle oryantalistlerin tarafgir araştırmaları yalan ve ihânetlerle doludur. Buna rağmen doğrularından çok yanlışları da olsa bâzı gerçekleri yazma lüzûmu duyan Batılı yazarlar da vardır. Kıl çadırlardan gök tırmalayan kubbe ve minârelere, fetihlerin en önemli yardımcısı olan adâlete, sultanla halkı bir tutan örfî kânunlara ve sefere çıkarken mehterle şehâdete yürüyen ordulara, Batı bir türlü akıl erdiremiyordu. Onun için Osmanlıyı denklem çözer gibi incelediler. Başlarda Batı’nın çözeceği gibi bir denklem değildi Osmanlı. “Osmanlıya tebaa olmak da bir imtiyazdı. Hristiyan veyâ diğer dinde olanlara Osmanlının ‘kâfir’, ‘küffar’, ‘kefere’ demeleri yabancı anlamındadır. Yunanlılar ve Romalılar da yabancılara ‘Barbar’ diyorlardı.” (Büyük Osmanlı Târihi, Yılmaz Öztuna, Ötüken Neşriyat, c.8, s II, 1994, İstanbul. Bu arada Hristiyanlar da diğer dinde olanlara “kâfir” diyorlardı. Bu da açıkça yabancı veyâ ayrı din anlamında kullanılıyordu. Osmanlı bu deyimi daha da yumuşattı ve özellikle Hristiyanların zenginlerine “çorbacı” denmeye başladı. Saltuknâme’de güzel bir kıssa vardır. Râhipler gelip başpapaza “Bu Türkler cennete girecekler mi?” diye sorarlar. Papaz da “Hayır, onlar kâfir oldukları için cennetin kapısına kadar gelip oradan bizi seyredecekler” deyince, râhiplerden biri: “Eyvah, onlar kapıya kadar gelirlerse bizi oradan kovarlar. Baksanıza dünyâyı bize dar ettiler!” der. “Barbar” Fransızca “barbare” kelimesinden gelip medenî olmayan kavim, kaba saba, ilkel anlamlarındadır. Batı, giderek barbar kelimesini sâdece Türkler için, yabancı değil; korkunç, vahşî ve ilkel anlamlarında kullandı.   ÖRNEK DEVLET NİZÂMI Osmanlı Devleti baştan beri “hakânî” veyâ “sultânî” denilen bir sistemle yönetilmiştir. Bu sistem devletin yüksek menfaatlerini gözeten bir yapılanmaydı. Mülk hakanın veyâ sultânındı, ama mülkü koruma mesûliyeti de sultânın omuzlarındaydı. Sultânın adâlet gölgesi, mülkün (memleket) ve mülk içindeki Müslim veyâ gayr-i Müslim tebaa (zimmî) için geçerliydi. Osmanlıda dört Sünnî mezhep olmakla birlikte iftâ sistemi (fetvâ verme) Hanefî mezhep üzerine binâ edilmiştir. Fakat tebaa kendi mezhebince (Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî ) fetvâ isteme hakkına sâhipti. Hritiyanlar ve Yahûdîler  ( zimmî, gayr-i Müslim tebaa ) de kendi dinlerine göre yargılanma isteğine sâhip olmakla birlikte, bunlar da Kânûnî’nin Ebussuûd Efendi’ye hazırlattığı kânunla yargılanmayı tercîh ediyorlardı. Hattâ müste’menler ( Osmanlı Devleti ile sulh hâlinde bulunan ve anlaşmalara dayalı olarak memleket dâhilinde yaşayan ecnebî veyâ başka bir târifle Osmanlı ülkelerinde oturmalarına müsâade edilen yabancı devlet tebaası) bile yargılanmak için geçici süreliğine bu haktan faydalanmak için Osmanlı topraklarına sığınırlardı. XV. asır için Babinger şöyle diyor: “Burada mutlak bir dînî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu ve yâ bu inancından dolayı bir müşkilât yaşamazdı. (Age. Büyük Osm. S.9) Bu konuda ünlü müsteşrik (oryantalist, Doğu Bilimci) Sauvaget şöyle ifadeleri kullanıyordu: “16. asırdan beri Türkiye İmparatorluğu ile siyâsî ve ticârî ilişkisi bulunmayan ve onunla savaşmayan bir tek Avrupa devleti yoktur. Bütün 16. ve 17. asırlar boyunca Batı’nın en kuvvetli devleti olan Türkiye İmparatorluğu, muhteşem bir teşkilâta, hiçbir Avrupa devletinde tasavvur bile edilemeyen mâlî zenginliğe, dünyânın en mükemmel kara ordusuna ve topyekûn bütün Akdeniz’e hâkim donanmasına, hülâsâ baştanbaşa Avrupa’yı kendisini saymaya mecbûr eden bir güce sâhip bulunuyordu. (Age, Büyük Osm. S.9)   SOYU- SOPU, DİLİ BELLİ BİR MİLLET Osmanoğullarının 15. asır hânedân târihçisi Beyâtî’ye göre, Osman Gâzî, Mete’nin 46. kuşak torunudur. Mete de Alp Er Tunga’nın 13. kuşak torunu olduğuna göre Ertuğrul Gâzî Alp Er Tunga’nın 58. kuşak ve Mete’nin 45. kuşak torunu oluyor. Türkler soylarına o kadar bağlıdırlar ki, rivâyete göre Süleyman Şah (asıl adı Kayıhanoğlu Gündüz Alp Bey ) Câber yakınlarında Fırat’ı geçerken boğulmuştur ve “Türk mezarı” denen yere gömülmüştür. Burası Osmanoğullarınca ve Türklerce en millî yerlerden biri sayılmıştır. Öyle ki Sûriye içinde kaldığı hâlde 1923’te Lozan Antlaşması’na göre Fransa tarafından Türkiye’ye bırakılmış ve burada Türk bayrağı çekmek ve Türk askeri bırakmak hakları tanınmıştır. (Age, Büyük Osmanlı c.1, s.29) Osmanlı’da Türkler ve diğer tebaa, cizye (Müslüman olmayandan alınan vergi) hâriç, aynı tüzel kişiliğe sâhiptir. Türklerin ayrıca imtiyazlı olmalarının tek sebebi Türkçedir. Türkçe bilmeyenin Müslüman da olsa devlette görev alması mümkün değildi. Yemen’de de, Macaristan’da da, Habeşistan’da da, Cezâyir’de de tek resmî dil Türkçeydi. Hânedânın çok saf bir Türk menşei olan Kayı Boyu’ndan ve Karakeçili aşîretinden gelmeleri ve dâimâ bununla övünmeleri Türklüklerini muhâfaza etmeleri bakımından çok önemliydi. Pâdişahların tamâmına yakını Arapça ve Farsça bilmelerine rağmen bu dillerle konuşmayıp yalnız Türkçe konuşmaları da mühim bir unsurdur. Pâdişahla muhâtap olmak isteyen halk da Türkçe bilmek zorundaydı. Öyle ki bu konuda çok hassas olan II. Abdülhamîd’le daha yakın olabilmek için Türkçe öğrenen sefirler olmuştur. Devletin bütün eğitim, kültür, adâlet ve diğer mekanizmasını mutlak olarak elinde tutan ilmiye sınıfında Türk olmayan Müslüman kavimlerin nispeti hiçbir devirde 10’ da 1’ i bulmamıştır.   DÎNÎ TERİMİNOLOJİNİN ASLİ DİLİ ARAPÇA İlmiyye sınıfında fıkıh ve tefsir dersleri bile Türkçe okutulurdu. Tabîî ki dînî terminolojinin aslî dili Arapça olduğu için ilmiye sınıfı Arapça ve Farsçayı iyi bilir, duâ metinlerini Efendimiz’in kelâmı gibi de okurlardı. Halk içinden yaptığı duaları şüphesiz kendi diliyle, yâni Türkçe yapardı. Osmanlı soyu, asıllarını hiç unutmadı; Türklüklerini hiç inkâr etmediler. Aslâ küçümsemediler. Yıldız Sarayı’nda bir Türk bahçıvanı “Pis Türk” diye azarlayan Arnavut tüfekçi subayının sözünü pencereden duyup başını uzatarak “Ben de Türk’üm” diyen II. Abdülhamîd’in karşısında subayın ödü kopmuştur. Osmanlı Devleti 1400’lü yıllardan sonra artık eski kabîle topluluğu değil bir cihan devleti olmaya başladı. Bünyesindeki gayr-i Türk ve gayr-i Müslim tebaa genişledi. Bunların idâresi için devlet mesûliyeti yüklenmeleri gerekiyordu. Bunlara kilit noktalar hâriç, önemli görevler verildi. Padişahların ve halkın ataları önceleri Orta Asya geleneğiyle Alp, Tigin, Savçı, Gündüz, Sungur gibi isimler koyarlardı. Karahanlı, Gazne ve Büyük Selçuklularda bu uygulama bir İslam adıyla geleneksel hâle getirildi. Abdülkerim Satuk Buğra, Muhammed Alpaslan vb. gibi Sonra bu gelenek unutuldu. (Bu arada çok yersiz bir tenkitle zaman zaman karşılaşıyoruz. “Biz çocuklarımıza Ömer, Osman, Enes, Ukaşe, Ebuzer, Ayşe, Fatma, Hatice adları koyuyoruz da Arap İslâm ülkelerinde Hiç Alpaslan, Selçuk, Selcen, Gülhanım, Bânu Çiçek ve benzeri isimlerini koyan var mı?” diye soruyorlar. İlk duyulduğunda hissî bir alınganlık doğurabilecek yaklaşım gibi geliyor. Unutulan bir şey var, Batı ve genel Hristiyan dünyâsına bir bakalım. Yâni, Protestan, Katolik, Ortodoks, Anglikan, Mûsevî vb. adlarının ortak yanı nedir? Polonya’da, Avusturya’da Çekya’da, Fransa’da, Hristiyan Afrikalının ilk isimlerine bir göz atalım: George, John, Noah, Aaaron, Gabriel, Jesus, Daniel, Moiz, Simon, Michael, Joseph, Marcus, Petro, Petrus, Jakob, Daniela, Mary, Mariah, Elizabeth ve daha pek çok isimler millî ve yerli adlar mıdır? Her biri ortak bir aziz veya azîze adıdır. Peygamber ve büyük meleklerin adlarıdır. Yâni ortak din adlarıdır. Biz de de ya bir Peygamberin ya da bir Sahâbe ya da bir melek adıdır ki bunlar da ortak dînî adlardır. Hissî ve mesnetsiz konuşmamak lâzımdır.)   DEVŞİRME PAŞALAR Devşirme paşalardan sadr-ı azamlığa kadar yükselenleri olmuştur. Rum Mehmed Paşa, Velî Mahmûd Paşa, Kuyucu Murâd Paşa, Pargalı İbrâhim Paşa vb. gibi. Devşirmeler için “eşkâl defteri” tutulurdu. Bu defterlerde devşirilen çocukların doğum yeri, doğum târîhi, anne ve baba adları ve eşkâli ( fiziki sıfatları. ) belirtilirdi. Osmanlı bunlara soylarını ve memleketlerini unutturmadı. Zaman zaman memleketlerine gittiler. Bunlar sâyesinde anneler, babalar ve komşularından Müslüman olanlar çoğaldı.   NEDEN İHÂNET Gayr-i Türk ve Türk tebaalardan da ihânetler vukû bulmuştur. Meselâ Arnavut olan Esat Toptânî Paşa, Türk-Yunan Savaşı’ndaki (1897) hizmetleriyle Paşa yapıldı. Meşrûtiyet sonrası Draç milletvekili oldu. Balkan Harbi’nde ihânetlere başladı. Gönüllü redif komutanını evinde verdiği bir yemekte öldürttü. Kalenin, Karadağlıların eline geçmesine yardımcı oldu. Bağımsız Arnavutluk ve onun devlet başkanı olma hayâliyle Osmanlıya karşı I. Dünya Savaşı’nda düşman cephesinde yer aldı. Paris’te Avni Rüstem adlı bir Arnavut tarafından öldürüldü. (Meydan Lorousse, s.355 ) Esad Toptânî, Abdülhamîd’in hal’ini kendisine bildiren grup içinde de yer almıştır. Tabîî ki Osmanlıda en büyük ihânetler özellikle 19. asırla berâber gittikçe yaygınlaşmıştır. Batı’nın fitnesi Osmanlı ekmeğiyle perverde olan (beslenen) birçok devlet adamının aklını çelmiştir. Zamanımızda da bu fitne hiç eksilmemiştir. Osmanlı gayr-i Müslim tebaa aynı Müslümanlar gibi giyinir, Türkçe konuşur, Türk örf ve âdetlerini genelde tatbîk ederlerdi. Dînî bayramlarımıza katılırlar, kendi bayram ve yortularını da serbestçe kutlarlardı. 1680’den önce Türkiye’yi gezen Grelot, Türk imparatorluğunun liberal fakat aslâ kozmopolit olmayan atmosferini iyi tasvir etmiştir: “Şapka giyen herkesin yabancı olduğunu, Türk tebaası olmadığını Türkler derhâl anlıyordu. Zîrâ Türkiye’de Hristiyanlar şapka giyiyordu. Bizim de yabancı ( Freng ) olduğumuz anlaşılıyordu… Geçtiğimiz yerler, bilhâssa câmîlerin çevresi tertemizdi. Bizim kiliselerin çevresi pislik doludur ve idrar kokar.” (Relation Nouvelle d’Un Voyage a Costantinople s. 225-6, 241-2) Osmanlı Türk yurdunda gayr-i Müslim tebaaya sonsuz bir hürriyet tanırken Batılının zâlim dedeleri diğer dîne bile değil diğer Hristiyan tarikat ve mezheplerine acaba nasıl bakıyorlardı? 1852’de bir İngiliz kadırgası Malta kıyılarında karaya vurdu. Şövalyeler dinden sapmış dedikleri Protestan gemilerini Roma’ya gönderdiler. Gemiler içindekileriyle birlikte törenle yakıldı. (A. Tenenti, Venezia, ei Carsari 1961, s. 51) Rusya’da 18. asırda Raskolnik tarîkatine mensup yüzlerce Rus dervişi 1742’de törenle yakıldı. Tataristan’daki (Kazan) 526 câmiin 418’i tahrîb edildi. Şaman olan Volga-Fin kavimlerine (Moldvinler, Çeremisler) Ortodoks Hristiyanlığı kabul ettirmek için görülmemiş zulümler yapıldı. (Laviss- ramband, VII, 411 ), İspanya Kralı Charles Quint’in orduları Papa’nın devletinin taht şehrine girdiler. Roma istisnâsız yağma edildi. San Lorenzo ve San Paolo kilseleri de yağma edildi. İlk Papa sayılan Hazret-Îsâ’nın Havârîsi San Pietro’nun (Saint Pierre) mezarı deşildi. Papa II. Julius’un isleleti lâhdinden çıkarılıp parmağındaki altın yüzük alındı. (Leopold Ranke, Deustche Gescihichte İm Zeiltalker, der Reformation Ter. C. Köprülü, II. 360-1) Daha San Bartolomeo katliamını ve diğerlerini yazamadım. Çükü sahîfeler yetişmez. Şimdi ey Batı, zâlim dediğiniz  -ki zâlimdiler- Cengiz ve Hülâgu bile sizin yaptığınız zulümlerin 100’de 1’ini bile yapmadılar! Türk târihinde de zâten zulüm hiç yoktur! Görüşmek ümidiyle... En büyük Türk devleti: Osmanoğulları
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.