Bilmem ne kazandık?

A -
A +

Osmanlının son devrinde Mustafa Reşîd Paşa’nın başlattığı -kendi ifâdesiyle- “medeniyet dîni” asırlardır toplumla barışık olan ibâdât ve muâmelât sistemini yıkıp, yeni bir hukuk, vatandaşlık ve inanç sistemini oturtmaya çalışıyordu.

Bir topluluğu millet yapan unsurlar, yılların birikimidir. Bu birikimlerde en önemli unsurların başında destanlar gelir.

Avrupa milletlerinin destânları çoğunlukla, paylaşılan parsel destanlardır. Bir milletin destânı yoksa târihi de yoktur. Târihi olmayanın vatanı da yoktur. Vatanı olmayanın dili de yoktur. Dili olmayanın dîni de yoktur, bayrağı yoktur, töresi yoktur… Hâsılı öyle bir millet de yoktur. 

Medeniyet-kültür bağlantısı o kadar önemlidir ki, birbirlerinin tamamlayıcısı gibidir. Kültür altyapıdır; medeniyet onun üstüne binâ edilir. Bu yüzden “millî kültür” ibâresi kullanılmakla birlikte, millî medeniyet olmaz. 

Bilmem ne kazandık?
Osmanlının son devrinde Beyoğlu semti...

AVRUPA VE MEDENİYET

Avrupa aslında mevhum (sanal) bir kavramdır; sınırları çok sonra ortaya çıkmıştır. MS 375 yılında gerçekleşen “Kavimler Göçü” Roma’yı Doğu ve Batı diye ikiye bölmüş; bu târihten sonra Batı Roma yıkılmış, Doğu Roma (Bizans) 1453’e kadar yaşamıştır. “Avrupa” sözcüğünün dînî kimlik anlamında farkındalık ortaya koyması, Hristiyanlıkla birlikte mümkün olmuştur. Hristiyanlık, Avrupa’da dînî olduğu kadar kültürel bir kimlik de ortaya çıkarmıştır. “Avrupalı olma” deyimi, Rönesans ve Reform süreçlerine gelene kadar  “Hristiyan Batı” ibâresiyle eşdeğerdeydi. (Zâten Avrupa’nın adı önce “Chiritentum” “Hristiyanlık” olarak geçer.) Pan-Avrupa düşüncesi 19. asırda Kont Kalergi’nin ortaya koymuş olduğu bir fikir olup Avrupa’nın sınırlarını olduran hatların muğlak (belirsiz) olmasından  dolayı bu sınırların siyâsî bir anlam taşıması gerektiği düşüncesini içermemektedir.

Avrupa kimliğinin üç ayağından biri “Hristiyanlık”tır. Avrupa kimliği hiç şüphesiz  “İslâm ötekisi” kavramına dayanan Hristiyan Avrupa kültürüdür. (Ertuğrul Gazi Aksoy, M. Kemal. Üniv.  Sos. Bil. Ens. Der. 18.2.2020, ss, 1-14) 

Avrupa’nın mevhum (sanal) kavramını oluşturan kavimler İtalya’da Ostrogotlar; İspanya’da Vizigotlar; Gaule’de  (Târihte bugünkü Fransa’yı da içine alan ve Avrupa’nın batısının büyük bir bölümü, Galler) Franklar; Britanya’da Anglo-Saksonlar; Kuzey Afrika’da Vandallar. İşte Avrupa… Ayrı inançlı kavimler birliği. Ama bir şeyleri ortaktı: “VAHŞET” Bütün bu Vandalları “Hristiyanlık” sözüm ona millet yapmıştır. Avrupa millî kültürü “muharref Hristiyanlık” a dayanır.

Türk milleti zengin millî kültürüne sâhip çıkarak İslâmiyetle de şereflenince İslâm medeniyeti dâiresine dâhil oldu. O hâlde İslâm medeniyetine, İslâm ümmetine  evet ama kilise kültürüne dayalı, vahşet ve kan üzerine kurulmuş Garb  (Batı medeniyet dâiresinde ne işimiz vardır?  Tekniğe evet, bizden çaldıkları ilme evet, komşuluğa, ticârete, siyâsî münâsebetlere evet,  ama bizimle kan uyuşmazlığı olan “Batı medeniyeti”ne hayır dememiz gerekir. 

Şimdi bizdeki Batı medeniyeti yolculuğuna bir bakalım: Başkalaşım sürecinin iki ayağı 1839 Gülhâne Hatt-ı Hümâyunu ve 1856 İslâhât Fermânı’dır. Bu iki fermân âdetâ kurtuluş vesîlesi ve Batı’ya bağlanma olarak kabûl edildi. Öyle bir zanna ulaşıldı ki, İslâm ülkelerinde hiçbir fennî ve ilmî çalışma olmamış, hepsi Batı medeniyetiyle zâhir olmuştur.

Islâhât Fermânı ile aslî unsur olan Türkler, “Millet-i hâkime” vasfını kaybetmiş ve devletin kısmen dînî esaslara dayanan prensipleri de örselenmiştir. Aslen “Paris Muâhedesi”yle vukû bulan atmosfer, ecnebîleri cesâretlendirmiş ve zaman zaman da başkaldırmalarına sebep olmuştur.  

Bütün bu değişimlerin aktörleri siyâset sahnesinden hiç çekilmeyen plânlı şebeke unsurlarıdır.

İHTİLÂLCİ EKOLÜN DOĞUŞU

Osmanlı toplumunu temelinden sarsan değişim sürecinin başaktörü Reşîd Paşa’dır.

Reşîd Paşa’nın başlattığı -kendi ifâdesiyle- “medeniyet dîni” asırlardır toplumla barışık olan ibâdât ve muâmelât sistemini yıkıp, yeni bir hukuk, vatandaşlık ve inanç sistemini oturtmaya çalışıyordu.

Asrın filozofları, Reşid Paşa’yı bir hayli etkilemiş ve sistemin değişmesinde çok te’sîrli olmuşlardır. Bunlardan birisi Auguste Comte’tur. Comte’un Reşid Paşa’ya yazdığı mektupta, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme sürecinde üzülmelerine karşılık kendi tasavvuru olan “Pozitivist Dîn”e geçişi önerirken, devlet ricâlinin de karar alma sürecinde tanrısal iletiyi (duâ ve ibâdet)  kullanmak yerine, insanlığın seküler (dünyevî olan, ahret ve dinî konular dışındaki maddî şeyler ve buna dayalı pozitivist sistem) görüşü benimsemelerini, Reşîd Paşa’ya âdetâ emretmiştir.

Bu hareketi dış ağırlıklı olarak yönlendiren Reşîd Paşa, zâten ekolünü de kurmuştu. Bunlardan Nâmık Kemâl ile Ziyâ Paşa’yı aynı, Şinâsi’yi farklı, Ali Suâvî’yi ise çok daha ayrı fasıllarda incelemek gerekir.

Bu devri etkileyen yazar ve filozoflar, Lamartine,  Voltaire, Diderot, J.J. Rousseau ve Ernest Renan’dır. Şinâsî de Lamartine ve Renan’la  da tanışır. 

Reşîd Paşa yaşça bu ekolün en büyüğüdür. Kıdemli ve defaatle devlet görevlerinde bulunması da elini çok kuvvetlendirmiştir. Reşîd Paşa’nın devamlı İngilizlerle dirsek temâsında olması da devrinde ılımlı veyâ rijit ihtilâlci tipleri yetiştirmesini kolaylaştırmıştır. Kendisi çoğu devlet ricâlini de etkisi altına almıştır. Fakat halefi ve gerçek muhibbi (en sevdiği dostu) Şinâsi’yi çok etkilemiştir.

Şinâsî, şiirlerinde aklın pozitif yönlerini ön plâna çıkarırken bu konuda pozitivist ve ateist filozof Auguste Comte’un sâdık bir tâkipçisi olmasının rolü çok büyüktür. O, Osmanlıcı veyâ İslâmcı değil, doğrudan doğruya “medeniyetçi” idi.  Bunda devlet parasıyla Avrupa’ya gönderilen ilk talebe olmasının da rolü büyüktür. 

Bu asrın diğer etkili ve en tehlikeli figürü Alî Suâvî Efendi idi. O, bir yandan Osmanlıcı, bir yandan İslâmcı, bir yandan da Batı medeniyetçisi idi. Şinâsî, İslâmî konularda halka ters düşerken, Alî Suâvî bir vâiz karakteri ile belli bir hayran kitlesine de sâhip olmuştur. Genç yaşta hacca gitmesi, Hanefî fıkhına ait bir kitap yazması onun halk arasında yerini iyice sağlamlaştırmıştır. 

Belli zamanlarını Paris ve Londra’da geçiren, gazete çıkaran, Galatasaray Lisesi’nde hocalık yapan, gâh sarık saran gâh o zaman yalnız Hristiyanların taktıkları fötr şapka ile  dolaşan, gayr-i Müslim metresiyle yaşayan, medrese eğitimi almamakla birlikte kendisini din adamı olarak tanıtan, aynı fikirde gibi görünmesine rağmen, Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa tarafından pek sevilmeyen garip bir adamdı.

V. Murâd’ın üç kaçırılma teşebbüsünün sonuncusunda Alî Suâvî vardır. 

Kendisini müctehid olarak görür. Bunda ciddîdir. Onun ibâdete âit görüşlerini şekillendiren ise Cemâleddîn Efgânî’dir. Bu bâtıl görüşler sonradan İttihâdçıları da etkisi altına almıştır.

Bu çok yönlü mâcerâperest adamın sonu, Çırağan Baskını’nda Yedi-Sekiz Hasan Paşa’nın sopa darbesi ile son bulur. 

19. ASRIN PERESTİŞ-KÂRLARI (TAPANLAR)

Bu asrın özetlerinden birisi de Sa’dullâh Paşa’nın “On dokuzuncu Asır” şiiridir. Şiirden aldığımız iki beyitte şâir meâlen şöyle der:

3. beyit: Hakîkat mecâz, mecâz da hakîkat oldu; belki de eski malûmat esâsından yıkıldı. Ne âb-hayât, ne Suhrâb’ın ilâcı, ne muska efsânesi, ne de tılsım hükümleri kaldı.

24. beyit: Yazık ki Batı ilmin kaynağı oldu, Rûm’un, Arab’ın, Mısır ve Herat’ın adı bile kalmadı.

Bu şiir  Batı’yı yalnız ilim değil her bakımdan hâşâ “kıble-i hâcât” olarak görür. Akla ve insana âdetâ îmân vardır. Bu ilim-felsefe sarmalı, bir nevi anksiyete sonunda ortaya çıkan ve kurtuluşu zaman zaman ancak ölümde bulan “panikatak” gibi âni gelişen bir hastalığa yol açar. Nitekim Beşir Fuâd bileklerini keserek, Sadullah Paşa da havagazı ile intihâr etmişlerdir. Ziyâ Gökalp de intihâr edenler listesine katılmış fakat beynine sıktığı kurşun onu hemen öldürmemiştir.

Sadullah Paşa bu şiiriyle Beşir Fuad’ı, Alî Suavî’yi, Akif Paşa’yı T. Fikret’i ve sonrasında da Nâzım Hikmet’i etkilemiştir. Hepsinde özel ve ortak olan fikir, fen, teknoloji ve makinenin gücüdür. Nâzım’ın “Makinalaşmak İstiyorum” şiiri bunun net bir örneğidir. 

“1856’dan sonra Osmanlı Devleti mutlakiyetle idâre edilirken Eflak, Boğdan, Sırbistan gibi millî meclisleri olan muhtâriyetler ona bağlıdır. Mısır’da bir nüvvâb meclisinin açılışı da meşrûtiyete atılmış ilk adımdır.

Abdülazîz Türkiye’si, meşrûtî bir idâre altında birliğini kurmuş olan Romanya’yı artık elinde tutamazdı. Sırbistan’a gelince hakîkatte onu 1830’dan îtibâren kaybetmiştik. Girit İsyânı’nın nasıl bir çıkmaz olduğunu Âli Paşa’nın meşhûr Lâyihası’ndan anlamak mümkündür.

Türkiye, ecnebîler ve azınlıklar için öğretim serbestliğini kabûl etmekle, 1856 Fermânı’ndan îtibâren hâricin en muzır propagandasına kendiliğinden meydanı bırakmış bulunuyordu.” (19. Asır Türk Edebiyâtı Târîhi Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar 3. Baskı, ss, 190-191 Çağlayan Kitabevi,  1967 )

Osmanlıda 18. asrın sonlarında, başta halîfe sultan olmakla birlikte, sultânın güvenebileceği devlet ricâli çok azdı. 

Frenk hayranlığı bir hastalık hâlinde Osmanlı aydınlarını sarmıştı. Fötr şapka hâriç, Batı kıyâfetleri tamâmen yerleşmişti. Pantolon, frak, Frenk gömleği, tozluklar, rugan iskarpinler, kırık yakalar ve kravatlarla caddelerde bir podyum mankeni edâsıyla gezinen Osmanlı erkekleri boy gösteriyordu. Batı eserleri hızla tercüme edilip okuyucuyla buluşturuluyor, Voltaire, Jean Jacques Rosseau, Auguste Comte gibi yazarların sosyal-felsefî eserleriyle bu tabakanın Batı hayranlığı körükleniyordu. Avrupa’ya giden bâzı sefirlerde bir inceleme gezisi yapar gibi gezdikleri Batı’ya önce hayranlık, sonra bağımlılık ve sonra taklit duyguları gelişiyordu. Bilâhâre Osmanlı elitlerinin Avrupâî lüks ve isrâfına devlet ricâlinin de eklenmesiyle borçlanmalar, üst üste gelen savaşların kaybedilmesi “Acaba kurtuluş Batı’ya dönmek mi” düşüncesini kökleştiriyordu.

Voltaire ve Rousseau için Reisül-küttâb Âtıf Efendi’nin “Volter ve Jan Jak Ruso nâmıyle mârûf ve meşhûr olan zındıklar ve anlar misillü dehrîler (dünyâ düşkünleri)” diye bahsetmesi Tanzimat aydınları dediğimiz zümrede ayrı bir merak ve bu yazarlara karşı daha fazla yakınlık uyandırdı.

Bu arada sefirlik yaptığı hâlde Batı’nın örf ve âdetlerini bayağı bulup onlara cephe alan bir Hâlet Efendi de vardı.

Harp tazmînâtı için Rusya’ya giden Halil Rif’at Paşa İstanbul’a döndüğünde “Devlet-i Aliyyenin yaşaması için Garb’ı taklîd etmekten başka çâre olmadığı”nı söylemesi de duruma açıklık getiriyordu.

Batı Osmanlıya “ölümü gösterip” sıtmaya râzı etmeye çalışırlarken “Gün gelir en büyük tâvizi Lozan’da alırız” “kehânetini” acı bir şekilde fısıldıyordu.

Kapütilâsyonlar büyük bir devletin acze düşmüş bir devlete jesti gibiydi,  ama Tanzîmat ve Islâhât Fermânları Batı’ya verilmiş büyük tâvizler, hattâ Batı için Osmanlıyı rehin alma hareketleriydi.

OSMANLI GAYR-İ MÜSLİMLERİ

Osmanlı Devleti’nde özellikle Pâyitaht’ta (İstanbul) çok gayr-i Müslim vardı. Bunlar Osmanlı gibi giyinir Osmanlı gibi yemek yer, Osmanlı gibi düşünür, sâdece ibâdetlerini, kendi dinlerine göre yaparlardı. Fesli, şalvarlı, sakallı Artin Efendi’yi, Ali Efendi’den ayıracak belli bir ölçü de yoktu. Osmanlıda şu söz çok meşhur olmuştu: Ermeni’nin yemeğini ye, Rum’un yatağında yat, Yahûdî’nin semtine uğrama. 

Bu azınlık Osmanlıları -ki hepsi tebaa idi- Osmanlı Türk kültürüne tamâmen angaje olmuşlardı. Türk musikîsinde Ermeni ve Rumlardan büyük bestekârları yetişmiş, Sarkis Balyan ve âilesi statü değişinceye kadar - mi’mar- mühendis olarak çalışmışlar; Sarkis Efendi, Dolmabahçe, Beylerbeyi ve Çırağan Sarayları ile Azîziye Câmi’ini yapmıştır. Hattâ çok gariptir, Ermeni mezarlığında bulunan ve İslâm harfli tek mezar taşının, Krikor Balyan’ın babasına âit olduğu belirtilmiştir.

Sonrasında Beyoğlu-Galata hattı Osmanlı gayr-i Müslimleriyle çelişen kıyâfet taşıyan seyyâh, öğrenci, gazeteci ve onlara özenen çok sayıda gencin bu kıyâfetleri kullanmalarına sebep oldu. Osmanlı hızla dönüşüyordu. Basın tamâmen onların elinde idi. Tiyatro zâten baştan beri onlardaydı. Operalar, vodviller, orkestralar saraylara kadar girdi. Artık Müslümanların evinde 15. Louis tipi, Rokoko Barok Lui tipi, Hünkâr tipi koltuklarla; Damasko Osmanlı perdeleri, Nakışlı Tül perde, Majiza telasız tül  perdeler, kullanılmaya başlayınca,  kanaviçeli,  röşelyalı (Osmanlıda delikişi denirdi) kolalı veyâ ağır şayak perdeler yavaş yavaş ortadan kalktı. Odayı çepeçevre kaplayan üstü halılı pufla yastıklı sedirler, kerevetler hüzünle sahneden çekilirken, başköşeye bir piyano ve üstünde dekor olarak duran bir Manon Leskaut, Paul ve Virginie romanlarıyla değişik opera, senfoni notaları vazgeçilmezler arasına girdi. 

Orta oyunu, meddâh, Hacîvat Karagöz gibi mâkul ve zararsız oyunlar yerini Şehzâdebaşı Direkler Arası’na bırakıyor, Ramâzân-ı şerîfler ibâdet ayı olmaktan çıkıp eğlence ayı oluyordu. Osmanlı Batı’nın tekniği hâriç her şeyini alıyordu. Osmanlı kabuk değiştiriyordu. Osmanlı artık Osmanlı olmaktan çıkıyordu. Osmanlı, Türklüğünü ve gerçek İslâmiyeti kaybediyordu. Osmanlı ölüyordu.

Ziyâ Paşa’nın dediği gibi:

“Eyvâh bu bâzîçede bizler yine yandık///Zîrâ ki ziyân ortada bilmem ne kazandık”

Tekrar görüşebilmek ümidiyle...

Bilmem ne kazandık?

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.