Parçaladınız koca devleti

A -
A +
Sultan Abdülhamîd, İttihatçıların hamleleri ile devletin hamâsi bir harbe gireceğini ve yıkılacağını anlamıştı. Son hamlesi Müslümanları hilâfet şemsiyesi altına sokmaktı. Peki, bu dönemde tarîkatlere neden önem verdi; bu bir gösteriş miydi?

          

Osmanlı Devleti’ni hiç de alışık olmadığı çöküşe alıştıra alıştıra hazırladılar.
Bir devletin müttefikleri kuvvetliyse genelde bir şeylerden ferâgat ederek bu berâberliği korur. Bir başka devletten bir şey almadan yâni hiçbir menfaati olmadan sâdece iyi niyetle bir diğer devletle dost olunmaz.
Osmanlı Devleti, etrâfında dost gibi görünen devletlerin en büyük düşmanları olduğunu anlamış olmasına rağmen, güçlü iç ve dış lobilerin kıskacında çâresiz kalmıştır.
Bu koca devlet 19. asra kadar karşı devletlerin mâzîlerindeki kuyruk acılarından, dînî fanatizmden ve toprak kayıplarından doğan düşmanlıklarına alışkındı. Ama Osmanlıda bir şeyler değişmeye başlamıştı. Bu cümleden olarak Sultan Abdülazîz’in sanâyî ve eğitim hamleleri Batı’yı endişelendiriyordu. Hırs düşmanlıkları, şuurlu bir husûmete dönüşmeye başlamıştı. Bu sıralarda gücü elinde tutan merkez odaklı dış güdümlü paşalardan Midhat Paşa ve Serasker Hüseyin Avni Paşa, bu hamleci pâdişâhı şehîd ettiler.
Parçaladınız koca devleti
Şimdi şehîd pâdişâhın yerine boynuna taktıkları tasma ile idâre edilebilen, mûnis, hamleci olmayan, Batı’nın dikkatini çekmeyen bir sultanı tahta çıkarmalıydılar. Bu geçici dönem olarak kabul edilen zamanda, V. Murâd’ı tahta çıkarıp 3 ay sonra onu tahttan indirmek ve tekrar tahta çıkarmak isteyen aynı zihniyet bunda başarılı olamayınca, edebiyat ve marangozlukla uğraşan, dindar ve tam istedikleri gibi bir piyon olarak gördükleri II. Abdülhamîd’i tahta çıkardılar. İdârenin başında sultan görünecek, ama asıl kuvvet Midhat Paşa ve avanesinde olacaktı.
Zâten Abdülazîz’in şehâdeti, Sultan Murâd’ın tahttan indirilip aklî dengesinin bozulması ve saray hapsinde tutulması, Sultan Abdülhamîd’e verilmiş bir gözdağı idi. Herhâlde uslu uslu tahtında oturan, sedef kakmacılığı yapan bir sultandan daha iyisi ne olabilirdi ki? O, önüne getirilen fermanları sâdece imzâlayan, devleti giderek Batı’nın ipoteği altına sokan bir kukla olmalıydı. Bu şekilde İngiliz Reşîd Paşa’nın hayâli de gerçekleşmiş olacaktı. Tanzîmat ve İslâhât Fermanları’nın gereklerini istedikleri gibi uygulayacaklardı. Batı, şimdi de bir idârî reform ve ona dayalı bir Teşkilât-ı Esâsiye, yâni anayasa istiyordu. Yeni pâdişah hiç şüphesiz bunu hemen kabûl eder ve meşrûtiyeti de îlân ederdi. Nitekim 1876’da tahta çıkan Sultan, aynı yıl I. Meşrûtiyeti de îlân etti. Gayr-i müslimler, iç şer odakları ve Batı bayram ediyordu. Bir yıl süren bu idâreden herkes memnun görünüyordu. Birinci Meclis-i Meb’ûsan’ın ilk icrâ dönemi 28 Hazîran 1877’de son buldu.
 
MECLİS KARGAŞASI
 
Meclis’in 2. faaliyet dönemi 13 Aralık 1877’de başladı. Bu arada 93 Harbi de devâm ediyordu. Seçilen meb’usların 59’u Müslüman, 47’si de gayr-i müslimdi. Bu oran Osmanlı Devleti’nin elini ayağını bağlıyordu. Açıkçası gayr-i müslimler yaklaşık %50’lik bir oranla Meclis’te temsil hakkına sâhip oldular. Bunun getirdiği yetki ile meclisteki gayr-i müslimler ve iç şer odaklı vekiller, Osmanlı lehine çıkarılmak istenen kânunları desteklemiyor, devlet aleyhindeki her teşebbüsü destekliyorlardı. Meclis âdeta etnik grupların entrikaları ve ihânet odakları hâline gelmişti.
Teşkilât-ı Esâsiye’nin resmî dili Türkçe olmasına rağmen, Ermeni ve Rum milletvekilleri kendi dillerinin de resmî dil olması için bastırıyorlar, hattâ daha da ileri giderek muhtâriyetler istiyorlar, Avrupa’da çıkarılan gazeteler ve şer odaklı lobiler de bunları harâretle destekliyorlardı.
Bu olaylardan hiç ibret alınmamış ki târih tekerrür ediyor; bugün de etnik hareketler Batı tarafından destekleniyor; dış odaklarda bu gürûhun elemanlarına siyâsi muâmeleler yapılıyor ve ne acı ki içte de bunlar kendilerine koruyucu ve destekleyici kuvveti buluyorlar.
Meclis-i Meb’ûsân, azınlıkların küstah hareketleri ve direktifleriyle muhâlif grupların desteklediği Ahmed Hamdi Paşa’ya istemedikleri vekilleri Meclis’ten çıkarttırmaya devâm ediyorlardı. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı da devâm ediyor, Meclis bu kritik dönemde bile azınlıkların ihânetine sahne oluyordu. Bunu bahâne eden Koca Sultan, Meclis’in ikinci faâliyet dönemini de sonlandırdı.
Balkan devletleri arasındaki Ortodoks-Katolik hasımlığına rağmen Osmanlıya karşı müşterek ayrımcılık hareketlerini, koca devlet ibretle ve dehşetle seyrederken, İttihâtçıların, Makedon çeteleri Taşnak ve Rum çapulculardan medet ummaları ve Mason localarının desteği sâdece bir amaca yönelikti: Abdülhamîd’i devirmek!.. İTC’nin amacı sâdece Abdülhamîd’i devirmekti. Onlar Osmanlının bekâsını istiyorlardı. Hâlbuki Abdülhamid Han düşerse Osmanlı da, saltanat da Hilâfet de gidecekti.
İngilizler tam bir taktik savaşı yapıyorlardı. Osmanlının aslî üyesi olan Müslüman Arapları da ayaklandırırlarsa ümmet birliği da iflâs ederdi. Bu durumda meydan Ermeni ve Rumlara hattâ yavaş yavaş etnik hareketlere katılan Kürtlere kalacaktı. Osmanlının asıl gâyesi de Müslüman olan Arapları ve Kürtleri Osmanlı birliğinde tutmaktı. Abdülhamîd ümmet birliği yanında Osmanlı milletler topluluğundaki gayr-i müslimlerin de haklarını bahâne ederek “cihâd” îlân edeceğini îmâ etmeye başlamıştı. Hilâfet dimdik ayakta idi ve yaptırım gücü cihâd îlânını muhtemel kılıyordu.
Arap toplumundan ilk ayrılık hamlesi Hristiyan Araplardan geldi. Bu arada Ahmed el-Sulh adlı Sûriyeli bir liderin, Şam’da sürgün hayâtı yaşayan Cezâyirli âsî lider Abdülkâdir ve etrâfındaki grup ile Sûriyeli bâzı kabîle liderlerinin desteğini da arkasına alarak, Sûriye’nin bağımsızlık hareketini başlatmış, bunda da başarılı olacağını zannetmişti. Hâlbuki bu iş öyle kolay değildi. Bir milletin sözlü ürünlerinden olan atasözü, deyim ve türküler o toprakların tapularıdır. Bu şehirler, o milletin uzuvları gibidir; kopartılamaz. Kopartılırsa bunun sancıları asırlarca dinmez. İşte bu örneklerle yaşayan bâzı atasözleri, deyimler ve türküler: “Hacı hacıyı Mekke’de-Derviş dervişi tekkede bulur. Âşıka Bağdâd sorulmaz”; “Ana gibi yâr, Bağdâd gibi diyâr bulunmaz.”; “Yanlış hesap Bağdâd’dan döner.”; “Haleb ordaysa arşın burda…” gibi atasözleriyle “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” vb. deyim örnekleri de çoğaltılabilir.
Balkanlardaki ve Türk illerindeki serhâd Türküleri hâlâ dillerdedir: “Estergon kal’ası bre dilber aman! -Kırımdan gelirim atım Arap’tır.”; “Burası Huştur, yolu yokuştur.” “Kahve Yemen’den gelir.”; “Sivastopol önünde yatar gemiler.”; “Manastır’ın ortasında var bir havuz.”; “Tuna Nehri akmam diyor...”
Bugün hâlâ bizden kopartılan ata yadigârı topraklarda Sûriye civârını Türk ve İslâm beldesi yapan Süleyman Şâh’ın muazzez kabrine tasallut edip o aziz topraklarımızda ehl-i küfr ortaklığı ile mübârek Anadolu coğrafyamızı da parçalamaya ve Sevr rüyâsı görmeye yıllardır devâm ediyorlar. Ne yazık ki bu ütopyayı,  iç ihânet şebekeleri yine aynı hırsla destekliyorlar.
Osmanlıdaki bu ayrılıkçı hareketlere Arnavutlar da eklenmiş, kurdukları Prizren birliği ile Koca Sultân’ı iyice endişelendirmişlerdi.
 
ÜMMET VE TARÎKAT GERÇEKLERİ
 
Sultan Abdülhamîd’e göre ümmetin en sevdiği ve onlara en mûnis gelen kelime “Müslüman”dı. Bu yüzden bu İslâm topluluklarına “Azîz Müslümânlar” diye hitâb ederdi. “Ümmet” derin bir sosyolojik mânâ ifâde ederken, “Müslümân” kelimesi hem dünyevî hem de uhrevî bir sığınaktı.
Abdülhamîd hilâfeti ise bütün Müslümanları imtiyazlı bir toplumun parçası olma şerefiyle taltîf ediyordu. Hilâfet, saltanâtın uluslararası bir baskı unsuruydu. Gayr-i müslim tebaa bile bu sancak altında korunacağına inanırdı.
Papalık sâdece Katolikleri koruyup diğer Hristiyân mezheplere düşmanken, hilâfet bütün hak mezheplere aynı yakınlıkta ve şefkatte, dahası, gayr-i müslim tebaa bile hilâfetin koruyucu kanatlarında idi. Şîîler ve Vehhâbîler ise önceden beri hilâfetin hep karşısında oldular.
 
ZEKÎ VE SİYÂSÎ PÂDİŞÂH
 
Abdülhamîd Han Batı’da gittikçe yaygınlaşan etnik ayrımcılığa (ırk ayrılığı) daha kuvvetli ve daha sosyolojik bir fikir geliştirmeliydi. Irkçılık koca devleti yerle bir ederdi. Çeşitli ırkların asabiyet (ırkçılık) hamlelerine Osmanlı direnemezdi. İTC kendi düşüncesinde yâni Türkçülük hareketinde kendisini haklı buluyordu. Öyle ya Müslüman kavimler bile Osmanlıdan kopup bağımsızlık nâraları atarken millet-i hâkime olan Türklerin sesi çıkmayacak mıydı? Ama bir şeyi iyi düşünmeleri gerekiyordu. Bu hareketi en başta harâretle destekleyen mason localarıydı. Sonra Yahûdîlerden Leon Cahun, Moiz Kohen (göz boyamak için adını bile Mûnis Tekinalp yapmıştı). Gabriel Tarde ve reformist Cemâleddîn Efagânî gibi Osmanlı ve Türk düşmanları neden bu hareketin içindeydiler?  Sultan Abdülhamîd, İTC’nin hamleleri ile bu devletin hamâsi bir harbe gireceğini ve devletin yıkılacağını anlamıştı. Son hamlesi Müslümanları, hem İslâmiyet hem ümmet hem de hilâfet şemsiyesi altına sokmaktı. Peki, bu dönemde tarîkatlere neden önem verdi; bu bir gösteriş miydi? (Abdülhamîd önceleri Nakşî şeyhi Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî hazretlerininin hafî zikirlerine katıldı. Ricâlin çoğu ise nakşî idi. Bu tarîkatlerin bağlı olduğu bölgelerin şeyhleri, görev aldıkları Türkistan, Afrika, Hindistan,  hattâ Japonya’da bile hem dînî hem de stratejik vazîfeler yaparlardı.) (Erol Karcı, Osmanlı Kaynakları’na Göre Fransızların Tunus’u İşgâli, Gâzî Üniv. SBE, Yüksek Lisans Tezi Ankara 2007, 78. )
Şeyh-İmam ve Komutan Şâmil’in Kuzey Kafkasya’da uyguladığı “mürîd-asker” yapılanması ile Kuzey Kafkasya’daki İslâm’ın bayraktarlığı tezini Abdülhamîd de uyguladı.
Sultan, şartlar aleyhine geliştikçe yeni hamleler peşinde koşuyordu. Bu topraklarda yalnız Türklere âit bir hilâfet olamayacağını biliyordu. Bütün çabası çekirdek İslâm topluluğu idi. Yâni o, hilâfet altındaki Müslümanları geniş bir İslâm cemaati gibi görmek istiyordu. Dünyânın gidişatını görüyor ve İTC’nin sonunda niyeti bu olmasa bile,  bu devleti parçalatacağını da tahmîn ediyordu. İşte burada da dar bölge savunması olan cemaat fikrine toplumu hazırlıyordu. Cemaatler küçük topluluklar gibi görünmesine rağmen dirençli bir savunma unsurudur. (Kıbrıs Türk Cemaati ve Mücâhit Hareketi gibi) Sultan, İslâm çemberinde Türk faktörüne çok güveniyordu. Kendisi ileride olacağını tahmin ettiği bir istiklâl savaşına sanki hazırlık yapıyordu. Nitekim Çanakkale Muhârebeleri’nde Abdülhamîd’in ileri görüşlü tedbîrlerinin ne kadar önemli olduğu görülmüştür. Sultan, Çanakkale tabyalarının aşılamayacağını, o tabyaları mükemmel tahkîm ettiğini her zaman belirtmiştir.
Sultan Abdülhamîd’in Meşrûtiyet’i hemen îlân etmesi Batı’yı endişelendirdi. Sultan neden hiç direnmeden bu meclise râzî olmuştu? Sosyal bir histeri hâline gelen Meşrûtiyet îlânını geçiştiremeyeceğini anlayan Sultan, Meb’ûsân Meclisi’ni kurdu. Meclis’te sayı olarak büyük bir güç yakalayan gayr-i müslim ve onları destekleyen yerli vekiller, şuursuz Osmanlı aydınları da yanına almışlardı. Sultân’ın ince plânlarını az çok sezen Fransa ve İngiltere şimdi her an ondan bir hamle bekliyordu. Abdülhamîd Han, bu hareketi hayra tebdîl etmekte kararlıydı. Vatan sevgisi taşıyan vekiller gerçekleri anlamaya başladılar. O, otorite boşluğu doğurduğu ve ihânetlerin odağı olduğu için Meclis’i yine feshetti.
Bir İngiliz dergisindeki makâlede şu ifadeler yazılmıştır: “Târih çağımızın en çarpıcı şahsiyetlerinden hattâ en keskin zekâlılarından biri olan Sultan Halîfe Abdülhamîd’i bir gün tanıyacaktır. Bütün saltanâtı boyunca sultân olarak dünyevî yetki alanının daralmasını telâfî etmek üzere, hilâfetin vârisi olarak talep ettiği rûhânî otoriteyi canlandırdı. Pan-İslâmcılığı sömürgeciliğe karşı bir mücâdelenin veyâ İslâm toplumlarını korumaya ve canlandırmaya yönelik bir çabadan ziyâde, İslâm’ı, Avrupa uygarlığı ve Hristiyanlıkla karşı karşıya getirmesiydi.” (Abdülhamîd Sultan and Khalîf  And The Pan-İslâmic Movement, Blacwood’s Magazine (September 1906 ).
Sultan, Fransa’nın Alman ve İngilizlerin teşvîkiyle Tunus’u işgâle kalkışmasını büyük bir koz olarak kullandı ve İslâm âlemiyle Batı arasında bir kin duvarı oluşturdu.
Aslında “Pan-İslâmizm” Sultan Abdülhamîd’in hamleri karşısında çâresiz kalan Batı’ın ürettiği bir tâbirdir. Bu konuda ilk uyarıyı pâyitahtla yakın ilişkisi olan Macar Yahûdîsi Vambery yapmış ve bir diğer yazar da şöyle demişti: “Pan-İslâmcılık ne dînî bir mezhep ne de gizli bir siyâsî dernektir. Yalnızca Müslümanların ilerlemesini sağlayacak tam bir özgürlüğün ifâdesidir. Pan-İslâmizm benzersiz bir İslam ideolojisinin yükselişine tanık oldu.” (Bedjhet Wahby, Pan-İslâmizm, The Nineteenth Century 60, no 363, Ocak Haziran 1907, 862)
Sultân Halîfe, Osmanlı topraklarında Hicaz, Cezâyir, Tunus Mısır Orta ve Doğu Afrika’daki Müslüman Birliği ve Senûsîlerle ilişkiler ve Comore Adaları, Balkan Müslümanları Toplulukları dışında Hindistan, Açe, Mysore Sultanlığı’nda, bütün bu ülke ve topluklarda hilâfetin varlığını ve gücünü onlara veriyor ve morallerini hep zirvede tutuyordu.
Son olarak şunu söyleyelim: Batı, haklı olarak düşman olduğu bu Koca Sultân’a hayranlıklarını da gizlemediği hâlde, bizim aydınlarımızın o günden bugüne onu anlamamaları ve hattâ düşman olmaları neyle îzâh edilebilir? Ve muhtemelen eğer Abdülhamîd devrilmeseydi biz I. Cihân Harbi’ne girmezdik ve Osmanlı Devleti de yıkılmazdı…
Tekrar görüşmek üzere…
.....
Faydalanılan Kaynaklar:  
Kemal H. Karpat, İslâm’ın Siyasallaşması, 3. Baskı, Ni san 2009.  İst. Bilgi Üniv. Yay.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, Kayı X, Osmanlı Târîhi, Abdülhamîd Han, Timaş Yay . İst. 2021
 
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.