Liyâkat ve devlet yönetiminin esâsı

A -
A +

Gençler aktif olmayı severler; onları faydalı işlere kanalize etmezseniz birileri onları kötü emellerine âlet eder. Abdülhamîd Han açtığı yüksek mekteplerle gençleri en hayırlı ve faydalı bir sâhaya sevk etmeye çalıştı; fakat heyhât ki onu kendi silâhıyla vurdular.

 

Cumhûriyet’ten sonra da sık sık aşağılayıcı bir tâbir olarak literatürümüze giren mürtecî (gerici) kelimesi, İTC tarafından muhâlifler için kullanılırdı.

 

Osmanlıda yayılan Comte’çu pozitivizm, inançları sarstı.

 

Her toplum, her millet mâkul değişmeler yaşar; genelde bu değişmelere ayak uydurulurken, buna karşı olanlar kendi aralarında birtakım cemiyetler kurarak evvelâ fikrî bir tepki verirler. Dış tahrikler de olursa işi bâzen silâhlı mücâdeleye kadar vardırırlar. Osmanlı Devleti de tabîî ki bir istihâle (başkalaşım) geçirecekti. Bu başkalaşım sosyolojik bir gerçekti.

19. asır, eski yüzyıllar gibi târihî gelenekleriyle değil, bu gelenekleri sarsan bir zaman birimi olarak Osmanlıyı hırpalamaya başladı. Eski statüko isyanları, yerini ideolojik teşkilâtlanmalara bıraktı. Osmanlı halkı, Yeniçeri, Celâli ve iç saray ayaklanmalarına alışkındı ama şimdi durum öyle değildi. Devlet, saltanat sanki çok şeyler kaybediyordu.

19. yy, 20. asra çok farklı şeyler devretti. Bu devirler pek hayırlı şeyler değil, hattâ şerli ve sâhibi tam belli olmayan bir mîraslar zinciriydi.

Başta eğitim olmak üzere dış siyâset ve bürokraside farklı manzaralar görülüyordu. Eğitimde mükemmel hamleler yapılıyor, fakat eğitim alan gençler düzene karşı teşkilâtlandırılıyordu. Öğrencilerin eğitim için Avrupa’ya gitmeleri ve Fransız Devrimi’nin hızla yayılan ilkeleri Osmanlıda yeni aydın tiplemesi oluşturuyordu.

 

FELSEFENİN ETKİSİ

 

Bu asırda dünyânın ilgisini çeken yeni güncel felsefe de devreye girmişti. Auguste Comte, Alfonso de Lamartine, Emile Durkheim Voltaire gibi filozof ve yazarlar halka daha çok hitâp etmeye başlamışlardı. Descartes’in öncelerden öne sürdüğü formel mantık verilerini de kullanıp yeni bir gelişim olarak ortaya çıkan “Var Oluşçuluk” akımı da insanı ve toplumu önceliyordu. Baştan bu terimi kullanmasalar da Soren Kiekegaard, Dostoyevski, Nietzche ve belki sonraları İttihâdçıların fikir vârislerini etkileyen Jean Paul Sartre bu yüzyılın öncülüğünü yapıyorlardı. Bu akıma göre ruhbilim ve kültür hareketleri ferdî hareketlerle birlikte var olabilirdi. Bu düşünürler erdem ve bilimsel düşünceyi öne çıkarıyor ve sistematik felsefeye bir alternatif sunuyorlardı.

Başta dindar bir âileden gelerek sonra din olgusunu şahıslara indirip dîni “Tanrı–insan arasında bir olgu” diye belirleyen, belki de modern lâiklik sınırlarını çizen Kierkegaard, İttihad ve Terakki Cemiyeti (İTC) ve genç Türkiye Cumhûriyetini çok etkilemiştir.

Nietzche de din, ahlâk ve modren kültürü, ironi (alay) metafor (eğretileme, istiâre ) ve aforizmalarla (aykırı fakat çarpıcı güzel sözler) san’atlı bir şekilde toplum değerleriyle oynamıştır.

Başta bu akımlar Osmanlı aydınlarını pek etkilemese de, içe kapanmaya başlayan yeni aydın tiplerini hemen parantezi içine almıştı.

Bu duraktan sonra erdem de bilimsel düşünce de ferdi aşıyor ve toplumsal felsefe yeni nesle yol gösterici oluyordu. İç hesaplaşma ve kendi düşünce çemberinde var olmaya çalışan yeni tip aydında iç isyanlar dışa vurumla, ferdi cemiyete yardımcı yapıyor ve her şey cemiyet için oluyordu. Bu durumu özetleyen en güzel beyit de Nâmık Kemâl’den geliyordu:

Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemâl

Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına.”

(Şikâyete konu olan milletin dertleridir. Kendi derdim billâhî aklıma bile gelmez.)

Bu beyitten de anlaşılacağı gibi ferdî gâileler, yerini toplum dertlerine terk etmişti. Bunun gerçekten böyle olup olmadığı konusunda kesin şüphelerimiz vardır. Sonraki birçok olay bu zihniyeti kısmen tekzîp ederken bunda samîmî olanlar da çıkmıştır.

 

SİSTEM KAYIYOR

 

Tanzîmat’la başlayan insan hakları ağırlıklı yeni yapılanma, Batı isteklerine uygun tüzüklü, Müslüman halkı baskılayan, sâdece devletin işleyişini değil, giderek yaygınlaşan ve tırmanışta olan “Comte’çu” pozitivizmin etkisiyle, halkın inançlarını da sarsmaya başladı.

Şinâsî ve Nâmık Kemâl bugünkü anlamda aktivisttiler. Düzene başkaldırıyorlar, hattâ hürriyetlerini bile tehlikeye atıyorlardı. Şiirleriyle sultâna bile târizde bulunuyorlardı.

Abdülazîz Han’ın şehâdeti ile başlayan “Batı’ya Sultan kurbân etme” yeni yeni türeyen protest ruhlu gençleri de etkilemişti! Özellikle bu gençleri yönlendiren de Midhat Paşa’ydı.

Osmanlı Devleti’nde bir devrim olarak görünen birinci meclisin açılıp bir sene sonra kapatılması, aslında eylemleri su yüzüne çıkarmak, iç ve dış tahrikçiler için bir bahâneydi.

Sultan Abdülhamîd’in Meclis’i feshetmesiyle başlayan karalama ve menfî propaganda cihetiyle yayınlanan kitap, broşür ve bildiriler tahminlerin çok ötesindeydi. Târihte bir eşine daha rastlanmayan bir kampanya başlatılmıştı. İçte ve dışta büyük bir inatla Sultan Abdülhamîd’i ya katletmek veyâ tahttan indirmek için faaliyetlere çok çabuk başladılar.

Abdülhamîd kendisine yapılan saldırıların yüksek mekteplerden olduğunu bilmesine rağmen, yine de büyük bir şevk ve azimle yenilerini açmaya devam ediyordu.

 

İTTİHÂDCILAR VE ABDÜLHAMÎD HAN

 

Târihimizde en çok tartışılan, üzerine en çok yazı yazılan, lehte ve aleyhte birçok tartışanı olan ihtilâlci İttihâd ve Terakkî Fırkası, 1890 yılında kuruldu. Altyapısını Genç Osmanlı ve Jön Türklerin meydana getirdiği, Türk olmayan üye sayısının bir hayli fazla olduğu bu fırka, özellikle Harbiye ve Askerî Tıbbiye’den destekleniyor ve misyon olarak Abdülhamîd’i devirme plânları üzere faaliyet gösteriyordu. 1897’de yıkıcı faaliyetlerinden dolayı bu cemiyet dağıtıldı; bâzıları sürüldü, bâzıları da sığınakları olan Paris’e kaçtı. “Serhafiyye-i Hazret-i Şehriyârî” denilen millî istihbârâtın başkanı Birinci Ferik Ahmed Celâleddîn Paşa, Paris’e giderek kaçak gençlerin çoğunu iknâ etti ve bu gençleri devlete kazandırdı.

Gençler aktif olmayı severler; onları faydalı işlere kanalize etmezseniz birileri onları kötü emellerine âlet eder. Abdülhamîd Han açtığı yüksek mekteplerle gençleri en hayırlı ve faydalı bir sâhaya sevk etmeye çalıştı; fakat heyhât ki onu kendi silâhıyla vurdular.

Askerî gücün psikolojik etkisiyle Harbiye ve Askerî Tıbbiye, ihtilâlci gençlerin merkezi gibi çakışıyordu.

Gençler başlangıçta romantik bir başkaldırma gibi başladıkları bu harekette, rijit ve gözü kara önderleri vâsıtasıyla çabuk savruldular. Gerçi başlangıçtan beri örtülü bir ihtilâl fikri vardı ama eylem ve aktif mücâdele farklı bir şeydi.

Önceleri Erkân-ı harb Kolağası Kurmay Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemâl de Cemiyet’e girmesine rağmen, ordunun politikaya karışmasına muhâlif olduğu ve Enver Beyle de arası pek iyi olmadığı için Cemiyet’ten çekilmişti.

II. Meşrûtiyet’ten sonra bir sürü parti kurulmuşsa da İTC bunların hiç birisine yaşama imkânı vermemiştir.

Esas sıkıntı 1826’da Sultan Mahmûd’un Yeniçeri Ocağı’nı lağvedip kurduğu yeni ordu teşkilatının, siyâsetin tamâmen dışında olmasına rağmen, İTC orduyu siyâsetin ana ekseni yaptı.

Cumhûriyet’ten sonra da sık sık aşağılayıcı bir tâbir olarak literatürümüze giren mürtecî (gerici) kelimesi, İTC tarafından muhâlifler için kullanıldı.

Başlangıçta Fransız Devrimi’nin sloganı olan uhuvvet (kardeşlik) adâlet, müsâvat (eşitlik) ve hürriyet kavramları yerini katı ve baskıcı bir yönetime bırakmıştı.

Aslında İTC üçlüsü için vatansever ve iyi niyetli, nâmuslu insanlardı deniliyordu ama Abdülhamîd düşmanlığı ve siyâseti bilmemeleri onları yanlış yola sevk etti.

Bu konuda merhûm Alpaslan Türkeş Bey’in ifâdeleri çok dikkat çekicidir: “Başka çok misalleri var. İttihâd ve Terakkî var, Enver Paşalar var, Talât Paşalar var, Cemal Paşalar var... Birçokları bunları çok beğenirlerdi. Efendim çok dürüst, çok doğru adamlardı. Bak Enver Paşa gitti Türkistan’da şehit oldu… Osmanlı Devleti’ni yıktıktan sonra neye yarar? 1908’de geldi İTC iktidâr oldu. Onlar iktidâr olduğu zaman Arnavutluk Osmanlı Devleti’ne bağlıydı. Osmanlı Devleti’nin sınırları Adriyatik Denizi’ndeydi. Rumeli bizim elimizdeydi. Selânik, Manastır, Kosova hepsi bizim idâremizdeydi. Libyâ ve Çad bizdeydi. Yâni sınırımızın bir ucu Afrika’nın ortasında, Ekvator çizgisindeydi. Arabistan Yemen bizdeydi. Yâni Osmanlı Devleti’nin bir ucu Hint Okyanusu’ndadır. On sene sonra 1918’de hepsi gitmiştir. Anadolu da işgâle uğramıştır. İşte İTC, iste Enver Paşa, işte Talât Paşa, işte Cemâl Paşa. Efendim çok vatanseverdiler, çok dürüsttüler, hırsız değildiler, bilmem ne değildiler. Ama komitacıydılar. Komitacılıkla devlet adamlığı farklı şeylerdir. Bize akıllı, ileriyi gören devlet adamları lâzım. Milletini tanıyan, târihini bilen kudretli devlet adamları lâzım.”

Vatanseverlik ferâgat ister, fazîlet ister ve en önemlisi de devletin sırlarını dışarıya ifşâ etmemeyi ister. Kol kırılır yeni içinde kalır. Devletini Avrupa’ya şikâyet eden vatanını seviyor olabilir mi?

Jön Türkler ve İTC gerekli bilgi, donanım ve liyâkat olmadan bâzı kritik görevler ve milletvekillikleri üstlendiler. Kimi telgraf memurluğundan başbakanlığa, kimi kurmay yarbaylıktan 33 yaşında iken harbiye nâzırlığı ve başkumandan vekîlliğine, kimi jandarma teğmenliğinden dâhiliye nâzırlığına, en kabiliyetsiz olanları ise milletvekilliğine nasbedildiler (atandılar ).

 

İHÂNET ÇEMBERİ

 

Bu sırada Sabahaddîn Bey gibileri ve partizanlıkla millî şuurlarını kaybetmiş olan Jön Türkler, Sultan Abdülhamîd’in Ermenileri ezdiğini Avrupa basınına şikâyet etmiş ve bu devletlerden Sultan Abdülhamîd rejimini devirmek için yardım istemişlerdir. Sabahaddîn Bey ayrıca bağımsız bir Ermenistan kurulmasını destekleyen, (Doğu Anadolu’da ) ve Türkiye’nin İşkodra, Yanya ve Kosova vilâyetlerinden müteşekkil bir Arnavutluk’tan bahseden bir makâle yayınlamıştır.

Sultan Abdülhamîd’in ikinci defa kerhen açtığı Meşrûtiyet Meclisi 17 Aralık 1908’de faaliyetlerine başladı. İstanbul’da çıkan Rumca gazeteler Türkiye’de 6,5 milyon gibi abartılı bir Rum nüfustan bahsedip daha fazla milletvekîli çıkarma peşindeydiler. İTC’li milletvekîli sayısı fazlaydı, ama Türk olmayan milletvekilleri dış destekle millî menfaatlerinin peşindeydi.

Rusya’nın Ermeni asıllı Baştercümânı Mandelstam’a göre 275 milletvekîlinin 140’ı Türk, 60’ı Arap, 25’i Arnavut ve 2 de Kürt milletvekiliydi. Arapların biri, Arnavutların birkaçı Hristiyan, diğerleri Müslüman’dı. Hristiyan milletvekillerinin sayısı ise şöyleydi: 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahûdi, 4 Bulgar, 3 Sırp ve 1 Ulah (Romen) olarak toplam 48 sandalye idi. Bunlar da en az İTC’liler kadar idealist ve aslî unsurlarına bağlı idi. Bundan da tehlikenin büyüklüğünü anlamak mümkündür.

İttihâdcıların en büyük suçlarından biri, yıllardan beri Türklerle savaşan Bulgar, Sırp, Yunan ve Ermeni çete mensuplarının çoğunu affetmeleriydi. Bunlar âdî suçlu değillerdi; çoğu çapulcu ve çeteciydi. İTC’liler, yüzlerce Türk’ü şehîd edip bununla övünen çete reisleri ile kol kola resim çektirmişlerdi.

Sultan Abdülhamîd büyük bir basîretle silâh ithâlini yasaklamıştı. İTC’nin bu yasağı kaldırması üzerine Ermeni çeteleri modern silâhlarla donatıldı. Sultân’ın Türkiye’ye girmelerini yasakladığı komitacı Rumlar ve Ermeni Hınçak ve Taşnak üyeleri, Türk topraklarına doldular.

Hiçbir şey rastgele olmuyordu. Her şey plânlanmıştı. İttihâdcılar sanki zafer kazanmış gibi (ki kendilerine göre büyük bir zafer kazanmışlardı) gözleri kör kulakları sağır bir şekilde gelişen olayları göremiyorlardı.

Adana bölgesinin Ermeni Piskoposu Muşeg, tahrikleriyle, Batı’nın dikkatini çekiyordu. Bu arada Türkiye’de bir Ermenistan devleti kurabilmek için ithâl edilen binlerce yeni modern silâh, Ermeni komitacılara dağıtıldı. Bu Piskopos isyân emrini İstanbul’da 31 Mart İhtilâli’nin koptuğu 14 Nisan 1909’da verdi.

Adana ve Tarsus bölgesinde ayaklanan Ermeniler evlere dalıp ırza, cana ve mala saldırmaya başladı. Dört günde o bölgenin altını üstüne getirdiler. Hazırlıksız olan asker ve polis olaylara gereği kadar müdâhale edemedi. Halk kendisini korumak zorunda kalmıştı. Bu dört kara günde Ermeniler 1850 Türk’ü şehîd ettiler. Sivil halk büyük bir gayretle canını dişine takarak ellerine geçirdikleri kazma kürek ve diğer silâhlarla 17.000 Ermeni’yi katletti. Piskopos Muşeg Mısır’a kaçtı.

İşin en garip yanı, Batı, Ermenileri mazlum gösterip Türkleri yine barbar îlân etti.

Amerika ve Avrupa’nın baskısıyla İTC’liler Türkleri rastgele cezâlandırmaya başladı. Bu sırada Adana Vâlisi olan Kurmay Albay Cemâl Bey, hâtıralarında şunları söylüyordu: “Yalnız Adana’da 30 Müslümân’ı îdâm ettirdim. Erzin’de on üç Müslümân’ı daha îdâm ettirdim.”

Olaylardan sonra yalnızca bir Ermeni’nin îdâm edilmesi de çok dikkat çekicidir.

İTC bu davranışları alkışlarken, beş yıl sonra yüz binlerce Ermeni’yi yurt dışına sürmek zorunda kaldı.

Bunlar, kabineye istedikleri vekilleri sokuyor ve hattâ Talât Bey’i dâhiliye nâzırı da yapıyorlardı. Bu gücü kullanmak isteyen İTC sadrâzamları tehdît ediyor, hükûmete istediklerini yaptırmak için baskı uyguluyorlardı. İş o raddeye varmıştı k, İTC’ye karşı olanlar vatan hâinliği ile ithâm ediliyordu.

Hâsılı İttihâd ve Terakkî Fırkası hakkında yazılanlar ve yazılacak olanlar yeni bir kitâbiyyat oluşturur.

Sonunda İttihâd ve Terakkî, devlet nasıl idâre edilir değil de, nasıl yıkılır bunu göstermiş oldu.

.....

Faydalanılan kaynak: Büyük Osmanlı Târihi, Yılmaz Öztuna, 5. C. ss380-395 Ötüken Yay. İstanbul, 1994

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.