İlâhî ve beşerî dinlerde DAĞ

A -
A +

Eski kavimlerin çoğunda kutsal dağ inancı vardır. Bâbil Kulesi, Mezopotamya’daki ziguratlar ve piramitler bu amaca yönelik yapılmıştır. Eski Türkler de, han soyluları dağ eteklerine gömerler, bu ölüleri “eşük” denen ipekten bir örtüye sararlardı.

 

Gerek Hira, gerek Uhud, gerekse de Tûr-i Sînâ Yüce Peygamberimiz ve Hazret-i Mûsâ’yla anıldıkları için çok değerlidir.

 

Mekânlar, yerler üzerindekiler ile şeref kazanır.

 

İnsanlar ekmek ve toprak ihtiyâcı gibi gerek yaptırımlı gerekse mânevî dayanak olarak, bir din için hep arayış içinde oldular. Kullarının bu ihtiyâcını bilen Rabb’imiz ilk insanı bir peygamber ve insanlara tebliğci olarak dünyaya indirdi. İnsana akıl vermekle birlikte merhametinden peygamberler gönderdi.

Vahyin parantezi hep aynıdır; ilk peygambere, yâni Hazret-i Âdem’e nasıl geldiyse son peygamber Muhammed aleyhisselâma -değişik şekillerde de olsa- öyle geldi. Bu yüzden peygamberler arasında vahiyleri tebliğ yönüyle ve risâlet veyâ nübüvvet görevleri arasında fark yoktur. Nitekim Bakara Sûresi 285. âyette meâlen “Biz onun resulleri arasında hiçbirini diğerinden ayırmayız” denilmektedir. Fakat ayrıca Bakara Sûresi 253. âyette “O peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık” denilmiştir. Bâzı peygamberler resûl olarak daha farklı görevlerle yüklenmiş, bâzıları Cenâb-ı Bârî ile konuşmuş (Hazret-i Mûsâ), bâzısı babasız dünyâya gelmiştir (Hazret-i Âdem ve Hazret-Îsâ gibi). Bu kategoriye göre ulü’l-azm (yücelik sâhibi) peygamberler durumlarına göre bâzı özel adlarla tesmiye olunmuştur. Meselâ Hazret-i Âdem’e Safiyyullâh, Hazret-i Nûh’a Neciyyullâh (Allâh’ın kurtuluş verdiği kişi), Hazret-i Îsâ’ya da Kelimetullâh veyâ Rûhullâh denilmiştir. Kelime burada rûh veyâ hikmetli söz anlamındadır. Rûhullâh Allâh’ın rûhundan üfleyerek babasız meydana getirdiği kimsedir. Hazret-i İbrâhîm’e Halîlullâh (Allâh’ın dostu) ve Hazret-i Muhammed’e (aleyhisselâm) de Habîbullâh denilmiştir (Allâh’ın sevgilisi). 

Cenâb-ı Bârî hazretleri peygamberlerin 313’ünü Resûl olarak bi’setle şereflendirmiştir. Diğer bütün peygamberler nebîdir. Her resûl de aynı zamanda nebîdir. Efendimiz nebî ve resûllerin sonuncusudur.

Her peygamber aynı görevle gelmekle berâber insan cemiyetleri tekâmül ettikçe teorik ve tecrübî akıl da gelişir. Bu yüzden gelişen medeniyetlere ve tecrübî akıl ve zekâyla mütenâsip olarak nübüvvet şartları da Rabb’imizn takdîri ile gelişerek evc-i bâlâsına (en uç nokta) ulaşmıştır. Her şartın ve her ilmin gerek sırrî gerek âşikâr cevâbının bulunduğu Kur’ân-ı kerîm, Efendimiz’e inzâl buyurulmuştur (indirilmiştir). Rabb’imiz Kur’ân’ı da 23 sene gibi uzun bir zamanda indirmiş; insan ihtiyaçlarına göre -daha iyisini- göndermek üzere- bâzı ayetleri neshetmiştir (kaldırmış). “Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veyâ unutturursak onun dengini ya da ondan daha iyisini getiririz.” (Bakara Sûresi 106. âyet) Bundan da anlıyoruz ki inen âyetler kavimlerin sapkınlıklarını düzeltmek ve ihtiyaçlara cevap vermek içindir.

İnsanlar gerçek dîni ve Allâh’ı aramışlar fakat peygamberleri inkâr ederek dalâlete düşmüşler ve ilâhlar uydurmuşlar, tabîat varlıklarına ulûhiyet (ilâhlık) atfetmişlerdir. Tâbîat dini, hayvanlara inanç dîni, kutsal ruhlara bağlılık dîni vb.

 

KAVİMLERİN DAĞ İNANCI

 

Eski kavimlerin çoğunda kutsal dağ inancı vardır. Bâbil Kulesi, Mezopotamya’daki ziguratlar ve piramitler bu amaca yönelik yapılmıştır. Meselâ Hazret-i Mûsâ Firavun’u îmâna dâvet ettiğinde: “Ey Hâmân, haydi benim için çamurun üzerine taş yak (tuğla îmâl et), bana bir kule yap, belki Mûsâ’nın Tanrı’sına çıkarım” demiştir. (El- Kasas, 28,38 ) El-Mü’min,38, 40 )

Homeros’a göre ilâhlar sarp tepelerden iner, taraftarlarına yardım ettikten sonra tekrar oralara çıkarlardı. Çin imparatorları dağların zirvelerinde kurban takdîm ediyorlardı. İbrânîce hâr, Ârâmîce tûr dağ anlamındadır.

Kitâb-ı Mukaddes’te zikredilen önemli dağlar şunlardı: Ararat (Tekvîn, 8/4); Seir Dağı (Tekvîn, 14/ 6;); Sînâ Dağı (Çıkış 19 /11); Horeb Dağı, (Çıkış 3/1 ); Fârâ Dağı (Tesniye 33/2); Nebo Dağı, (Tesniye, 32/49 );  Sion Dağı, (Tesniye , 4/48 ); Gerizim Dağı, (Tesniye, 11/29 ); Zeytinlik Dağı, (Zekarya 14/4- Matta, 24/3 ).

Nablus’un güneyinde yer alan bugün Cebelü’s-sümerâ denilen Gerizim Dağı Sâmirîlerce kutsal kabûl edilmektedir.

Hazret-i Mûsâ Arz-ı mev’ûda girdiğinde bereketi Gerizim Dağı’na, lâneti Ebal Dağı’na koymalarını vasiyet etmiş.

Hazret-i Îsâ ile Sâmiriyye’de karşılaşan kadın: “Atalarımız bu dağda (Gerizim) tapındılar; siz bize tapınılması gereken yer olarak Yeruşalım dersiniz”. (Yuhanna, 4/ 20 ). Bu bir te’yîd olarak kabûl edilir.

Aynı adanın güneyinde bulunan Sînâ Dağı, Allâh ile kırk günlük buluşması sonunda Hazret-i Mûsâ’ya şerîatin (Tevrât) verildiği yerdir. (Çıkış, 19/ 11, 18/20)

Kur’ân-ı kerîmde dağların, dünyânın kazıkları (payandaları, tutanakları) olarak (e’n-Nebe, 78/1 ); sapasağlam dikilip çakıldıkları (e’n Nâzîât)  Allâh’ın insanlar için dağlarda oturacak barınaklar yaptığı  (e’n-Nahl 16 /81 ), Semûd kavminin dağlarda evler yaptığını  (el- A’râf, 7/74; el-Hicr 18/82 ); İlâhî emânetin dağlara verildiği, ancak dağların bunu kabûl etmediği (el- Ahzâb, 33/72) ; dağların Allâh’ı tesbîh ettikleri (el-Hacc 72 /18 ) ve Hazret-i Dâvûd’un Allâhü te’âlâyı zikrederken dağların tesbihe katıldıkları (el- Enbiyâ, 21 /79, e’s-Sebe 34/10; e’s-Sâd, 3818 ) kıyâmet gününde dağların yürütüleceği (el-Kehf, 14/87 ) e’t-Tûr52/10 ) vardır.

Kur’ân-ı kerîmde dağ karşılığı olarak kullanılan cebel-cibâl kelimesinin yanında sâde Sînâ Dağı için kullanılan Tûr kelimesi de mevcûddur.  Allâh Tûr-i Sînâ’ya yemin etmiştir (e’t- Tûr, 51/2, e’t- Tîn, 95/2)

Hazret-i Mûsâ’nın Allâh’ı görmek istemesi üzerine Yüce Allâh bu dağa tecellî etmiş ve dağ parçalanmıştı. (el-A’râf, 7/43 )

Allâh Hazret-i Mûsâ’ya Tûr’un sağ tarafından seslenmiş (Meryem 19 /52), (Tâhâ 20/80), el-Kasas, 28, 29, 46 ) ve Tûr-ı Sînâ’da yetişen ağaç medhedilmiştir. (el-Mü’minûn 23/20 )

Diğer yandan Efendimiz’e vahiy gelmeden önce ibâdet ettiği ve tefekküre daldığı ve ilk vahyin geldiği Hira Dağı da Müslümanlara göre kutsaldır.

Hazret-i Peygamber yanında Eshâb’ından bir grupla Hira Dağı’na çıkmış, dağ sallanınca: “Ey Hira sâkinleş, üzerinde nebî veyâ sıddîk veyâ şehîd bulunmaktadır” buyurmuştur. (Müsned V-346)

Yine bir diğer rivâyette bu Uhud Dağı için geçerlidir. (Müsned III- 112, 4-274,275, VI- 17,  (Müslim.  Zühd- 73, Ebû Dâvûd, Büyü- 29)

Yüce Resûl Uhud Dağı için: “Bu dağ bizi sever, biz de onu severiz.”  (Buhârî, İ’tisâm- 16, Cihâd-71, 74, Et’ime- 28, Zekât- 54, Enbiyâ-10

Hacc farîzasının îfâsında da Arafât dağı vakfenin mahallidir.

Arafât ve Müzdelife Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın yeryüzüne indirildiğinde ilk karşılaştıkları yer olarak kabûl edilir. (TDV İslâm Ansiklopedisi dağ Maddesi, Ömer Fârûk Harman)

 

TÜRKLERDE MEZARLARIN VE DAĞLARIN ÖNEMİ

 

Eski Türkler mezarlara kıymetli eşyâ, altın, gümüş et ve süt ürünleri de gömerlerdi. Ölüye mezarlıkta ve mezar üstünde yiyecek sunmak Budist Türklerde de görülmüştür. Türkler belli dönmelerde Budist ve Maniheist de olmuşlardı. Bu dinlerde de mezar üzerine yemek ve kıymetli şeyler bırakmak ölülere ta’zîm olarak telâkkî ediliyordu. Çünkü atalara âit hâtıralar da kutsaldı. Mezarlara yapılan saldırılar savaş sebebi kabûl ediliyordu. Meselâ Hunlar hükümdar mezarlarına tecâvüz edilmesi sebebiyle Tunguz Wuhuanlara savaş açmışlardır. Avrupa Hun Başbuğu Atillâ’nın Balkan seferinin bir gerekçesi de Hun hükümdar âilesi mezarlarının Bizans’ın Margos Piskoposu tarafından yağmalanmasıydı. Bu saldırıların esas sebebi de mezarlardaki kıymetli eşyâlar, altın ve gümüşlerdi. (Genel Türk Târihi, El Kitabı, altı yazarlı s.54, Bilgeoğuz Kitabevi, 2022 İstanbul.)

Eski Türkler han soyluları (Han, tigin, şad) dağ eteklerine gömerler, bu ölüleri eşük denen ipekten bir örtüye sararlardı. Bu mezarlar dağın biraz yüzeyden yükseğinde olurdu.  

Dağlar, kitâbelerde de önemli bir unsurdur. Kutsal kök (gök) Kök Tengri ve dağlar birbirleriyle bağlantılıdır: “Yukarıda Türk Tanrısı mukaddes yeri suyu öyle tanzîm etmiş. Türk milleti yok olmasın diye millet olsun diye babam İltiriş Kağan’ı annem İlbilge Katun’u göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmış olacak. Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış. Dışarı yürüyor diye ses işitip şehirdeki dağa çıkmış, dağdaki inmiş toplanıp yetmiş er olmuş.” (Orhun Âbideleri, Prof. Dr. Muharrem Ergin, Boğaziçi yayınları, 8. Baskı, S.21-22 11-12)

Türk Tengrisi Türk milleti yok olmasın millet olsun diye babam İltiriş Kağan’ı ve annem İlbilge Katun’u Tanrı Tepesi’nden tutup yukarı kaldırmış.” (Age, Kitâbelers 68-69, 11 )

Kutadgu Bilig’de de dağ kavramı dikkat çekicidir: “Kim fazîlet ile elini uzatırsa yüce dağların başını eğerek yere indirir.” (Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hâcib, 2,  Çeviri Reşid Rahmetî Arat, s.196 -2647, TTK, 1974 Ankara)

“Böyle olduğu için ben köy ve şehirleri bırakıp ağır zahmetlere katlanarak, buraya (dağlara) sığındım.” (Age, KB, s. 245-3347)

Odgurmış, Ögdülmiş’e niçin dağda yaşadığını şöyle açıklar: “Ey kardeş, sen bana: Yalnız yaşıyorsun, dedin. Ey dostum (dağda) zikrullâh benim için kâfî bir arkadaştır. (KB. Age s245- 3349)

“Kul adı bundan dolayı kula unvân oldu. O, dağa çekilip gece gündüz ibâdet etmelidir.” (KB, Age s. 246-3357)

“Bu yalnızlığımın bana zararı yoktur. Ten ve din sıhhatini ben burada (dağda) buldum.” (KB, Age, s.46-3359)

“Kul yalnız ve tek başına ibâdet ederse bu tek bir kimseden halka nasıl bir zarar gelebilir.” (KB, Age, s. 246-3363)

“İşte bana geldiğinden beri ben bugün ibâdetten geri kaldım. Bir düşünsene!”; “Bir tek seninle buluşmanın zararı bu kadar olursa artık beni fazla zorlama.”; “İmdi ben insanlar arasına girersem ibâdete ne zaman elim değer?” (KB, Age, s.246-/3364,3365, 3366)

                   ***

Dede Korkut Destânî Hikâyeleri’nde de dağlar önemlidir. Bâzı örneklere bakalım: Kitapta soylamalarda şu ibâre sık geçer: “Göksi gözel kaba dağlara gün değende” s.4, 8. “Göksi gözel kaba tağa ava çıkdung” s.11; “Oğlan anda yıkıldukda boz atlu Hızır Oğlana hâzır oldı, üç katla (defa) yarasın eli ile sığadı. Sanga bu yaradan ölüm yokdur, korhma oğlan ölüm yokdur. Tag çiçeği anang südiyile senüng yaranga melhemdür” dedi. 10 Yirlü kara taglarung yıkılmasun 14, “Karşu yatan kara taglar sanga yaylak olsun”. 45, Kara tag sanga işit virsün” (Kara dağlara seslendiğin zaman seni dinlesin) 92 , “Arkurı yatan ala tağlar etegine av vardung” 94 (Dede Korkut Kitabı Metin- Sözlük Doç. Dr. Muharrem Ergin, Ank. Üniv Basımevi. 1964)

Görüldüğü gibi dağlara kutsiyet atfedilmese bile büyük bir saygı ve sevgi vardır; tabîatin bu parçasına bağlılık hemen göze çarpar.

Mingü Tag  (Mingü Taw) (Elburz) Kabardey Balkarya’da, Gürcistan sınırının 11 km kuzeyinde Tiflis’in 270 km kuzey batısındadır. Karaçay Balkarcada Mingü Tau, Gürcücede İalbuzi, Çerkescede Oşkhamaho (halk arasında Oşkha Mâfe) yâni kutlu, uğurlu dağ demektir.

Araplar Orta Çağ’da bu dağa Cebel-i elsine (Dillerin dağı) demişlerdir.

Ayrıca Elburz Dağı’na “Ruhların kıralı”, “Tanrıların tahtı”, “Mutluların yeri” ve “Kutsal yükseklik” diye de adlandırılır. Elburuz Dağı’na “Kafkasların rûhu” da denilmiştir.

Mingü Tau Karaçay Malkar dilindeki Almastı Masalları’nda da geçer. (Anadolu’da Albastı) Bu kadına benzeyen karışık uzun saçlı efsânevî bir mahlûk olup çocukları korkutmak için kullanılır.

Bugün Kazakistan–Kırgızistan sınırındaki Khan Tangrı Tagı (Han Tanrı Dağı) Kazak Türkçesinde Khan Tengri, Kırgız Türkçesinde Khan Tengiri, Uygur Türkçesinde Khan Tengri Dasi, Eski Türkçe’de Tengri Khanı, Tien Şan dağlarının ikinci büyük zirvesidir.

 

DİĞER DAĞ EFSANELERİ

 

Olimpos Dağı Yunanistan’ın en yüksek dağı olup Yunan Mitolojisi’nde tanrıların oturduğu kabul edilen dağdır. Tanrıların kralı olan Zeus’un meskeni olan bu dağ Zeus’un dışında Hera, Poseidon, Ares, Hermes, Hephaistos, Afrodit, Apollon, Athena ve Artemis’in de mekânıdır.

Antik Çağ’da bölgenin Olimpos’u olan Tanrıların dağı’dır (Tahtalı). Bu dağdan ilk bahseden de Homeros’tur. Poseidon, Aithioposlulara yaptığı bir ziyâretten dönerken Solyma dağına gelmiştir. Maksadı Odysseus’un denize açılmasına mâni olmaktır. Bu dağ batı Toroslarda, Beydağları grubu içinde Teke yarım adasında, Antalya sınırında ve Kemer’in kuzey batısındadır.

Çok eskilerden beri kendilerine kudsiyyet izâfe edilen yerlerin çivisi ve payandaları olan bu hârika yaratıklar hiç şüphesiz Allâhü teâlânın kudret göstergelerinden birisidir. Bugün hâlâ yüksek dağ zirvelerine tırmanma arzusu, spor hâlinde kamufle edilen dağ efsânelerinin izleri olabilir mi?

Ama şurası unutulmasın! Gerek Hira, gerek Uhud, gerekse de Tûr-i Sînâ üzerinde ayak izleri olan Yüce peygamberimiz ve Hazret-i Mûsâ’yla anıldıkları için çok değerlidir. Zîrâ “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn”dir. Yâni mekânlar, yerler üzerindekiler ile şeref kazanır. Arafat Dağı da Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın yeryüzündeki ilk buluşma yeridir. Tabîî ki bu dağlar bizim için mübârek mekânlardır…

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.